Otekidernek
ÖtekiDernek
Published in
9 min readNov 28, 2020

--

Cosmopolis Üzerine Bir Değerlendirme

Cosmopolis’i ilk dakikasından itibaren kafamda Attila İlhan mısralarıyla izledim: “Sen insansın, sen insansın, sen insan”. Kitabını okumadım ama -Cronenberg’in aslına sadık kalmaya çalışarak senaryolaştırdığı önyargısında bulunarak- Don Dellilo’nun bu eserinde devasa bir distopyayı tek kişilik bir vücuda hapsettiğini iddia edebilirim. Film boyunca fazlasıyla distopik görüntüler izlesek de, filmin geçtiği evrenin bugünün dünyası olduğu açık. Halbuki burada kurulan esas distopik dünya Eric Packer karakterinin şahsiyetine inşa edilmiş. İzlediğimiz aslında Eric Packer ve Amerika sokaklarında başından geçenler değil. İzlediğimiz bizzat Eric’in kendisi. Her şeyi elde etmeye muktedir; paraya tok, duyguya aç bir genç adam. Henüz 28 yaşında, komplo teorilerinin başrolü olan o ihtiyar zenginlerden Rockefeller’ı ya da Soros’ları andırabilecek kadar zengin, koskoca bir şapeli satın almaya kalkabilecek kadar görgüsüz bir ergen. Hikaye bizden, Eric’in dönüşen dünya içinde “doğru zamanda doğru yerde” olduğunu tahmin etmemizi istiyor. Eric, birbirine ayrılamayacak şekilde sokulmuş teknoloji ve sermayeyi bir araya getiren o dahi çocuklardan biri mutlaka. Nitekim filmde eski eşi Elise de bunu doğruluyor: “Bilgiye aşıksın ona ulaşmak için her şeyi yapıyorsun ve ona ulaşır ulaşmaz korkunç şeyler için kullanıyorsun”. Elise’in ilk göründüğü sahne, Eric’in ona karşı zaafını açığa vurur nitelikte: Yüksek duvarlarla örülmüş kalesi olan limuzinden, Elise’i gördüğü an hiçbir şeyi umursamazcasına inebiliyor. Limuzinin dışında geçen sahnelerin neredeyse tamamı Elise’in bulunduğu sahneler ve Eric ne yaparsa yapsın Elise’i istediği şekilde limuzine sokmayı beceremiyor. Elise karakterinin açık biçimde Eric’in zıttı olarak resmedildiği düşünülebilir ama bana kalırsa tam olarak öyle değil. Hatta daha açık söylersem, Elise karakterinin bir anti-kapitalizm metaforu olduğu öne sürmek en basit haliyle akılsızlık olur. Tersine Elise aslında kapitalizmin ona sunduğu nimetler sayesinde kapitalist davranış biçimine sırt çevirmeyi başarabilmekten beslenen bir şair. Elise, taşıdığı anti-kapitalist ögelerin hepsini kapitalizme borçlu ve muhtemelen bunu farkında bile değil. Bir yandan okunmayan şiirler yazıp bir yandan en pahalı mücevherleri takabiliyor. Onun Eric’i asıl cezbeden özelliği ise kapitalizmin ortasında yaşamasına rağmen başka biri olabilmeyi bir şekilde başarması. Elise, Eric’in içten içe erişmeyi ulaştığı bir mertebeyi temsil ediyor. Çünkü, çocukluğunda yaşadığı mahalleden çıkarım yapacak olursak; Eric, bir gökdelenin tepesindeki çift asansörlü dairesine sahip oluncaya dek tırnaklarıyla kazımak ve ayakta kalmak zorundaydı. Bir dağcı her tırmandığı zirvede yeni biri haline gelir, her tırmanış dağcıyı dönüştürür. Eric de zirveye diktiği bayrakla birlikte aşağıda bıraktığı benliğine sonsuza dek veda etmiş bir dağcı gibiydi. Yola başlarken kimliği, zirveye çıktığı an değiştirilemez biçimde ötekiydi.

Elise’in göle gitme arzusu ve Eric’in karşı çıkışı beni kapitalizm ve doğa ilişkisi üzerine düşündürdü. Eric, şehre olan bağlılığını anlatırken sese vurgu yapıyordu: “Gürültüyü seviyorum”. Özellikle endüstri devrimini takiben artan şehir gürültüsü, şehir insanı için gerçekten de yeni bir bağımlılık yaratmıştır. Çoğu zaman kırsalda bir yere yerleşip kafa dinleme rüyalarından bahseden bazılarımız bile, şehrin keşmekeşinden uzaklaştıkları onuncu gün yavaş yavaş şikayet etmeye ve “Trafiğini bile özledim” cümlelerine dönerler. Doğayla yaşamın “ilkelliği” yavaş yavaş gözlerine batmaya başlar, şehir nimetlerine duydukları saygı pekişir. Daha uzun süre dayanabilenler ise doğada kendilerine yeni görevler icat eden ya da doğayı kendi hizmetlerine açık bir kaynak olarak sömürerek zaman geçirenler olacaktır: Çocuğu için ağaç ev inşa edenler, göle indirme hayaliyle dallardan sandal yapanlar, evinin çevresini bambularla çevirmeye çalışanlar… Görev bittikçe yeni görev icat edebilenler modernist rahatsızlıklarını doğaya taşıyabildikleri ölçüde ona katlanabilirler. Ama kabul edelim ki çoğumuz için -tıpkı Eric gibi- şehir küfürle sevdiğimiz bir yerdir. Doğa, akışkan modernite için bir ıslah evi gibidir ve şehir çocukları kolay kolay yakalanmaz. Protesto da filmin diğer önemli sembollerinden biriydi. Hayatının tehlike altında olduğuna dair düzenli olarak uyarılan Eric, öylesine güçlü bir özgüvene sahipti ki; restorana giren protestocuları gördüğünde tedirgin olmak bir tarafa, onları alaycı gözlerle zevk içinde izledi. “İstediğiniz kadar debelenin bana asla bir şey olmaz” tavrının vücut bulmuş hali gibiydi, bir maden kazası sonrası gayet rahat biçimde “Böyle iş kazaları olabiliyor” diyebilme pişkinliği gösteren patronları anımsattığını söyleyebilirim. Nitekim o da protestocuları fırlattıkları fareden daha fare görüyordu. Bu duygusunun kendince rasyonel olduğu savunulabilir. Ne de olsa elinin altındaki datalar sayesinde alacağı kararların, tüm o protestocuların hayatını etkileyebildiği bir sistemin ortasına dikilmiş fildişi kulesinde yaşıyordu Eric. Dolayısıyla labirentin içindeki deney farelerinin bile bu protestoculardan daha fazla seçim hakkı olduğunu düşünmesi anlaşılabilir. Protestocuların şiddete başvurmasını ise sürekli eleştiren Eric, öte yandan tüm film boyunca bu eleştirilerini şu şekilde devam ettiriyordu: “ Şiddet için bir amaç lazım”. Şüphesiz şiddeti araçsallaştırarak meşrulaştırma çabası da tipik bir kapitalist düşünce biçimidir. Bu biçimde bir teröristin yaptığı işkence yüzünden alacağı idam cezası kimseyi rahatsız etmezken, bir güvenlik personelinin istihbarat amaçlı yaptığı işkence kamuoyunda normalleştirilebilir. Eric, filmin sonunda kendini özgürleştirmek için başvuracağı şiddet için, film boyunca asla şu cümleyi kuramıyor: “Şiddet şiddettir ve yanlıştır”. Çünkü kapitalizm için şiddet; onun çıkarlarına hizmet etmediğinde yanlış, onun çıkarlarına hizmet ettikçe doğrudur.

Protestocular ile ilgili yapılan konuşmanın en vurucu kısmı ise zaman ve kapitalizm ilişkisi ile ilgiliydi. “Saatler kapitalizmle birlikte önem kazandı. Zaman artık şirketlerin malı. Şu anı bulmak daha zor”. Bu cümleler şehir insanı ile doğa arasındaki ilişkiye bir mum daha yakıyor aslında. İnsanın doğanın doğal işleyişinde bulduğu dinginlik, modernizmin yanlış ekonomik yansımaları üzerine inşa edilen bir sistemin bize unutturmaya çalıştığı o hayat biçimini hatırlatıyor. Eski sevgilimizi unutmaya çalışırmışçasına ondan kaçışımızın nedeni de sanıyorum bu. Fakat yenisi, şahsiyetimize öylesine nüfuz etmiş ki, bir saniye olsun gerçekten eskiye dönmemize izin vermiyor. Cazibesini yaratan onca aracı var ki, ya bir sosyal medya bildirimi olup karşımıza çıkıyor, ya bir telefon araması, ya da yeni çıkan bir dizi. Ama o hep orada, bir an olsun onu unutmamıza -hatta unutmaya yeltenmemize dahi- izin vermiyor. Bize düzenli olarak yeni bir gelecek dayatıyor. Platonik bir alegoriye başvuracak olursak, “mağaradan çıkan yok mu?” diye sorulabilir. Pek tabii var. İşte onlarda filmde görüldüğü gibi protesto halindeler: “Bu protesto geleceğe karşı yapılıyor. Geleceğin bugünü bastırmasını engellemek istiyorlar”. Okuduğum film eleştirilerinin birinde protestocuların sistemi eleştirdiği fakat yaratıcı güçten yoksun oldukları ve yeni bir öneri getiremedikleri iddia ediliyordu. Bu dünyanın her yerindeki hemen her sivil harekette, muhalefette ve direnişte sıklıkla dile getirilen düzen fetişisti bir argümandır. Oysa yanlışa yanlış demek için her zaman doğrudan emin olmaya gerek yoktur. Benzer biçimde yanlışa yanlış demek doğruyu gösterme sorumluluğunu beraberinde getirmez. Yanlışa yanlış demek yurttaşlık, hatta insanlık bilincinin yükümlülükleridir ve yanlış ile doğru her daim soyutluğa adanmış iki kavramdır. Eric’in protestolar ile ilgili kurduğu bir diğer cümle de yine klişeleşmiş kapitalist argümanları dile getiriyor: “2 saat önce dünya çapında protestolar düzenlendi. Ya şimdi? Unutuldu bile”. Başarıya yalnızca Le Bon’un gözleriyle bakarsak şüphesiz Eric haklı çıkar. Türkiye’de 68’ hareketi neyi başardı? Onlarca genç katledildi, 3 yıl sonra muhtıra oldu 61 Anayasası iyice budandı. 78’ oldu da ne oldu? Bir darbe daha oldu, 61 Anayasası tamamen rafa kalktı; üstelik tırpan öyle bir vurdu ki uzunlar uzun, kısalar kısa kesildi, tarla tek boy kaldı. Gezi ne yaptı? İktidar mı değişti, Türkiye mi demokratikleşti? Baş kaldırıyı, işte bu mantıkla incelemek başarı kıstasını kapitalistleştirmektir. Çoğu liberal demokrasi ölçümünde sol partilerin ülke siyasetindeki etkisi önemli göstergelerden biri olarak kabul edilir. Bu açıdan bakıldığında 68’ yaşanmasaydı Türkiye’de 1973 ve 1977 seçimlerinde Ecevit’in -solun halen kıramadığı- rekor oyları alması ne kadar mümkün olurdu? Kaldı ki bu bile kapitalizme yaklaşan, sonuç odaklı zihniyettir. Halbuki hayatta sonuçlar kadar süreçler de önemlidir, duraklar kadar yolculuklar da. Bunu keşfedemediğimiz noktada insan canını bir istatistiğe indirgeyen data-fetişisti bir Eric halini alırız. Oysa benim için istatistikle ilgili en bilgece sözün bir futbolcu tarafından söylenmiş olması bile yeterince ironiktir: “İstatistikler mini eteğe benzer, çok şey gösterir ama asıl görünmesi gerekeni göstermez”. Cinsiyetçiliğini kınamalıyız fakat Hollanda’nın futbol efsanesi Cruyf’un ünü gibi, sözü de geçerliliğini korumakla kalmıyor, geçerliliğini her geçen gün pekiştiriyor. Filmde kapitalizmi eleştiren bir diğer cümle ise şöyleydi: “Zorla yok etmek kapitalizmin temelidir”. Ben buna bir ekleme yapmış olayım: “Zorla var etmek de kapitalizmin temelidir, ama kapitalizmde hiçbir şey ‘zorla’ değildir”. Çok zengin bir iş insanıyla, ben henüz lise öğrencisiyken kariyer odaklı bir görüşme yapmıştık Cümleyi tekrar okur musunuz, sadece bana mı garip geldi merak ediyorum? Kol düğmelerini çıkarıp gömlek kollarını sıvarken uzun bir günün yorgunluğunu üzerinden atmaya çalışan bu tatlı amca bana şöyle demişti: “İçinden şöyle diyorsun değil mi: ‘Bu yaşa gelmişsin, bak şu haline. Çekilsene kenara, git emekliliğini tadını çıkar’. Herkes der, ben de diyordum gençken. Peki sana bir şey soracağım. Sen hiç banka hesabındaki rakamların sağında yer alan sıfırların gün içinde nasıl arttığını izledin mi? Ben çok izledim, tadına doyamadım”. Bu soru bana yöneltildiğinde bir banka hesabım dahi yoktu. Şu anda var ama sıfırların solunda pek bir rakam olduğundan emin değilim. Yine de bu bilge iş insanının bana verdiği tavsiyeyi o gün almıştım, bugün benim için halen geçerli. Kendi yağında kavrulan Egeli bir balıkçı ile birlikte gün doğumundan önce balığa çıkıp, bana “Evlat, neyde başarılı olmak istiyorsan ona karşı zaafın olacak. Gece onunla uyuyacak, sabah onunla uyanacaksın” diye nasihat ettiği bir hikayeyi anlatsam çoğu okurun bakış açısı çok daha iyimser olurdu. Peki ikisi arasındaki fark ne? Bir insanın borsacılık hırsı ile balıkçılık hırsına karşı olan bakışımızı ne değiştiriyor? Üstelik iyimser örneğimizde -malum- balıklar da ölüyor. Benim için fark paranın nasıl kazanıldığı ile başlıyor. Bu zaafın karşısında, bu zevkin karşısında kim ne kaybediyor? İnsanlığa ne oluyor? Topluma ne oluyor? Kültüre ne oluyor? Duygular bunun neresinde? Hislerime ne oluyor? Benliğime ne oluyor? Ötekinin ötekiliğine ne oluyor? Bunların hepsi etiği kapsamayabilir, etik dışına çıkabilir, hatta etiği aşabilir de. Bir balığı öldürmek mi, yoksa İstanbul’un en lüks restoranında dünya yıldızı bir şefin hazırladığı balığı birden fazla aileyi belli süre doyurabilecek bir servet ödeyerek tatmak mı? Seçim bu kadar basit olsa keşke fakat seçimleri ikiye indirmek totaliterlerin tekniğidir, yaratıcıların değil. Şüphesiz vegan olmak da bir seçenek; balık restoranında yediğin balığın birisi tarafından öldürüldüğünün bilincinde olarak yemek de. Yahut milyonlarca dolar harcadığın teknenle açılıp, dalgıç hocanın zıpkınıyla balık tutmak, şüphesiz bu da afili bir seçenek. Peki bunca seçeneğin ortasında, insanlar nasıl seçecek? Eric seçimini nasıl yapmıştı? Ya da yaptığını sandığı şey gerçekten bir seçenek miydi, yoksa bir dayatma mı? Yaşadığını hissetmek, sevinci ve hüznü yahut insanın sahip olduğu tüm zıt duyguları derinlemesine hissetmekten geçer. İnsan kahrından geberebilmeli, aşkından coşabilmelidir. Bunları ne kadar yaşadığı ya da ne kadar yansıttığı başka bir tartışmanın konusudur fakat hissetmelidir çünkü insan hissettiği kadar yaşar. Eric’in bünyesinde şekil bulan kapitalizmin en büyük sorunu işte burada yatmakta. Tıpkı Eric gibi kapitalizm de bilinçli bir hissetme kaybına -hatta özrüne- sahip. Başta güçlenmek için Stoacılığı anımsatan davranış biçimleri, zaman içinde insanlığın acziyetiyle birleşince acımasız bir hissizliğe evrilmiş. Hisleri işe karıştırmama ahlakı, işte işledikçe hayata uyarlanmaya başlamış. Sanıyorum bu da kapitalizmin bir diğer hastalığı; finansta için çalışan her şeyi sosyal yaşama uyarlamak, iş ile yaşamı ayıramamak. Oysa Elise tam bu noktada Eric’ten ayrılıyor: “Ben aldırmamak diye bir şey bilmiyorum. Öğrenebileceğin bir şey değil bu. Bu yüzden acıya karşı savunmasızım. Başka bir deyişle canım acıyor”. Elise bu sözleriyle, makineliğini farkında olan Eric’e kapitalizmde de insan kalınabilme potansiyelini düşündürmüş olsa gerek. Eric’in aşktan umduğunu bulamadığında acıya başvurup kendi eline ateş etmesinin sebebini de belki burada aramalıyız. Eric, fiziksel olarak başka kadın vücutlarında arayıp bulamadığı aşkı duygusal olarak bulmuş fakat erişememiş; duygusal olarak hissedemediği acıyı ise fiziki olarak hissetmek için elini parçalamış ve böylece erişmiştir.

Eric’in hissetmeye -yani insanlığa- en yakın olduğu anlardan biri ise ölüm gerçeğiyle yüzleştiği Sufi rapçinin vefat haberini alma anıydı. Burada duygusal olarak hissetmeye ikinci kez gerçekten yaklaşmış olacak ki, filmin geri kalan kısmında kendi sonuna daha hızlı adımlarla yürüdü. Filmin sonunda kendi acımasızlığıyla yarattığı -ve varlığını farkında bile olmadığıkatili Schitz’e şöyle sesleniyordu Eric: “Senin suçun kafanın içinde”. Kendisine dayatılamayan bir sistemin içinde var olamayan Schitz, kapitalizmin ne ilk ne de son mağduruydu şüphesiz. Ama öylesine yabancılaşmıştı ki, tek amacı kapitalizmden kendi intikamını almak haline gelmişti. Schtiz’in Eric’e attığı tiradı isterim ki, altın çocuklar olarak nitelendirilen Z kuşağı mensuplar iyice dinleyebilseler: “Kusursuz formülünde unuttuğun bir şey var: Dengesizliklerin önemi. Arada çıkan aksaklıklar… Prostatın asimetrikmiş. Cevap buradaydı işte. Bedeninde, prostatında”. Bu andan itibaren, Eric’in yüzünde kapitalist bireyin ölüme en yakın olduğu anda öze dönüşünü ve pişman aydınlanmasında izler hissederiz. Fakat Nazım’ın Menderes’e kapitalist politikalarını eleştirirken yazdığı: “Korkuyor Adnan Menderes, dirilerden korkuyor, hele çarıklılardan, hele kasketlilerden. Kasketliler hayını bağışlamayı bilmez” dizelerinde olduğu gibi Schitz de “hayını” bağışlamayı bilmez bir proletarya öfkesini yansıtır biçimde kararını açıklıyor: “Seni yine de öldüreceğim”. Kurbanları için kapitalizm artık cezalandırılmayı hak etmektedir. Ama Schitz yarı haklı biçimde kendini meşrulaştırmaktan da geri duymaz: “Sen zaten ölüsün. Yüzyıl önce ölmüş gibisin. Yüzyıllar önce ölmüş gibi”. Eric’in en yakınlarının göremediğini Schitz görebilmiştir, çünkü o kapitalizmin -yani Eric’in yaşam çemberinin- dışına itilmiş bir karakterdir; acınasıdır, sefildir, özgürdür. Schitz, efendilerin karı için fabrikalarda, atölyelerde, madenlerde, ocaklarda, bürolarda ve plazalarda yavaş yavaş zehirlenen onca emekçinin acısını tek cümlede yakarır: “Beni tedavi etmeni istemiştim, beni kurtarmanı istemiştim”. Schitz aslında Eric’i öldürerek ona zarar veremez, sadece sembolik olarak onu yener (çünkü o an eşit seviyedelerdir ve elinde silahı tutmaya başladığı andan itibaren nihayet Schitz üstün konuma geçmiştir) ve yenilmeyi bekleyen milyonlarca Eric’in varlığının verdiği yükle acınası yaşantısına devam eder. Mükemmel denge arayışında milyonların kaybolmaya devam edeceği yaşantıya…

Bülent Ortaçgil belki en iyi şarkısını yaptı, Müslüm Gürses belki bir nebze daha iyi seslendirdi: “aşk bir dengesizlik işi, sensiz olmaz”. Kapitalizm irrasyonalitenin yarattığı bir rasyonalitedir. Oysa aşk, ilkinden sonra, irrasyonele rasyonelce teslim halidir. Dolayısıyla kapitalizm doğası gereği aşık olamaz, aşkı ancak araçsallaştırabilir. Aşk ile kazanır, aşk ile büyür, aşk ile tüketir ve ihtimal ki aşk ile üretir de. Ama aşık olamaz. Fakat belki de aşk gerçek amacın ta kendisidir? Çünkü her kapitalist bir parça küskün ölür, bir parça eksik. Bütün tenlerde Elise’i arayan Eric nasıl yalvarmıştı ona: “Aramızdaki bu his, illüzyonu ortadan kaldırabilir”. Şüphesiz şarkının şu kısmını da atlamadan bitirmek gerek: “Anlamak çözmeye yetmez, sensiz olmaz”.

--

--