Türkiye Siyasetini Yorumlarken Metodoloji Önerisi: İfade Özgürlüğü Filtresi
Özellikle son 20 senede yaşadığımız teknolojik gelişmeler sayesinde insanlar birbirlerinin sıkıntılarından daha çabuk haberdar oluyor ve daha hızlı örgütlenip pozisyon alabiliyorlar. Üstelik, siyasi sınırların da gittikçe anlamını kaybettiği, her hangi bir yerel meselenin dünyanın diğer ülkelerinde de ilgi uyandırdığı bir çağı yaşıyoruz. Tabir yerindeyse her ülke aslında diğer ülkelerin izlediği bir tiyatro sahnesine dönmüş durumda. Türkiye’de cereyan eden ve otoriterleşme kavramı ekseninde şekillenen tartışma belki bu yüzden toplumda derin bir kutuplaşma yaratıyor ve belki bu yüzden uluslararası toplumun dikkatini ziyadesiyle çekiyor. Bu tartışmanın tarafları arasındaki polemikleri, tartışmanın ne ile sonlanacağı ya da nereye evrileceği konusundaki görüşlere sıklıkla muhatap oluyoruz ve olacağız. Birçok akademisyen, entelektüel ve köşe yazarı, iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile iktidar namzedi diğer siyasi partiler arasındaki ilişkileri ele alacak, hatta işin içine siyasal parti kimliği olmayan aktörleri de katacak ve bununla da yetinmeyerek bütün bu ilişkiler yumağının uluslararası sistemde yaratacağı karşılıkları tartışacak. Dolayısıyla, hali hazırda var olan ve olacak spekülasyon kalabalığına girmeyi tercih etmeyeceğim. Bunun yerine, başkanlık sisteminin tartışıldığı ve toplumun önemli bir kesiminin otoriterleşme endişesi taşıdığı bir düzlemde nesnel bir filtrenin, ifade hürriyeti filtresinin, neden akıldan çıkartılmaması gerektiğini tartışacağım. Zira, Türkiye’nin yaşadığı otoriterleşme sancısının ancak bu filtrenin bir paradigma olarak kabul görmesi sayesinde giderileceği kanaatindeyim.
İfade özgürlüğü kavramının Türkiye macerası hiçbir zaman sorunsuz olmadı. Yasal çerçeve, ifade özgürlüğü konusundaki evrensel standartları yerel ihtiyaçlar ve hassasiyetlerle birlikte değerlendirme eğiliminde oldu. Diğer bir ifadeyle, ifade hürriyetinin sınırları bireylerin doğal hakları yerine siyasal otoritenin bağlamsal tutumu tarafından belirlendi. Bu noktada bağlam, dinamik bir karaktere sahip olan iç ve dış politikadaki güç ilişkilerinden ibaretti ve evrensel olma iddiasının tabiatı gereği statik olmak zorunda olan ifade hürriyeti hakkı ile her zaman uyum göstermiyordu. Bu uyumsuzluğun yarattığı sorunlar oyun içindeki kaybedenlerin sayısını gittikçe arttırmıştı ve 2000li yıllara gelindiğinde baş gösteren evrenselleşme eğilimi bunun sonucuydu. Ve bu eğilimin AKP’yi iktidara taşıyan önemli bir faktör olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Ne var ki, bu uyum yaratma süreci sanıldığı kadar kolay olmadı ve geldiğimiz noktada yerel ile evrensel arasındaki uçurum kapanmak bir yana gittikçe açıldı. İfade özgürlüğü konusu, AKP öncesinde olduğu gibi günümüzde de yerel gereksinimlere ve pratik siyasetin dinamik doğasına kurban edilmeye devam ediyor. Üstelik, bu ihlallerin 2002 öncesinden farklı iki boyutu var. Birincisi, ifade hürriyetine getirilen kısıtlamalar popüler bir halk desteğine sahip ve halk iradesinin sonucu olarak görülüyor. Hatta bu iradenin devam edebilmesi için elzem kabul ediliyor. İkincisi ise, ifade hürriyeti ihlallerini bizleri bekleyen daha özgür ve daha aydınlık bir gelecek için meşru ve tolere edilebilir gören entelektüel yaklaşım, ki hükumetin eleştirel platformlara yönelik tutumu ve medya/sivil toplum/üniversiteler/ekonomi üzerindeki denetimi sayesinde bu yaklaşım bir paradigma olmaya aday.
Bu iki farklılık, geçtiğimiz 15 sene içerisinde, enteresan bir kültürün ve onun yarattığı kısır döngünün ortaya çıkmasını beraberinde getirdi. Bu kültür temel olarak, ifade özgürlüğünün ihlal edilmesini, başka bir kategorik iyinin gerekliliği olarak sunuldu. Dolayısıyla AKP, kendi iktidarını ahlaki bir sorumluluk ile özdeşleştirdi ve kategorik bir kötü ile mücadele etme misyonunu kendisine atfetti. Bu politikanın, AKP’nin siyasi ikbali için akılcı olmadığını kimse iddia edemez. Bu sayede, kendi iktidarını tehdit eden aktörlerle mücadele ederken kendisinin merkezde olduğu bir koalisyon inşa etmeyi başardı. Bu koalisyon üyelerinin, kategorik kötüye karşı verdikleri oy, AKP iktidarını pekiştirdi. Diğer bir ifadeyle, AKP her seferinde kendisini ahlaki bir pozisyonun zırhına sarmayı başardı ve seçmenlerden AKP için değil bir kategorik iyi için oy vermelerini istedi. Öte yandan, bu politikanın AKP’yi ülke içinde karşılaşabileceği eleştirilerden muaf kılmak gibi bir özelliği de vardı. Ahlaki bir misyon ve haklılık duygusuyla kutsal savaşlara giren AKP’yi, bu mücadelesi sırasında desteklememek ve onu zayıflatabilecek eleştirilerde bulunmak ölümcül bir günah olarak görüldü. Dolayısyla, AKP’nin kötü ile mücadele metodolojisi dokunulmaz bir mit halini aldı. İfade özgürlüğüne yönelik en sinsi tehdit de bu noktada ortaya çıktı. AKP’ye yönelik her eleştiri, mücadele edilen kötüye hizmet ettiği gerekçesiyle kriminalize edildi. Bu mücadelede hükumetin yanında mevzilenen isimler, yine hükümet tarafından dolaylı olarak desteklenen gazete köşelerinde ve televizyon ekranlarında adeta bir entelektüel terör estirdiler.
2002 senesinden bu yana, bahsettiğim eğilim bir kalıp (pattern) şeklinde devam etti. Mesela, Balyoz ve Ergenekon davalarında, ordunun sivil siyasete müdahalesi kategorik kötü ve onunla mücadele ettiği için AKP kategorik iyi olarak konumlandı. Dolayısıyla, 2010 referandumunda ve 2007 ve 2011 seçimlerinde oy verilen şey AKP’nin kendisinden ziyade, bu mücadelede taraf olan ve ahlaki bir iyi pozisyonu temsil eden partiydi. Bu, bir kötülüğü önlemek ve onu mağlup etmek için yapılmıştı. Bu ruh halinin ifade hürriyeti üzerindeki etkisi ise bu denli masum değildi. Ergenekon iddianamesinde dikkatimi bir cümle çekmişti. Şöyle başlıyordu: “Ekonomiyi kötü göstererek askeri bir darbeye zemin hazırlamak…” Anlaşılan o ki, iddianameyi yazan savcı, ekonominin kötü olduğunu iddia eden bir gazeteciyi darbe suçunun bir ortağı olarak görüyordu. Zihin mekanizması aslında çok karmaşık değildi. Darbe kötüdür, darbeciler kötüdür, darbe dönemleri kötüdür. O halde, bir kötünün ortaya çıkmasını önleyecek olan kişi mutlak olarak iyidir. İyinin mücadelesine destek vermemek, kötünün menfaatinedir. Dolayısıyla, iyinin yanında olmayan herkes kötüdür. Yani, ifadesini dile getirerek bile olsa, bizzat bu suça iştirak etmese de, AKP’yi eleştirmek darbeci olmak ile aynı kategoride değerlendirildi. Bu değerlendirme üzerine başlayan soruşturma ve tutuklanan gazeteciler ise, AKP iktidarına karşı eleştiriler getirebilecek kesimleri sindirdi veya bunu yapanlar hiç düşünmeden darbeci olarak yaftalandı.
2013 senesinde başlayan rüşvet ve yolsuzluk soruşturması da benzer bir tabloyu ortaya çıkarttı. AKP, bu davaları devlet içerisinde kümelenmiş Gülen Cemaati’nin hükumeti yıkma teşebbüsü olarak yorumladı. Bahsi geçen cemaatin devlet içindeki kadrolaşması ağırlıklı olarak AKP döneminde olmasına rağmen, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, kamuoyundan bu grupla mücadele etmek için destek istedi. Yeni mutlak kötü artık bürokrasiyi ele geçirmiş bir çete olarak tanımlanan cemaat olmuştu ve AKP, bu kötülükle mücadele eden mutlak iyi olarak kendisini konumlandırmayı başardı. Denebilir ki, 2014 senesindeki yerel seçimlerde ve başkanlık seçimlerinde bu mücadelenin ahlaki tarafında yer almak AKP’nin seçim başarılarında önemli bir rol oynadı. Ne var ki, mesele bir suç ile mücadele etmenin çok ötesine geçti ve ifade özgürlüğü konusunda ciddi problemler üretti. Gülen Cemaati’nin devlet içinde olmayan dolayısıyla suça bizzat iştirak etmeyen, devletin dışında kalan sivil kurumları kamu müdahalesine maruz kaldı. Bu cemaate yakınlığıyla bilinen ve AKP hükumetine yönelik eleştirel bir yayın politikası izleyen gazete ve televizyon kanalları bir şekilde tasfiye edildi. Mesele sadece Gülen cemaati sempatizanları ile de sınırlı kalmadı. Hükumetin cemaat ile mücadele ederken uyguladığı yöntemleri eleştiren ve Kemalist geçmişe sahip olmayan her liberal ve muhafazakâr (ve hatta milliyetçi) anında cemaat yanlısı olarak suçlandı. Kamu bütçesinin şeffaflaşma sorunundan bahseden, yargı erkinin bağımsızlığını yitirdiğini iddia eden veya Kürt sorununu çözme metodolojisini eleştiren, yani hükümetin cemaat ile olan mücadelesinin dışında kalan alanlardaki icraatlarından memnun olmayan kim varsa moda tabir ile “paralelci” ilan edildi. Hikaye değişmedi, AKP bir kötü ile mücadele ederken kendisi ile beraber olmayan herkesi o kötünün bir parçası olarak gördü ve onların ifade hürriyetini Ergenekon dönemine benzer bir polemik terörü ile sindirmeyi başardı.
AKP’nin ifade özgürlüğü ile olan sorunlu ilişkisi 2013 yılının ilk günlerinde başlayan çözüm süreciyle ve aynı sürecin 7 Haziran 2015 genel seçimlerinden sonra bitmesiyle beraber bir kez daha gözle görünür hale geldi. 2013 senesinin Ocak ayında başlayan ve Kürt sorunun barışçıl yollardan çözümü için hükumet ve PKK arasındaki görüşmeler bir ateşkesi beraberinde getirdi ve sorunun kalıcı çözümü için bir müzakere sürecinin başlayacağı ilan edildi. Ne var ki bu süreç şeffaf bir şekilde ilerlemedi ve parlamento üyeleri dahil hiç kimse, sürecin içeriği konusunda bilgi sahibi olamadı. Buna rağmen, kategorik iyi ve kategorik kötü arasındaki ikilik AKP tarafından bir kere daha ön plana çıkartıldı. Diğer bir ifadeyle, AKP savaşı ve ölümleri sorgulanamaz “kötü” olarak gördü ve kendisini bu “kötü” ile mücadele eden “iyi” olarak tanımladı. Çözüm süreci devam ederken, AKP ve yanında kümelenen entelektüelimsi medya mensupları, AKP’ye yönelik her eleştiriyi ölüm ve savaş çığırtkanlığı olarak nitelendirdiler. 2013 senesinin Nisan ayında Taraf Gazetesi’nden istifa eden 19 gazeteci, Taraf’ın editoryal politikasını eleştirdi ve AKP hükumetinin demokrasi konusundaki zafiyetlerini öne çıkartmanın çözüm sürecini bitirmeyi amaçladığını öne sürdü. Zira, gerek Gezi Protestoları gerekse rüşvet ve yolsuzluk soruşturmaları AKP tarafından birer özgürlük ve şeffaflaşma çağrısı yerine çözüm sürecinin altını oymayı hedefleyen teşebbüsler olarak değerlendirildi. Günün sonunda, AKP’nin “kötü” olan savaş ve ölümlere karşı mücadele etmek için olabildiğince güçlü kalması, eleştirilerden muaf olması ve korunup kollanmasına yönelik bir anlayış ortaya çıktı. Bu düşünce ise beraberinde, AKP hükumetine yönelik her türlü eleştirinin aşağılandığı ve kriminalize edildiği bir ortamı doğurdu.
Enteresan bir şekilde, iyi ve kötü kavramları 7 Haziran genel seçimlerinden sonra, AKP parlamento çoğunluğunu kaybettikten sonra da ortaya çıktı. Seçimlerden Kürt siyasal hareketinin temsilcisi olarak HDP başarı ile çıktı ve oyların %13’ünü alarak parlamentoda 550 milletvekili üzerinden 80 sandalye kazandı. Mamafih, bu başarı çözüm sürecinin meclis çerçevesinde ve daha şeffaf ve kurumsal bir şekilde ilerlemesine yetmedi. HDP bir siyasi muhatap olarak görülmedi, çıkan sonuçlardan memnun olmayan AKP hiçbir partiye ciddi bir koalisyon teklifiyle gitmedi ve Cumhurbaşkanı gözetiminde kurulan kabine ülkeyi erken seçime götürdü. Bu durum aynı zamanda, çözüm sürecinin bitmesi anlamına da geliyordu. Hükumeti somut adım atmamakla suçlayan PKK alelacele şiddet ajandasına geri dönerken, AKP ise milliyetçi ve militarist bir söylemi çoktan benimsemişti. Çatışmalar yeniden başladı ve iyi ve kötü kavramları yeniden tanımlandı. Kötü olan, daha birkaç ay öncesine kadar aynı masada oturulan ve müzakere edilen PKK olarak tanımlandı ve AKP ülkenin birlik ve bütünlüğünü iyi olarak tanımladı ve bu geminin dümenine geçti. Bu sayede, 1 Kasım erken seçimlerinde birçok milliyetçi seçmeni kendisine oy vermeye ikna etti ve çoğunluğu tekrar sağladı. Başkanlık sisteminin tartışılması ve referandum ihtimalinin canlı olması ise bu durumun bir süre devam edeceğini gösteriyor.
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, 7 Haziran sonrası yeniden tanımlanan iyi ve kötünün ifade hürriyeti üzerinde de hatırı sayılır derecede olumsuz bir etkisi oldu. AKP hükumeti, her zaman kullandığı yolu takip ederek, kötüye karşı yürüttüğü mücadelesinde iyiyi temsil ettiğini iddia etti ve iyinin yanında yer almayan herkesi kötünün bir parçası kabul etti. Bu durum, özellikle Kürt sorununun silahsız ve barışçıl çözümünün mümkün olabileceğini düşünen insanları etkiledi. Yani, iyiyi temsil eden AKP’nin kötü ile mücadele metodolojisini eleştiren insanların ifade hürriyetleri büyük tehlike altına girdi. Öncelikle Barış için imza toplayan akademisyenler terör örgütüne destek verdikleri iddiasıyla kamuoyu önünde suçlu ilan edildi ve hemen ardından imzacılar arasından Esra Mungan, Muzaffer Kaya ve Kıvanç Ersoy tutuklandı. Terör tanımının genişletilmesi gündeme geldi ve bu tanımın ifade özgürlüğünü göz ardı edebileceği tartışıldı. Nihai tahlilde, ifade hürriyeti bir kez daha AKP’nin bir iktidarını sürdürme stratejisi olarak benimsediği iyi-kötü diyalektiğinin kurbanı oldu.
Thomas Paine diyor ki, hükumetler vergileri savaşları finanse etmek için yükseltmezler, vergileri yükseltmek için savaşırlar. Yani, bir güvenlik tehdidinin ve sorgulanamayacak kadar kötü bir kavramın hükümetler tarafından üretildiğini ima ediyor. Vatandaşlarından daha fazla para toplamak isteyen hükumetlerin bir meşru zemine ihtiyaç duyduğunu da ekliyor. Bu duruma ifade hürriyetini de ilave etmek gerekiyor. Zira, bu meşruluk tiyatrosunu bozacak, maskesini indirebilecek yegane şey insanların özgürce düşüncelerini ifade etmelerinden başka bir şey değil. Bu sayede, bir hükumetin gerçek amacının bir kötü ile mücadele mi etmek yoksa vatandaşlardan aldıkları vergilerin hesabını vermekten kaçmak mı olduğunu anlayabiliriz. Ve eğer ifade özgürlüğü filtresi korunmaz ve ortaya çıkan herhangi bir olağanüstü durum veya ahlaki mücadele gerekçesiyle askıya alınırsa, bir hükümetin yapay olağanüstü durumlar ve ahlaki mücadeleler icat etmemesi için hiçbir engel kalmayacaktır. Dolayısıyla, ifade özgürlüğü filtresinin varlığı bizler için, bir hükumetin içine girdiği mücadelenin doğası ve amaçları hakkında da bir şeyler söylemektedir. Herhangi bir olağanüstü durum veya ahlaki mücadeleye girmiş bir hükumetin ilk hedefi ifade hürriyetini kısıtlamak ise onun amacının bir kötüyü alt etmek veya bir iyiyi gerçekleştirmek olmadığı; bunun yerine kendisini eleştiriden muaf ve iktidarını daim kılmak olduğu sonucuna ulaşabiliriz.
Bu çerçeve, Türkiye’nin son 15 senedir yaşadığı hikâyeyi de kavramsallaştırmaya yetiyor. Kendisini sürekli olarak ahlakın ve iyinin savunucusu olarak konumlandıran AKP’nin, kötü olana karşı verdiği bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar ve bu savaş durumunun yarattığı olağanüstü dönemler bahanesiyle ifade hürriyeti prensibini ihlal etme alışkanlığı ülkeyi kutuplaşma ve otoriterlik gibi bir noktaya sürüklemiş görünüyor. Bu kilidi açmanın tek bir yolu olduğunu söylüyorum: Askeri darbe, devlet içinde çeteleşme veya terörizm destekçisi olarak muamele görmeden iktidarı eleştirebilme özgürlüğü. Bu özgürlüğü, yasal yaptırımlar ile doğrudan ve ekonomik bağımlılık ilişkileri üzerinden de dolaylı olarak ihlal etmek ve ifade sahiplerini kriminalize etmek mevcut AKP iktidarını denetimsiz dokunulmaz kılmaktadır. Bunun kadar tehlikeli olan başka bir durum ise, ifade özgürlüğünün olmadığı durumlarda, iktidarın kendisini yeniden üretmek için, yeni savaşlar icat etmesinin önünde hiçbir engelin kalmamasıdır. Bu savaşların bireyler üzerinde yarattığı ahlaki bir alanda konumlanma baskısı ve bu alanın dışında kalma korkusu hikmetinden sual olunmayan bir devlete karşı bireyin korunaksız kalması ve köleleşmesinden başka bir sonuç üretmeyecektir.
Tam olarak bu gerekçe bizleri, ifade hürriyeti filtresini hiçbir koşul altında gözden çıkartmamaya sevk etmelidir. Kategorik olarak reddedemeyeceğimiz bir kötüyü karşımıza çıkartan ve onunla mücadele ettiğini ilan eden devletin peşine köye gelen valinin makam aracının arkasından koşturan çocuklar gibi takılmamak gerekir. Zira, kötü olan ile mücadele etmek için susmamızı talep eden hükumet, susmaya devam etmemiz için mücadele edecek bir kötüyü her zaman bulmaya kadirdir. Asıl kötülük de budur.
Doç.Dr. Burak Bilgehan Özpek
TOBB Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi