Buse
30eksi
Published in
8 min readAug 25, 2019

--

Dünden Bugüne Türkçe ve Dönüşen Dünya Karşısında Türkçenin Millîliği Meselesi

Topluluk hâlinde yaşayacak fıtratta yaratılan ve toplumda kendine bir yer edinip kimlik sahibi olan insan, diğer fertlerle iletişim kurma ihtiyacı duyar. Bu ihtiyacın giderilmesi noktasında karşımıza bir vasıta olarak dilin çıktığını görürüz. Sağlıklı bir iletişimin gerçekleşmesi için dil bilmek yetmez, dili bilmek gerekir. Bundan başka; dilin şuurunu idrak etmek ve onu hem doğru hem güzel kullanmak da bu hususta önem arz eder. Bunlardan mahrum olanlar hem insanlarla olan ilişkisinde hem dilinde, dolayısıyla kimliğinde bir tahribata yol açar. Şuur sahipleri ise millî kültürün ve kendi kimliğinin, geçmişten bugüne taşındığı gibi, bugünden yarına taşınmasının dil vasıtasıyla gerçekleşeceğini bilir. Canlı bir varlık olan dilinin özünü değişimler karşısında muhafaza etmek için gayret gösterir.
Dilimiz Türkçe, ulaşabildiğimiz en eski yazılı kaynaklarımız olan Orhun Abidelerinden bu yana, dilin canlılığı hususunda bir kanıt niteliğinde olmuştur. Din değişikliği, göç, ticaret gibi çeşitli siyasî ve içtimaî sebepler etkisini ilk olarak dilde göstermiş; dilin gerek yapısında gerek kelime haznesinde birtakım değişiklikler meydana getirmiştir. Türkçenin 11. yy’a kadar tek bir yazı dilinin olması, konuşma dilinde farklı ağızların bulunmadığı anlamına gelmez. Coğrafî olarak birbirinden uzak bölgelere düşen Türk boyları; gittikleri yerlerde kendi ağızlarını geliştirmiş ve zamanla diğer boyların ağız özelliklerini bünyesinde sindirerek ayrı bir yazı dili meydana getirmiştir. Böylelikle 11. yy’dan itibaren kollara ayrılan Türkçe, kendine geniş bir yayılma alanı bularak zenginleşmiştir.

Zaman İçinde Türkçe

Eski Türkçe dönemine dâhil edilen, dilin anlatım gücünün ve ifade zenginliğinin soyut kavramlarla taşa işlendiği Göktürkçeden sonra; yeni bir dinin ve yaşam tarzının ifadesi için imkânlarından büyük ölçüde yararlanılan Uygur Türkçesi karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde Maniheizm, Budizm ve yerleşik hayata dair terimlerin dile girmesiyle zengin bir terminoloji oluşmuştur. Sonrasında İslâmiyet’in kabulüyle, bu dine ait terimler için de Uygur Türkçesinden faydalanılmıştır.

Günümüzde konuşup yazdığımız Türkiye Türkçesinin temelini teşkil eden Batı (Eski Oğuz) Türkçesinde ise bu durum bir yerden sonra değişmiştir. Beylikler döneminde serpilip gelişen, hakkında ferman çıkarıldığı iddia edilen Türkçe, Osmanlı dönemine gelindiğinde Arapça ve Farsça tahakkümüyle karşı karşıya kalmıştır. Bilim dilinin Arapça, edebiyat dilinin Farsça olması sebebiyle Osmanlı aydınları her iki dile de vâkıf olmuştur. Aydınlar zamanla kendilerini bu iki dilin görkemine kaptırmış, Türkçe karşılığı olduğu hâlde Arapça-Farsça kelimeleri kullanma ve yer yer Türkçeyi yetersiz görüp aşağılama gafletine düşmüşlerdir. Bu durum zamanla Türkçe kelimelerin unutulmasına, hatta dilin yapısının bile değişmesine yol açmıştır. Bu dönemde hem kelime haznesi hem söz diziminin kendi aydınlarımız tarafından istilaya uğratılması vahim bir olay olarak karşımızda durmaktadır.
Türkçenin üstündeki bu kara bulutların dağılmaya başlaması, 1839’da Gülhâne Hatt-ı Hümâyun ile baş gösteren Tanzimat dönemine tekabül eder. Tanzimat’ta yeni düşüncelerin halka ulaşabilmesi için dilde bir sadeleşmeye gitme ihtiyacı doğmuş ve "Sanat toplum içindir." anlayışı revaç bulmuştur. Bu dönemdeki çalışmaların ne kadar başarılı olduğu tartışılır fakat dilin bir çıkmaza girdiği dönemde cereyan eden sadeleşme fikri ve çabaları dikkate değerdir.
Tanzimat’la dağılmaya başlayan kara bulutlar, Servet-i Fünûn döneminde Türkçenin üstünde tekrardan dönmeye başlamıştır. Dönem aydınları, Arapça ve Farsça sözlüklerde bile unutulmaya yüz tutmuş kelimelerle tamlamalar yapıp sunî bir dil yaratmışlar ve bunu üstünlük olarak görmüşlerdir. Böylelikle halka hitap etmeyen, halktan olmayan bir dil inşa edilmiştir.

Dil Çıkmazı Karşısında Genç Kalemler ve Yeni Lisân Hareketi

Ömer Seyfettin’in "Geliniz Cânib Bey, edebiyatta, lisânda bir ihtilâl vücuda getirelim." davetiyle toprağın bağrına bırakılan tohum... Ali Canip Yöntem’in gençlere "Birleşiniz, sizi ve vatanınızı kurtaracak yeni lisânı kabul ediniz." çağrısıyla tohumu besleyen su... Genç Kalemler Tahrir Heyeti’nin "Türkçeye yabancılar değil, yalnız kendi kaidelerimiz hâkim olmalıdır." cümlesiyle topraktan baş gösteren iki yaprak... Said Paşa’nın "Arapça isteyen Urban’a gitsin/Acemce isteyen İran’a gitsin/Frenkliler Frengistan’a gitsin/Ki biz Türk’üz bize Türkçe gerektir" dörtlüğüyle boy veren fidan... Ziya Gökalp’ın "Uydurma söz yapmayız/Yapma yola sapmayız/Türkçeleşmiş Türkçedir/Eski köke tapmayız" anlayışıyla budaklanan ve ululaşan çınar...
Bir tesadüf sonucu aynı zamanlarda Selânik’te bulunan Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökalp; ismi Hüsn ve Şiir’den Genç Kalemler’e çevrilen derginin etrafında buluştuklarında ortada henüz bir dil meselesi yoktu. Genç Kalemler etrafında budaklanacak çınarın tohumunu Ömer Seyfettin Ali Canip Yöntem’e yazdığı bir mektupla atmıştır.
"...Sa’yimin esasını teşkil edecek noktalar pek basit: Arapça ve Farsça terkiplerin hiç lüzumu yoktur. Bunlar ancak süs içindir. Kimin gösterecek, teşhir edecek fikri yoksa onları çok kullanır. Eğer terkipler terk olunursa tasfiyede büyük bir adım atılmış olmaz mı?
Bunu yalnızca başaramam. Geliniz Cânib Bey, edebiyatta, lisânda bir ihtilal vücuda getirelim. Ah büyük fikir, sa’y, sebat ister..."

Ali Canip Yöntem ile Ziya Gökalp’ın bu çağrıyı olumlu karşılaması sonucu 8 Nisan 1911’de, Ömer Seyfettin, "Yeni Lisân" makalesini imzasız olarak Genç Kalemler’de neşretmiştir. Makalede, artık kalıplaşmış ve Türkçeleşmiş olanlar dışında, Arapça-Farsça tamlamaların kullanılmaması; yine bu dillere ait çokluk eklerinin terkedilmesi telkin edilmiştir. Bu makale, aynı zamanda Osmanlı Türkçesi döneminden Türkiye Türkçesine geçişin izidir. Böylelikle tohum çatlamış ve gölgesinde ferahlık bulunacak bir çınarın muştusu verilmiştir.
Millî bir edebiyat oluşturmanın ancak dilin millîliğiyle sağlanacağı görüşünde olan Genç Kalemler, Türk dilinin ifade kudretini yeniden gösterme çabası içinde olmuşlardır. Dili yalnızca bir edebî mesele olarak değil, varlığımızın sebebi olarak ele almış ve ona yeni bir yön tayin etmişlerdir. Yeni Lisân’ın öncüsü Ömer Seyfettin, Yeni Lisân’a hız kazandıran Ali Canip Yöntem, Yeni Lisân’ı millî bir mesele hâline getirip fikir yönüyle işleyen ise Ziya Gökalp olmuştur.

Dil, bir Türk milliyetçisi olan Mustafa Kemal Atatürk’ün de üstünde sıklıkla durduğu bir mesele olmuştur. "Milliyetin çok bâriz vasıflarından birisi, kıymetli esaslarından birisi dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel ve behemahâl Türkçe konuşmalıdır." diyen Atatürk, Türkiye Cumhuriyetini kurarken de sonrasında da dil bahsini yabana atmamıştır.
1924’te halka Latin harflerini benimsetme gayretlerinin de olduğu hazırlıklar başlamış, 1926’da çeşitli milletlerden Türkologların girişimiyle Bakü’de kongre toplanmış ve sonucunda tüm Türkler için Birleştirilmiş Türk Elibası kabul edilmiştir. Türk harfleri, Türkiye’de 1 Kasım 1928’de kabul edilip 3 Kasım 1928’de kanunlaşmıştır. Günümüzde hâlâ tartışma konusu olan alfabe değişikliği, Türkiye’de özellikle İslâmcı kesimin ifade ettiği gibi "bir gecede cahil kalmak" kadar sığ bir mesele değildir. Cumhuriyet öncesinde de üzerinde tartışılan, çalışmalar yapılan bir husus; bu millet dedelerinin mezar taşını okuyamaz hâle gelsin düşüncesiyle tekrar masaya yatırılmamıştır. Alfabe değişikliğine ancak Türk dili ve Türk kültürü esas alınarak yapılan eleştiriler ciddiye alınabilir. Aksi demagojiden başka bir şey değildir.

Türk diline dair çok tartışılan konulardan birisi de Servet-i Fünûn’a karşı Fuat Kösearif’in ortaya attığı tasfiyecilik hareketidir. Alfabe değiştikten sonra Türkçenin sadeleşmesi üzerinde duran Atatürk, bu süreçte bir süre dilde tasfiyecilik yanlışına düşmüşse de sonrasında dile dışarıdan yapılan bir müdahalenin vereceği zararları anlayıp bu yanlıştan dönmüştür. Tasfiyeciliğin önünü kesen "Türkçeleşmiş Türkçedir" anlayışıyla, Türkçenin fonetik yapısına uygun hâle gelen kelimelere dokunulmamıştır.
Türkler at üstünde kılıç kuşanıp gönülleri ve toprakları fethetmekle kalmamış, kelimeleri de fethetmişlerdir. Topraklar nasıl Türkleştirildiyse kelimeler de öyle Türkleştirilmiş ve bizim olmuştur. Atalarımız, her çiçekten öz alıp kendi balını üreten arı gibi, çeşitli kültürlerle iletişim hâlinde olmuş ve lezzetine doyulmayan bir Türkçe vücuda getirmiştir. Bir gideri olmayan su, durduğu yerde ancak kirlenip kokar. Oysa Türkçemiz bir ırmak gibidir. Gürül gürül akan, başka ırmaklara karışan, ucu deryalara ulaşan, insana ferahlık bahşeden bir ırmak... Onda Türk’ün hikmeti, inceliği, güzel söyleyişi gizlenmiştir ve ancak dilin kıymetini bilenlere kendilerini gösterirler. Türkçe böyleyken ve onun kelimeleri halkın belleğinde yer edinmişken, sevgililer birbirlerini o kelimelerle sevmiş, anneler merhametini o kelimelere giydirmiş, dostlar muhabbeti o kelimelerle paylaşmışken, hangi sebeple uydurmacılık gibi sunî bir yöntemle yerine başkaları koyulabilir? "Yâd" Farsçadan, "meyil" Arapçadan dilimize geçmiş kelimelerdir. Gevherî "Korkarım yâd ele meyil veresin" derken bizden daha mı az Türk’tü ve Türkçeden başka bir dil mi konuşuyordu? Hiçbir dil yoktur ki başka dillerden kelime almamış olsun. Nihad Sâmi Banarlı, bu noktada bir dilin bütün kelimelerin millî olamayacağının fakat sesinin mutlaka millî olacağının altını çizmiştir. "Station" kelimesinin "istasyon", "çâryek" kelimesinin "çeyrek" olması söyleyişteki bu millîliğin nişanıdır.

Teknoloji, Sosyal Medya ve Gençlik Karşısında Türkçe

Dünya öyle bir hızla dönüşüyor ki artık binlerce kilometre uzakta sandığımız bir olay anında cebimizde belirir; evimiz, ailemiz, yiyip içtiklerimiz başkalarının önüne tüm şeffaflığıyla serilir oldu. İnternet ve sosyal medya kullanımı bir yandan mahremiyeti tehdit ederken bir yandan da dilde sarsıntılar meydana getirdi. Bir milletin yaşam tarzına dair ne varsa kendisine dilde yer edinir, dilin kelime kadrosuna ve kelimelerin anlamına etki eder. Dolayısıyla bilgisayar ve telefon gibi cihazlar yalnızca hayatımıza girmekle kalmamış, beraberinde pek çok terimin Türkçede karşılanma ihtiyacını da getirmiştir. Binlerce bilişim teriminin isim babası olan Prof. Dr. Aydın Köksal, bu alanda çok başarılı çalışmalara imza atmıştır. 1973 yapımı "Turist Ömer Uzay Yolunda" filminde bilgisayara "kompüter" dendiği görülmektedir. Cengiz Dağcı da 1985 tarihli bir günlüğünde "ev kompüterleri" tâbirine yer vermiştir. Oysa Aydın Köksal, 1969’da ortaya "bilgisayar" kelimesini sürmüş fakat kabul görülüp yaygınlaşması zaman almıştır. Köksal, bu konudaki çalışmalarını şöyle anlatıyor:
"Bilgisayar sözcüğünü ilk kez 1969’da firmalara sistem kiralanması için yaptığımız duyuruda kullandık: "Hacettepe Üniversitesi’ne bir bilgisayar sistemi kiralanacaktır!" Türkiye’de o gün bugündür bilgisayar kullanılıyor. Bilişim, iletişim de içeride 2500’ün üzerinde Türkçe bilişim terimi önerdim. Bu terimlerin 704’ünün ilk kez kamuoyuna duyurulması EMO Elektrik Mühendisliği Dergisinin Ağustos-Eylül 1971 Bilişim Özel Sayısı’nda gerçekleşti. 1978’de Bilişim Terimleri ve Öneriler Kılavuzu TBD tarafından basıldı. Sözlüğü 1981’de Türk Dil Kurumu yayımladı."
Bilgisayar kelimesinin çeşitli basın ortamlarında kullanılması, halk tarafından benimsenmesini sağlamıştır. Görülüyor ki önerilen bir Türkçe kelimenin milletin hafızasında yer edinmesi belli bir sürece ve gayrete bağlıdır. Köksal’ın bu gayreti, Türklüğe ve Türkçeye olan sevgisi ne yazık ki günümüzde pek az insanda var. Özellikle biz gençlerin etrafındaki sosyal medya cereyanı dilimizi, hem de biz farkında bile olmadan, tahrip ediyor. Biz "dört çubuk" anlamındaki "çârçûbe"yi "çerçeve" şeklinde Türkçeleştiren bir millettik. Bugün geldiğimiz noktada ise "timeline"da dolaşıp birbirimize "like" atıyoruz, "burger" yiyoruz, "trekking" yapıyoruz, "story" paylaşıyoruz, "spoiler" veriyoruz. Dildeki estetik ve şuurla birlikte söyleyişteki millîliği de yitirdik. Elbette yabancı dil öğrenilebilir ve konuşulabilir fakat dilleri birbirine karıştırarak konuşmanın faydası olmadığı gibi zararı vardır. Bu karışıklığın en çok görüldüğü ve bir kirliliğe sebep olduğu yerlerden birisi de sokaklar. Bir tabela terörüyle karşı karşıya olduğumuzu söylemek çok da abartılı olmayacaktır. Daha havalı olduğu düşünülerek İngilizce isimlerin tercih edildiği işletmelerin yanında, son yıllarda Suriye’den gelenler sebebiyle Arapça da yaygın olarak görülmeye başlandı. Bunlardan daha vahimi ise "Tavukchum" gibi ne idiği belirsiz kelimelerin tabelalarda kendine yer edinmesi.

Atatürk şöyle demiştir: "Her milletin kendine mahsus gelenekleri, kendine göre millî hususiyetleri vardır. Hiçbir millet aynen diğer bir milletin taklitçisi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet ne taklit ettiği milletin aynı olabilir ne de kendi milliyeti içinde kalabilir. Bunun neticesi şüphesiz ki acıdır." Yetişmekte olan neslin düzgün bir Türkçeyle konuşup yazması için ders kitaplarından televizyonlara, reklam panolarından telefondaki uygulamalara kadar pek çok alanda dilin kullanımına özen gösterilmesi elzemdir. Gençlerin gamsızlığı ve düştükleri özenme bataklığı korkarım ki şifası mümkün olmayan hastalıklara sebep olacak. Oysa gençler, Atatürk’ün "Ey yükselen yeni nesil! İstikbâl sizindir." cümlelerini aklından çıkarmamalı; millî kültürü omuzlarında geleceğe taşıyıp milletin canlılığını daim kılacak kişilerin, kendilerinden başkası olmadığını unutmamalıdır. Oktay Sinanoğlu, "Türk kimdir?" sorusuna "Türk her şeyden önce dili Türkçe olandır." diye cevap vermiş ve eklemiştir: "Bir insanın dili ne kadar Türkçe ise onu o kadar Türk saymalıyız." Belki de Türk düşüncesinin yarınki aydını olacak gençler, her şeyden önce kendisini bir kimlik sahibi yapan dilini bilmeli ve korumalı; Türklerin var olmasının, Türkçenin var olmasından ayrı bir bahis olmadığını bir an bile unutmamalıdır.
Kalbi Türklük için atan herkesin Türkçe diye bir derdi olsun, olsun ki bize teslim edilen emanetlerin ihanetçisi durumuna düşmeyelim. Olsun ki Dündar Taşer’in "cemiyete emniyet veren nesil" dediği hayat bulsun ve Türkçeyle birlikte Türklük de varlığını korusun.

--

--