Sakin ve İçten Bir Drama: Blue Jay (2016)

82ekran
82ekran
Published in
4 min readDec 22, 2020

Yıllar sonra, lise yıllarındaki en büyük aşkınızla karşılaşsanız tepkiniz ne olurdu? Ona nasıl davranırdınız? İşte Blue Jay, klişe gibi görünen bu konudan filizlenen ancak izleyicisine dramatik çatısı sağlam kurulmuş, romantik soslu bir seyirlik armağan etmeyi başaran bir film. Yönetmenliğini Alex Lehmann’ın üstlendiği, başrollerini ise Mark Duplass ile Sarah Paulson’un paylaştığı film, aynı zamanda siyah-beyaz yapısıyla da dikkat çekmeyi başarıyor.

Amanda ve Jim, lise yıllarında beraber olmuş akabinde ise kendi yollarına gitmiş iki eski sevgilidir. Günün birinde, Amanda’nın liseyi okuduğu kasabaya kardeşini ziyaret etmek için dönmesi, hala orada yaşayan Jim ile yolunun kesişmesine neden olur. Bu dakikadan itibaren geçmişin masumane tarafını deşmeye karar veren bu ikili, eğlenceli başlayan günün sonunda kendilerini bir hesaplaşma içerisinde bulur.

Blue Jay, konusu itibari ile alışılagelmiş bir romantik film gibi dursa da, işleniş biçimi ve doğallıyla muadillerinden ayrılan bir başarılı bir drama. En başta söylemek de yarar var. Karşımızdaki film, iki eski sevgilinin buluşmasından ziyade, onların içindeki çocuğu dışa vurmasının anlatısı. Hadi itiraf edelim. Hepimiz, günün birinde en büyük aşkımız ile yeniden karşılaşmayı hayal etmişizdir. O an, nasıl davranacağımızı düşünmüş ve neler olabileceği üzerine fikir yürütmüşüzdür. Blue Jay’in özeline döndüğümüzde ise, bu durumun fazlasıyla naif ve gerçekçi bir şekilde aktarıldığını söylemekte yarar var. Birbirlerinden sonra hayatları pek de rayında gitmeyen Amanda ile Jim’in buluşması, aslında onlara oyun gibi görünen bir ikinci şansın kapısını açar. Böylelikle karakterlerimiz, “Peki, ayrılmasaydık ne olabilirdi?” sorusu üzerinden kendi içlerinde yatan çocuğa ulaşmanın mutluluğunu yaşarlar.

Ne denli olgunlaşıp, ciddiyetten taviz vermemek için çabalasak da, hatta yaşımız ne kadar kelli felli de olsa, hepimizin içinde yatan ve dışarı çıkmak adına hazır kıta bekleyen bir çocuk olduğu da aşikardır. İşte, Blue Jay’in en büyük artısı da tam olarak burada gizli. Birbirlerinden sonra büyümek zorunda kalmış, o günkü masumiyete asla dönememiş Amanda ve Jim’in tek gailesi, bir günlüğüne bile olsa, geçmişin o tertemiz sayfasında kaybolmak ve o derinlerdeki çocuğa ulaşabilmek. Keza film bu durumu öylesine içten bir şekilde işliyor ki, hem yaşananlar hem de karakterler arasında vuku bulan diyaloglar karşısında tebessüm etmek ve o samimiyet karşısında filme pozitif duygular beslemek de kaçınılmaz bir süreç halini alıyor.

Filmi keyifli bir seyirlik haline çeviren ana etmenlerden birisi de hiç kuşku yok ki biçimi. Öncelikle siyah-beyaz çekilme tercihinin, alt metinde gizli olan yalnızlık temasına birebir hizmet ettiğini söylemek mümkün. Yönetmen Lehmann böylelikle, henüz en başta hikâyesinin farklı bir tonda ilerleyeceğinin mesajını da veriyor. Kaldı ki Blue Jay, her ne kadar romantik soslarla bezeli olsa da, dramatik öğelerini daha fazla ön plana çıkarmayı yeğleyen ve böylelikle bayalığı kapı dışarı eden bir film.

En başta da belirttiğim üzere Blue Jay, dramatik çatısını doğru kurmuş ve bundan harikulade şekilde beslenen duygu yüklü bir film. Jim’in yalnızlığını ve umarsız bir kaybeden oluşunu anbean betimleyen, Amanda’nın içinde bulunduğu sancılı süreci ajite etmeden izleyicisine aktaran film, özellikle birçok farklı duyguyu aynı anda yaşatması ile takdiri ziyadesiyle hak ediyor. Sakin bir şekilde ilerleyen ve böylelikle, her an vuku bulabilecek hüznün kapısını açık bırakan Blue Jay, buna rağmen doğallığı ve oyuncuların üst düzey performansı ile sürpriz kahkahaları da izleyicisine armağan etmeyi es geçmiyor. Bu da filmi, makul süresiyle birleştirdiğimizde, keyifle izlenebilecek bir konuma yerleştiriyor.

Filmin en büyük artılarından biri ise, senaryo matematiğini en doğru şekilde kurmuş olması. Her aşkın acı yüklü bir bitiş şekli vardır; hele hele uzun yıllara yayılan bir ilişkiden bahsediyorsak. Keza Blue Jay’in özeline dönersek, Amanda ile Jim’in karşılaştıkları ilk anda gözlerinden okunan bu acının, filmin finaline dair vurucu bir sonu beraberinde getireceği de en başta tahmin edilen hususlardan. Ancak yönetmen Lehmann’ın bu durumu inci gibi işlemesi, acının yer yer unutulmasına ve karakterlerin neşesine ortak olunmasına vesile oluyor. Böylelikle Amanda ile Jim’in, neden ayrıldıkları sorusu, finale dek önemi yitiriyor ve karakterlerin yalnızlığından nevi şahsına münhasır bir eğlence ortaya çıkması da mümkün hale geliyor.

Gelelim oyunculuklara. Eğer ki, Blue Jay için birtakım övgüler sıralayabiliyorsak, bundaki en büyük pay sahibi isimlerin başında da Mark Duplass ile Sarah Paulson geliyor. Finaldeki performansını bir kenara koyarsak, Mark Duplass’ın amiyane tabirle “Loser” bir karakterini muazzam betimlediğini söylemek pekâlâ mümkün. Ancak, Amanda’ya hayat veren Sarah Paulson’ın filmin asıl starı olduğu da aşikâr. Özellikle, anlatının keskin virajlarında bir an olsun sırıtmayan ve ani duygu geçişlerinde üst düzey bir performans sergileyen oyuncu, filmin dramatik yönüne harikulade bir katkı sağlıyor. Kaldı ki, tüm filmi iki karakterin omuzlarına bırakan ve onların doğaçlama yeteneğine güvenen Lehmann’ın, bu noktada oyuncu seçiminden maksimum verim aldığı da su götürmez bir gerçek.

İki eski sevgilinin yıllar sonra yolunun kesişmesini ve onların geçmişe yolculuğunu konu alan Blue Jay, kısa süresi, sakin yapısı ve anbean sürprize gebe duruşuyla muadillerinden ayrılan, farklı ve bir o kadar da içten bir drama. Başrolüne yerleştirdiği iki karakterin omuzlarında yükselen ve onların doğallığı sayesinde inandırıcılık dozajını maksimum seviyeye çıkaran film, hepimizin içinde saklı tuttuğu, “Eski sevgilimle yıllar sonra karşılaşsam ne olur?” sorusuna verilmiş en özgün cevap niteliğinde. Geçmişin, güzel anılarla bezeli olduğunu izleyicisini anımsatan, buna rağmen geçmişin asla gelecek olamayacağını da vurgulayan film, romantik dokunuşlu, sade anlatıları sevenlerin göz atması gereken türden bir iş.

82ekran için yazan: Polat Öziş

--

--