ANADOLU KAZAN BEN KEPÇE

Ali Küver
39 min readNov 2, 2019

--

Bu memleket şiir yazdırır! Onca ozan boşa değil. Bu yolculuktan sonra bir düz yazı değil, şiir yazasım geldi de… bakalım, dilimiz döner mi?

Yine bir bayram tatili ve yaklaşık 10 günlük çalışma arası ve işte alikettup yollara vurdu kendini. Bu sefer ışığa, doğuya doğru döndü yüzünü, gözünü, gönlünü… Yola çıkmadan kulak verdi bir dervişe ve kendi kendine dedi ki;

Izdırabın sonu yok sanma, bu alem de geçer,
Ömr-i fani gibidir, gün de geçer, dem de geçer,
Gam karar eyliyemez hande-i hurrem de geçer,
Devr-i şadi de geçer, gussa-i matem de geçer,
Gece gündüz yok olur, an-ı dem adem de geçer
(Neyzen Tevfik)

Detaysız rotam (kepçem) #AKGZroadtrip

Elbet geçer… Fani dünya, fani insanoğlu… Çok gamlanmamak, çok gamlamamak eyi olar. Sevdin mi sevildin mi kucakla, gıymatını bil! Bırak nefes alsın… Sen de ara ara yola çık, nefes al! Neşelen! Anla ki gürültü patırtı kopardığın meseleler incir çekirdeğini doldurmayor. Gittikçe, sevdiklerine yaklaşıyorsun, onlarla gönül bağın artayor, onlara dönüyorsun, kavuşuyorsun.

Bu ben — i ademe de böyle oldu; gittik, durulduk, berraklaştık, hafifledik, döndük, kucaklaştık. Hoş bulduk!

10 Ağustos 2019: Ben böyle trafik görmedim hayatımda; emniyet şeridi dahi dolu, dinlenme tesislerine kalabalıktan girilmiyor, yol üzerindeki şehirlerin giriş ve çıkışları neredeyse düğüm. “İnsanlar çok akıncı”. Ancak ilginç bir şey var havada; herkeste bir geniş sabır, tahammül, tebessüm… Ne bir korna, ne bir gerginlik var… Bayramlık ağız olsa gerek. Ne güzel!

Motorlu olmanın avantajı ile yol alıyorum. Bu defa istiyorum ki -olursa- akşama, ilk durağım olan köye varayım; Gümüşhacıköy… Filiz Yenge’nin köyü… Hep fotoğraflarını paylaşırdı e-sosyal medyada, ben de ne güzel yer, ne güzel muhabbet, bir gün gitmek görmek isterim derdim, o da sağ olsun, ne zaman istersen gel, ben olmasam da git, seni bilirler, ağırlarlar, derdi. Kısmet bu zamana imiş. Git git git… Yaklaşık 600 km. Çorum civarında öğrendim ki köy Gümüşhacıköy’de değilmiş, Göynücek’e bağlı İkizyaka imiş. Yani yoluma bir 100 km kadar daha eklenmiş oldu. O zaman dedim ki kendime yok, bugün bu yolu bitiremem, yoruldum. Tosya’yı geçer geçmez solda zirvesi düz sayılır tepeler ilgimi çekti. Yoldan çıkayım, buralara varayım da bir kamp yeri arayayım dedim. Karasapaca köyünün içine girdim, çeşme başındaki birkaç çocuğun meraklı bakışları arasından, köyün sonuna kadar gittim, yol bitiyor... Motoru geri döndürmeye çalışırken köyden Hüseyin yaklaştı, güler yüzle;

-ne yapıyorsun burda,

Meramımı anlattım.

-o tepelere yol yok ki!

-var mı peki buralarda çadır kurabileceğim uygun bir yer?

-yukarıda bizim köyün piknik alanı var, oraya çık, ateş yakacak yer, çardak, masa, su, hepsi var. Bayramın üçüncü günü de orada şenliğimiz olacak. Ama… yalnız sıkılmaz mısın orda ya?

-sıkılmam

-buralarda tuğla fabrikası mı vardı, diye sordum, yerdeki tuğla kırıklarından ötürü.

-he, hep vardı ama hepsi kapandı, kalmadı bir şey.

Hüseyin’in gözleri kan çanağı ve dışarı uğrak.

-haydi hava kararmadan ben varayım oraya, sağ ol!

-güle güle!

Karasapaca yaylasına doğru

Yaklaşık 5 km sürdükten sonra Hüseyin’in tarif ettiği yere geldim. Bir aile yukarıdaki çardaklara yayılmıştı. Selamlaştık.

-Merhaba, su nerde diye, seslendim. Çeşme ve yalakı gösterdiler.

-gel bir çay iç, diye seslendiler.

-geliyorum!

Önce az aşağıdaki tuvalete vardım (o bile var), sonra yanlarına gittim. Onlar da bu köylülermiş, bir kısmı İstanbul’dan tatil için köye gelmiş, sohbet ettik, buranın vaktiyle köyün yaylası olduğunu, artık yaylacılığın bittiğini öğrendim, bolca çay içtim. Konaklayacağımı öğrenince: Yaban domuzu oluyor buralarda, son zamanlarda köylere kadar iniyorlar, dediler. Şu denklemden söz ettiler: eskiden hayvancılık vardı, bitti, hayvancılık bitince kurtlar beslenecek hayvan bulamaz oldular, yok oldular, kurtlar yok olunca meydan yaban domuzlarına kaldı, zira domuzlarla kurtlar başa çıkıyordu. Bu denklemden yol boyunca Anadolu’nun farklı yerlerinde de söz ettiler. Domuz zararlı, dediler, tarlayı, toprağı sürüyor mahvediyor. Gerçi bu alanın etrafı dikenli telle çevrili, tellerin altı da betonla besli, beton olmasa orayı da kazar geçerler, kapıyı kapatırsan içeri giremezler, akreplere de dikkat et, çok olur buralarda, onlara bir şey diyemeyiz, dediler. Sonra toparlandılar. Odunlarını ve kömürlerini, ateş yakmak istersem diye bana bıraktılar. Uğurlaştık.

-bu gece burası bana emanet, merak etmeyin! :)

Sessizlik… Güneş tepelerin ardına düşmüştü… Telefonda, sevdiğim kadınla konuştum. Sevmekteyim… Sakinlik… Sinekler… Hamağımı kurdum. Ateş yaktım. Birkaç satır yazdım. Ay büyürken hamağa girdim. Belli ki yol boyunca büyük bir ay bana eşlik edecek. Kaynaşlı’da, benzin istasyonunda karşılaştığımız ve sağolsun, beni yemeğe davet eden motorcu arkadaş Mehmet, istediği gibi bu gece memleketi Diyarbekir’e varmış, ailesine kavuşmuş muydu acaba?

Mehmet

Serin ve az uykulu bir gece oldu.

11 Ağustos 2019: Sabah güneşten önce uyandım, çeşmede yüzümü yundum. Bir şeyler dürdüm, yedim. Çizmemden küçük bir akrep çıkardım, toparlandım ve meyve ağaçları arasından sürerek, ana yola çıktım.

Ana yoldan çıkınca haller güzelleşir. Sıkıntılar geride kalmıştı bile.

Karasapaca

Kızılırmak eşliğinde yola devam ettim. Coğrafya, kayalı tepelere dönüştü, Moğolistan’ı anımsattı. Burada yükseltiler daha çok ama. Çok büyük düzlüklere açılan tepebaşları… Oradan sanki bir adım atsam, İç Anadolu’nun platolarına sıçrayıvereceğim. Yol kenarında birbirinden cazip çay içme mekanları, dayanamadım, Gölbaşı mevkiinde birine oturdum. Çok güzel şarkılar çalıyor, sözleri o anı anlamlandırıyordu adeta...

Gölbaşı — Kargı

Davrandım ve yüzümde giderek büyüyen gülümseme ile Amasya’ya doğru sürdüm. Buralara varınca, yol kenarlarındaki tuz, leblebi, pirinç tabela ve tezgahlarının yerini meyve tabelaları almaya başladı. Göynücek yönüne saptım. Birkaç hafta önce Trakya’da aydınlık yüzleri ile karşılaşmaya geç kaldığım günebakanlar buradaydı.

Göynücek dolayları

Hay, gözünü sevdiğim Google Maps’i; beni köylerin içinden ara yollarından, neredeyse köylülerin bahçelerinden, taşlı tarla yollarından geçirdi, bu kavşakta bıraktı.

Anadolu da bir yer

Şikayetçi miydim, hayır. Yolu bulmak için biraz geri döndüm, navigasyon uygulamasının son metrelerde beni, çökmüş, (yaklaşık 20 metre derinliğinde ve çapındaki geniş bir çukura) bir yoldan geçirmeye çalışma ısrarını geri çevirdim, çukurun etrafından dolanıp devam ettim. Maps.me’yi ise halen alışkanlığım olmadığından kullanmıyordum. Oysa buralarda daha çok işe yarayabilirdi. Google çevrimdışı haritaları indirmemiştim ve Ilgaz eteklerinden itibaren gerek internet gerekse telefon çekim sorunları yaşamaya başladım. Bu durum neredeyse tüm yolculuğum boyunca devam etti. Yani memleketin hayli merkezi bir yerinden itibaren ve onca alan boyunca en azından benim operatörümle (Vodafone) ciddi çekim, haberleşme eksikliği yaşanıyormuş. Bazen de öyle yerlerde internet çekti ya da internet çekmedi telefon çekti ki şaşırdım. Yeni telefonuma adaptasyon güçlükleri de cabası. Ha bir de uzun bir süre şarj sorunu yaşadım. Çok sonra fark ettim ki elektrik çıkışına giren soketin ucu yamulmuş, temassızlık yapıyormuş. Ama bu bağlantılar kurulmayınca çevrenizle bağlantınız artıyor ki bu iyi…

İkizyakaya’ya 1 kala

Geldim İkizyaka’ya ama varamadım varacağım yere. Meğer daha 4 km ötedeki Karapınar (Eski adı Evkeri) köyü imiş. Biraz daha sürdüm ve şarjım biterken Filiz Yenge’nin köyüne hem de evin avlusuna kadar vardım. Aramadan sormadan buraya kadar gelebilmeme şaşırdılar.

Onca yola değdi doğrusu; dağların arasında, biraz yüksekçe, tarlaları, çeşit çeşit ağaçları, köyün dört bir yanındaki pınarları, sıcak ama bunaltmayan esintili havası, candan insanları ile hayatımda gördüğüm en güzel köylerden biri…

Karapınar (Evkeri) harman yerinden

Filiz Yenge’nin annesi Sati teyzenin evindeyim. Köy hallerini severim biliyorlar; sağ olsunlar, hemen yere bir sofra kurdular. Çeşit çeşit yemek, çörek, börek, kurban eti, meyve, bu köyün vazgeçilmezi olan çökelek ve tereyağı dizdiler, insanın canına değen semaver çayı döktüler. Sofraya oturduk, sırtımı taş duvara yasladım, duyan geldi, hoş neşeli muhabbet, bol esinti ile yorgunluğumu çıkardım, kenara koydum. Avludan geçerken ayak üstü hal hatır soran yaşlılar, terbiyeli tavırlarla gelip bayramlaşan yeni yetmeler, şeker toplayan çocuklar...

Melike, Yağız, Filiz yenge, Sati teyze, Şükrü amca

Öğleden sonra Filiz yengenin oğlu Hüseyin ile motorla (Sati teyzenin traktörü) önce Analı Kızlı’ya gittik: hikayesi fotoğraftaki tabelada anlatılıyor:

Analı Kızlı

Köyün kapısı gibi duran bu yer, arasından köye giden yolun geçtiği iki kayalık. Efsaneye göre bu kısa kaya dizisi bir bütünmüş, bir gün bir iş makinesi operatörü, yol açacağım diye ikiye ayırmış kayaları (ana ile kızı), çok geçmeden duyulmuş ki operatör ölmüş. Şimdi burası, bir buluşma yeri olmuş: köydekiler burada buluşup, oturup, sohbet ettiği gibi, çevre köylerden şehirlerden gelenler de burada buluşuyor, yemek pişirip yiyor, dağıtıyor. Köye girişte sağdaki kayalığın dibindeki çeşmeden içtik, yüzümüzü yunduk.

Analı Kızlı — Karapınar

Köye girişte solda bulunan bankların üzerinde, artan esintide uyumuşum, çok iyi geldi. Yorgunluğu adamakıllı attım. Tarlaların arasından Dut Önü’ne, oradan Hüseyin amca ile Sati teyze’nin yaptığı çeşmeye, Yeşil Ana’ya (bir mezar/türbe) gittik, yürüdük, oturduk, dinlendik, sohbet ettik, Yeşil Ana’nın hikayesini merak ettik, var olmanın tadını çıkardık.

Köye döndük. Normalde pek tenha olan köy, bayram sebebi ile gelenlerle canlanmış, kalabalıklaşmış. Filiz yengenin müteveffa eşi Aşur abinin mezarı ile birlikte bir kaç büyüğün mezarlarını ziyaret ettik.

Bu sefer evin balkonunda, yine yer sofrasında yediğimiz akşam yemeğinde, öncesinde, sonrasında Filiz yengenin büyük oğlu Eren’in “Ali abimle ben gibi ilgilenin” diye tembihlediği Akın’la, diğer hısım akrabalar ile, gelenle gidenle sohbetler sürdü. Yıkık evlerin, Sati teyzenin kocası Hüseyin amca askerdeyken kendi elleri ile inşa ettiği evin, yürüyüp giden beli bükük yaşlı teyzenin, geçen zamanın türlü türlü hikayeleri anlatıldı. Çocuklar top peşinde koşturdu, toplarını çalılar arasında kaybetti. Herkes birbiri ile ilgilendi. Harman yerinden diğer çocukların sesleri geldi. Aşur abinin bacısı Birsel de geldi. Kafamdaki tur rotasından söz ettim. “Ya”, dedi, “sen tam benim kafamdasın, Hüseyin, alalım mı biz de birer motor, gezeriz, ha!”. Bu köyde olmak müthiş bir doyum hissettiriyordu bana. Huzurun an be an arttığı bir yer burası. Gelip şöyle bir hafta 10 gün kalınıp, sessizlikle, yeşillikle, dinginlikle yıkanılacak, arınılacak yer…

Karapınar Köyü

12 Ağustos 2019: Akşam Sati teyze erken kalkabileceğime pek ihtimal vermemişti ama sabah daha saat 6 olmadan kalktım. Birlikte ahıra gittik. Sati teyze ahırı temizleyip, ineklerini sağdı. Ben anca fotoğraf, video çektim. Filiz yenge de uyandı.

-yatsaydın daha, dedim.

-misafir yatmadan yatılmaz, kalkınca yatılmaz.

-gece amma silah attılar ya!

-sorma ya, bayram ya.

-ben en son çatışma çıktı herhalde dedim, takip etmeyi bırakıp uyudum :)

Sütü, çökelek ve tereyağı yapmak için kullansalar da içmem için bana bir bardak verdiler. Erkenden, güzelce kahvaltı ettik. Tabii ki çay semaverde. Çoban Çelebi uğradı, bizimkilere göre kendine bakmıyormuş, çok zayıflamış, çok sigara içiyormuş.

-bu şekeri de bırakmıyon mu, artık?

-yav bizim için yapmamışlar mı bunu, neye bırakayım, diye cevap verdi Çelebi.

Karapınar

Sonra Hüseyin ile köyün ve çevresinin geri kalanını dolaştık. Köyün her bir yanı çeşme. Dönüşte Aşur abinin babası Şükrü amcanın evine uğradık bir kahve içmeye. Şükrü amca köyün eskilerini anlatırken, söz, dönüp dönüp baktığımız Kalepınarı’na geldi. Karşı tepe... Birsel abla ile Filiz yenge çocukluklarının oradaki yaylalarda geçtiğini, o günleri anlatıyorlardı. Öyle özlemle ve güzel anlatıyorlardı ki hem onların hem benim iştahımız kabardı; neden kalkıp gitmiyoruz, dedik. Kalktık, öğleye doğruydu, dördümüz yola koyulduk.

Hüseyin, Filiz yenge, Birsel abla

Harman yerinden aşağı inip kıyısından ve aralarından geçtiğimiz tarlalardaki yaban armutlarını yiyerek başladık yola, metruk su değirmenine uğrayıp, şoseyi geçip tırmanmaya başladık. Yolda çoban Hasan’a rastladık. Bir kaç inek güdüyor. O da çok sigara içiyor, içmese turp gibi olacakmış. Dağda bayırda gezmese bu kadar da sağlıklı olmayacakmış. Çocukluklar bir kere daha anıldı, ormanlara zamanında kim sahip çıkmış, bakmış anlatıldı, şimdiki haller, insanların hayvancılık ve tarımdan uzaklaştığı, şehirlere yanaştığı konuşuldu, böylece ilk çeşmenin başına varıldı. Su cılız. Ama nefis bir gölge ve serinlik. İneklere yol verdik, yalaktan içtiler. Biraz daha tırmandık, ikinci çeşmede de su cılız bu mevsimde (Şükrü amca demişti) ama ondan da içmedik değil. Susuz kalmadık.

Çoban Hasan

Biraz dinlendikten sonra saldık kendimizi aşağı doğru. Öğleden sonra Analı Kızlı’da toplaşma olacaktı, yemek dağıtılacaktı. Oraya vardığımızda hayli kalabalık olduğunu gördük. Sanırsın Karapınar Angara olmuş :) Çeşmeden susuzluğumuzu giderdik, serinledik. Bu yetti bize, yemek için kalabalığa dalmak istemedik, bir kaç selamlaşmadan sonra Birsel ablanın el ettiği bir tanış bizi arabası ile yukarıya, köye atıverdi.

Karnımızı doyurduk, semaverde çayımızı içtik. “Kal” dediler. Kalmak isterdim ama gitmek de isterim. Yolcu yolunda gerek, nasıl olsa yolu öğrendim, gene düşer yolum, dedim. Çantalarımı toparladım. Filiz yenge motorun üzerindeki çantalara bakıp:

-senin de göçün büyükmüş, dedi. Gülümsedim.

Sati teyzenin kendi elleri ile 1960 larda yaptığı evi ve göçüm :)

Herkesle sarıldık, kucaklaştık, ağaçtan koparıp bir kaç güzel Amasya elması verdiler yanıma yolluk deyu, yeniden görüşmek ümidi ile ayrıldık.

Filiz yenge, Sati teyze

Analı Kızlı’daki kalabalığın içinden, meraklı bakışların, “bu ne yav!?” sorularının arasından selam verip geçip, bu sefer, geldiğim yönün tersi istikamete doğru sürdüm. Motorla, insanların arasından, böyle tatlı bir ilgi uyandırıp geçmeyi severim. Belki o kalabalıktaki bir çocuğun hayali olurum gelecekte gerçekleştireceği, belki birinin anısıyımdır ya da birilerinin salt tebessümü…

Karapınar (Evkeri)

Yolculuk güzel başlamıştı…

Dağlardan aşıp Zile üzerinden Sivas’a doğru sürdüm. Kameramda sorun çıkmasaydı Sivas’a girmeyecektim.

Gökmedrese — Sivas

Yeni bir kamera satın alıp Hafik, Zara yoluyla Divriği’ye doğru devam ettim. Coğrafyaya boz renk hakim oldu. Sivas’tan çıktıktan sonra, sanırım hayatımın en yıpratıcı yan rüzgarlarından biri ile sürdüm.

Sivas — Erzincan yolundan çıkıp Zara — Kangal yoluna sapınca rüzgar yakamı bıraktı. Yolun hem asfaltı, hem sağında ve solundaki tepeler, hem ışığı karardı; kömür oldu. Bozkırda gün batıyordu.

Zara — Kangal yolu

Geceye kalmadan Cürek’e, eski bir arkadaşımın çocukluk anılarına varmak istiyordum. Bolucan Deresi soluma düştü, birlikte gider olduk. Cürek’e daha var, yorgunum, dere kenarında bir yer bulursam konaklayayım zorlamayayım dedim, dere kıyısına indim, ama yoldan daha çok uzaklaşmadan kumullar başladı, yola bu kadar yakın, dereye bu kadar uzak kalmak, kumullara motorla daha da girip akşam vakti başıma iş açmak istemedim, yola geri dönüp devam ettim. Mezra tabelaları, az sayıda mezardan oluşan küçük mezarlıklar ve zihnimde türküler başladı. Dar vadiye girince yol iyice gölgelendi. Ara ara yol kenarında yürüyen, nedense, şehirli görünen insanlar var. Bunlardan, bir kangal köpeği ile birlikte yürüyen bir adamla bir kadının yanına yaklaştım. İlerideki ev belki onlarındı.

-Merhaba!

-Merhaba!

-Buralarda çadır kurabileceğim uygun bir yer var mı?

-Ya, burda değil de ilerilerde kurabilirsin nereye istersen.

-Ne diyorsun baba, tilki milki gelir, dedi kız.

-O zaman daha ileride çadırcılar var, sen onların orada kur çadırını.

Evlerinin bahçelerini teklif etmelerini umuyordum aslında. Umduğum yakınlığı göremedim. Sağolun, deyip devam ettim.

Sağda çadırcı (aileyi) gördüm. Adam yolun biraz aşağısında traktördeydi. Seslendim, bana bakıyor ama gürültüden anlamıyor. Traktorü durdurdu. Bağırarak derdimi anlatmaya çalıştım, baktım anlamıyor, çevreye bakındım, çok hareketli geldi, el sallayıp devam ettim.

Biraz ileride yoldan yine bir patika ile saptım, pencereleri ve perdeleri örtülü, çevresi genişçe düzlük olan ve yeşil otları bel boyundan fazla uzamış bir eve vardım. Eve bağırdım. Ses yok. Etrafıma bakındım. Rahat hissetmedim. Sahipli bir yere, sahibinden habersiz, bu kadar yakın çadır kurmak iyi bir fikir gibi gelmedi. Yola dönüp devam ettim.

Yol iyice ıssızlaştı, hava karardı. Tepelerin arasından giden virajlı yolda çıkıp iniyorum. Bir yandan Cürek-Divriği’yi zorlar mıyım diyorum, bir yandan da yoldan çıkıp konaklayabileceğim uygun bir yer bulabilmek için gözlerimle sürekli yol kenarını tarıyor, arada yavaşlıyorum. Gece varsam Cürek’i göremeyeceğim, Cürek’ten Divriği yaklaşık 15 km, Divriği’ye varsam sabah geri dönmek istemem ama Cürek’i görmeden de geçmek istemem. Bulunduğum yerden Cürek henüz 35 dk kadar uzakta. Derken sağda bir açıklık ve oraya inen bir keçiyolu geçtim. Hemen geri dönüp aşağı sürdüm, yoldan biraz uzaklaşıp motoru ve kendimi sütreledim. Burası kurumuş bir dere yatağının kıyısına beziyor. Burada kalacağım. Uzaktan köpek havlamaları duyuyorum. Tur boyunca inek ya da koyun sürülerine yaklaşmamaya çalıştım ki çoban köpeklerini kızdırmayayım. Bu hassasiyet, çok söz ettikleri için, Karapınar’da gelişmişti :) Çadırımı kurdum. AT’ımı çadırıma bağladım. :) Bir Amasya elması, biraz leblebi yedim. Artık bir yol güncesi gibi olan sevgilime mektubuma bir kaç satır daha yazdım. İnternet yok… Telefon yok… Tatlı bir esinti… Uyudum.

Cürek’e 5 kala

13 Ağustos 2019: Sabah, dinlenmiş uyandım. Cürek’e vardım. Gözüme ilk çarpan, Cürek’in girişinde köprüye dönerken hemen solda bir konuk evi olduğu. Gece varsam belki burada kalabilirdim, diye geçti aklımdan. Köprüde durdum. Pırıl pırıl bir sabah. Ne düzel bir vadi. Karşıda, Karaboğaz Çayı’nın üzerindeki taş köprü, onun da önünde, sallanan, eski asma köprü... Divriği Demir Çelik Lojmanları’nı, arkadaşımın çocukluğunu sordum köprüye doğru yürüyen birine. Az ilerideymiş, bu abi de vaktiyle o tesislerin etini verirmiş, asma köprüden vaktiyle jiple bile geçilirmiş, kendisi de şimdi yürüyüş yapıyormuş bu banketi dahi olmayan yolda.

Cürek
Sivas elleri

Demir Çelik tesislerinin ve lojmanlarının olduğu yere vardım, sağda kalıyor. Burasının Ermaden’e ait olduğunu ve ilgili yasa gereğince bölgenin, korunması gereken kültür ve tabiat varlığı kapsamında olduğunu söyleyen tabelalarla girişi kapatılmış tesisin ve tesis tümüyle terk edilmiş. Arkadaşımın anlattığı cıvıl cıvıl günler gözümün önüne geliyor, seslerini duyuyorum.

T.D.C.İ. Gemel Müdürlüğü Divriği Madenleri Mües. Cürek Sosyal Tesisi

Buradan ayrılmadan önce bir abla ile ayak üstü konuştuk; hemen yakında bağ evleri varmış, yazları İstanbul’dan buraya geliyorlarmış, o da bu işletmeden emekli olmuş, 16 yılını vermiş işletmeye, arkadaşımın rahmetli babasını tanırmış. Zaman geçmiş…

Akarsu, Çaltı Suyu’na dönüşürken, güneşle beraber Divriği’ye doğru sürdüm.

Cürek — Divriği yolu

Divriği Ulu Camii restorasyondaymış ama bu beni üzmedi, zira bu yapının en görkemli kısmı kapıları. Cennet Kapısı’nın karşısına oturdum. İlk bakışta simetrik görünen ama hiç biri birbirini aynen tekrar etmeyen motifleri seyrederek, keşfederek dinlendim.

Cennet Kapısı — Divriği Ulu Camii

Divriği çarşısı bayramdan ötürü tenha. Bir yere, kahvaltı etmeye ve cihazlarımı şarj etmeye oturdum. Kalkacakken, arka masada oturan ve biri aslen Erzincanlı olup Bursa’dan gezmeye gelmiş olan iki çift ile sohbete başladık. Nereden gelip nereye gittiğimi sordular. Yol üzerinde Onar Köyü’ne de uğramak istediğimi söyleyince, o zaman Ocak da ilgini çekebilir, oraya da uğra, yol üzeridir, dediler. Tavsiyeyi not ettim, ayak üstü sosyo-ekonomik-kültürel, her şeyin çok güzel olacağına dair iyimser bir sohbetten sonra uğurlaştık, ayrıldım.

Divriği — İliç yoluna çıktım. İstikamet Kemaliye Taşyol. Burası, yola çıkmadan önce belki de beni en çok heyecanlandıran duraktı. Bugüne kadar bir çok yabancı motorcu arkadaşıma tavsiye etmiş ben ise henüz görmemiştim.

Taşyol Tünelleri yoluna saptım.

Taşyol’a doğru

Yolda, “Taşyol Tünelleri Trafiğe Kapalıdır” tabelaları gördüm. Ama nedense, bayram yoğunluğu sebebi ile filan buraya akışı azaltmak mı istiyorlar acaba deyip (Bolu Tüneli’nde bu olmuştu) tabelalara aldırış etmeden sıcakta sürdüm.

Taşyol’a doğru.

Ve nihayet tünellerin girişine vardım.

Taşyol / Karanlık Kanyon girişi.

Sevinçliydim.

Bir kaç fotoğraf çektikten sonra, tünellerin serinliğine doğru sürdüm. Harikaydı!

Taşyol Tünelleri — Kemaliye

Yaklaşık 3 km kadar sürmüştüm ki durmak zorunda kaldım. Yol çökmüş! Geçilemeyecek kadar geniş… Çöken kısmın karşı tarafındaki iki gençle konuştuk.

-abi geçiş yok, burası yaklaşık 1 ay önce çöktü, dere akıyordu altından, aka aka yedi yolu.

-e nasıl geçeceğim sizin olduğunuz tarafa?

-abi geri dönüp İliç yoluna çıkacaksın oradan da Kemaliye’ye devam edeceksin, başka yol yok. Al abi telefonumu, ben Eginliyim, Egin’e gelirsen ara, gezdiririm seni.

Telefonu aldım, geri döndüm, girdiğim yerden tünellerden çıktım. Hava epey ısınmıştı. Yakıtım azalmıştı. Egin’e ya götürür ya götürmezdi ama 3 litrelik yedek bidonum vardı.

Hava 44 derece

Benzinim tam Egin / Kemaliye girişinde bitti. :) Yedekten bidondan takviye ettim. Çökme sebebi ile geri dönüp tünellerin diğer tarafından yeniden girmek bana yaklaşık 1,5 saate mal oldu.

Tünelleri bir de bu taraftan geçtim çöken yere kadar ve geri döndüm.

Taşyol

Egin / Kemaliye’de kavun karpuzu soğuttukları şadırvanlı bir avluda çay içerek dinlendim. Masama, kızları ve damatları ile İstanbul’dan tura çıkmış yaşlı bir çift oturdu. Sohbet ettik. Amcanın tadı yoktu:

-ne ya burası, dedi, bir şey yok, sıcak, kalabalık. Ama Munzur’u, o vadiyi göreceksin, her taraf su, ne güzel!

İçimden, göreceğim amca, dedim, yolum oraya doğru… Amca haksız değil, Kemaliye hayli turistik, kalabalık ve sıcaktı. Beni de pek açmadı. Yemek yemek istediğim yerden bile, kalabalıktan ötürü, yemeden kalktım. Binanın altı Lökhane… Orası da ayrı yoğunluk, yukarıdaki restorana destek vermek için kapatmak istediklerinden, servis yapmaya pek istekli değillerdi, yine de oturup buranın meşhur lök tatlısını denedim. Taş binanın serinliği iyi geldi.

Yeniden Fırat Nehri boyunca, dar, kıvrım kıvrım, keyifli bir yoldan Ocak’a doğru sürdüm. Burası gerçekten ocaklar diyarı…

Hıdır Abdal Sultan Ocağı — Ocak

Hıdır Abdal Sultan Türbesi’ni ziyaretten sonra meydandaki kahvede bir masaya iliştim.

Ocak köy meydanı. En soldaki masada oturanlar...

Otururken selam verdiğim yan masadaki 5, 6 kişi ile aramızda hoş bir sohbet başladı. Yaklaşık 70 yaşlarında olan delikanlının soruları üzerine;

-kritik sorular soruyorsunuz, belli ki motora ilgilisiniz ve anlıyorsunuz motordan, dedim.

-geçen sene sattım motoru, dedi.

Gülümsedik. Masalarına katıldım. Sohbetimize doyum olmuyordu. Hepsi gün görmüş, sakin, nazik tavırlı, rahatsız etmeyen ölçüde yakın insanlardı. Soruyorlardı; böyle yalnız yolculuk olur muydu? Olurdu bence, hem yolda yalnız kalmıyor insan, bakın işte böyle muhabbetlere denk geliyor, arkadaşlıklar kuruyor. Evet, bana sık sık soruyorlar neden yalnız seyahat ediyorsun diye. Ben de yola yalnız başlıyor olabilirim ama yolda çok insan tanıyorum, yalnız kalmıyorum diye cevap veriyorum. Yalnız seyahat etmenin başka bazı sebepleri dışında, yalnız olmanın, yolda beni daha uyanık, dışa dönük ve iletişime açık tuttuğunu düşünüyorum. İnsanlar yolcuya, yalnız yolcuya, motorlu yalnız bir yolcuya daha bir sempatik bakıyorlar sanki. Eş, dost ile sürmek ise ayrı zevk…

Sohbet ettiğim insanların hemen hepsinin bir ayağı İstanbul’daydı, bayram için memleketlerindeydiler. Tur boyunca sık rastladığım bir durum oldu bu. Arka arkaya birkaç güzel çay içtim. Buradan kalkmak istemedim aslında ama bu akşama Onar’a varmak istiyordum. Bir şey deyim mi; güzel muhabbet bulduğunuzda mümkünse bırakmayın! Sağ olsunlar, çayları ödetmediler.

Arapgir’i geçtim ve hava kararırken Onar’a vardım. Girişte, Geleneksel Etkinliğimize Hoş Geldiniz gibi bir tabela karşıladı beni, az daha sürdüm, karşıma çıkan ilk kişiye selam verip;

-köyünüzde Anadolu’nun en eski cemevi varmış, nerede acaba? diye sordum.

-Devam et, ileride şu kişiyi bul, ona sor yardımcı olur, dedi.

Vardım, o kişiyi buldum. Sanırım ismi Kenandı. Dergahla ilgilenen kişi belli ki. Büfeye de o bakıyor. Geceyi burada geçirip geçiremeyeceğimi sordum, matımı serecek bir yerin dahi yeterli olduğunu söyledim, tereddüt etse de olur dedi. Yanındaki kadın, hoş geldiniz dedi, açlığınız var mı diye sordu, aslında değilim ama yoldan geliyorum, biraz yerim, dedim. Acele ederseniz, birazdan cemimiz başlayacak ona da yetişirsiniz, katılmanızı tavsiye ederim, iyi bir ekip getirttik dedi. Şansa bak! Hızlıca bir şeyler yedim, kadının babası orada bulunan başka bir aile ile bana cemevine kadar eşlik etti.

Köyün evleri arasındaki Onar Cemevi, yaklaşık 800 yıllık, yatay ve dikey kütüklerle desteklenmiş, tek oda, büyükçe bir mağara görünümünde… Dört Kapı’yı temsil eden dört büklümlü tünelinden geçilip Kırklar Makamı’na çıkılıyor.

Onar Cemevi giriş tüneli
Onar Cemevi

Hayatımda ilk defa başından sonuna bir ceme şahitlik ettim. İçerisi etkin havalandırma sağlanamayacak kadar kalabalık ve sıcaktı. Yaklaşık 2 saat sürdü ritüel. Semahlardan sonra, posttaki dede;

“Canlar! Bu gece tarihi bir gece, cemevimizin restorasyonundan sonra gerçekleştirdiğimiz ilk cemdir bu” dedi.

Okuduğuma göre bu mekanın tavanında eskiden bir delik varmış, insanlar yardımlarını, lokmalarını oradan bırakırlarmış içeriye, böylece kim, ne ve ne kadar yardım etti bilinmezmiş, kimse kimseyi ezmezmiş.

Cem bittikten sonra dergaha yürüdüm, cemin neredeyse tamamında ayakta durmuş, bayağı yorulmuştum. O sıcakta hep üzerimde olan kışlık motor pantolonumdan artık kurtulmak istiyordum. Kapıda Kenan karşıladı beni;

-ya ben muhtara sordum senden sonra, misafirlerimiz varmış odalarımız müsait değilmiş, burada kalamazsın.

“Misafir”? Ben neydim? Doğrusu bunu beklemiyordum. En azından böyle bir üne sahip bir köyde, planlarda böylesi bir değişiklikte, misafirperverliğin gösterilip, bir seçenek sunulmasını umardım.

“Evvelden ikrar verip

Nanay nanay, zalım nanay, kibar nanay

Sonradan dönüş m’olur ” (Sivas Türküsü)

Kenan, kalamayacağımı söyledikten sonra neredeyse arkasını dönüp beni kendi halime bırakacaktı, sağa sola bakındım, gözüm binanın önündeki küçük yeşil alana ilişti.

-peki buraya çadırımı kurabilir miyim, dedim bir solukta.

Yine duraksadı, adam fiilen binanınkini olmasa da kapıyı kapatmıştı yüzüme belli ki. Hep, başım çok kalabalık, sen nereden çıktın halleri var üzerinde. O sırada yanımıza meczup görünüşlü, güler yüzlü biri yanaştı ve:

-ya ne olacak, bu köyde istediğin yere kur çadırını, dedi.

Ancak ondan sonra bizim adam:

-e olur kur ama sabah erkenden topla, çünkü yarın burada etkinlik var, dedi.

Kaymakam filan gelecekmiş. Vay, vay, vay! Olur, dedim, kırılmış ama soğukkanlı idim.

-Peki banyo yapabilir miyim?

-Olmaz, odalar müsait olmadığından, banyo da müsait değil!

Şarj aletlerimi içerideki prizlere koymamı bile istemeyerek kabul etti. Neymiş, kapanacakmış burası. Zerre misafirperverlik hissetmiyordum. Gönlü olur belki diye büfeden bir şeyler de satın aldım. Hatta sabah 1 litrelik termosuma aldığım sıcak suya dahi para ödedim. Bir yandan da çok ironikti durum; bir dergahın kapısının önünde kalmış bir yolcuydum. Çadırımı kurdum. Kapısı binanın dışına bakan tuvaleti kullanıp kullanamayacağımı ise sormayacaktım artık, o kadar da değil Kenan :). Elimi yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım ve çadırıma girdim.

Birisi geldi, hayırdır, dedi çadırdan söz edip, neden dışarıda, neden içeride kalmıyor diye sordu. Bizim adam;

-ona, yer yok dedim, diye cevap verdi.

Sanki kıs kıs gülüyordu, çadırın ses geçirgenliğinden haberi yoktu galiba, bu cümleyi duymasaydım adamın tavrından emin olamazdım ama artık emindim. İçimden bir ses çık dışarı, sanma ki o kadar akıllısın de dedi ama vazgeçtim, uzandım. Aç değildim, açıkta değildim.

Bir başkası geldi, çadırdan dinliyordum; ya misafirler kalmayacaklarmış gideceklermiş, dedi. Sonra bir kaç kişi daha çadırın önündeki banklarda toplaştı, sohbete başladılar, büfe kapanmadı, özellikle de banyo ve tuvaletlerin yakın zamanda yenilendiğinden söz edip gururlanıyorlardı; ironi devam ediyordu. Alevi inancının bilgisinden, motiflerinden söz ediyorlar ve ben de bunlardan bazı şeyler öğreniyordum ama uzandığım yerde asıl başka bir hayat dersini pekiştiriyordum; özden sapınca tüm bilgi ve eylemler manasızlaşıyor.

Yattım uyudum.

İşte bu Kenan (?)

14 Ağustos 2019: Sabah kalktım, hemen toparlanıp, bu köyden ayrılmak istiyordum. Kenan benle göz göze gelmekten kaçınıyor. Akşamki iyi niyetli kadın, etkinliğimize kalmayacak mısınız, diye sordu. İçimden, ben gördüm göreceğim etkinliği dedim :) Motoru yüklerken, birisi yaklaşıp motorla ilgili bir şeyler sordu. Tanıştık, ayak üstü sohbete başladık, dünkü cemin zakirlerindendi: Nesimi.

-Neden çadırda kaldın, odada kalmadın?

Ah Nesimi Dede, zülf ü yare dokundun.

-yanlış anlama, yaptıklarının yanında yapmadıklarının lafı edilmez, ben çok da dert etmem ama yarın bir gün bir başkasına, bir tanrı misafirine aynı muameleyi yaparsa, buranın namı öyle bilinir, hoş olmaz, mahcup olursunuz, buranın sahiplendiği kimlikle uyuşmaz, dedim ve Kenan (?)ın gece yaptığını anlattım.

-Vay, nasıl olur da böyle davranır, burası bir dergah kapısı, gelene kapatılır mı, yer bulunmaz olur mu, sen merak etme ben onun demini veririm.

-Ben de öyle biliyorum, öyle de kalsın diye anlattım sana.

Anlaşılmış olmak beni rahatlattı.

-Lütfen, ne yapacaksan ben gittikten sonra yap, polemik olmasın, uygun bir dille anlatırsın, herkes yanlışını bilsin, anlasın, yanlıştan dönsün yeter.

-Merak etme, cahillik etmiş, dert etme sen. Aşağıda kaya mezarları, çeşmeler var gördün mü?

-Yok dedim, kimse de söz etmedi.

-Gel, gezdireyim seni.

Nesimi

Sağ olsun çevreyi gösterdi, bildiği kadar anlattı. Bizans dönemine ait olduğu düşünülen mezarları, tarihi çeşmeleri, civardaki mey kaynağı asmaları gördük. Döndük.

-Kahvaltı etmiş miydin?

-Yok, gerek de yok.

-Olur mu öyle şey, gel!

Dergaha girdik. Kahvaltılıklar sağda bir masanın üzerinde, açık büfe, dizili. Solda ileride dün akşam yemek yediğim uzun masada bir kaç kişi kahvaltı ediyor. Kenan, beni zakirin yanında görünce şaşırdı, masaya oturunca, bize çay getirdi, bir daha getirdi, bir daha getirdi. Nesimi dedenin masadaki eşi dostu ile biraz sohbetten sonra uğurlaşıp, çeşmeden suyumu doldurup, yine yola koyuldum.

Çeşme — Onar

Şimdi istikametim Munzur Vadisiydi. Ama Çemizgezek üzerinden gitmek istiyordum. Neden Çemişgezek? Babam, şaka yapardı çocukluğumda, yaz tatilinde Çemişgezek’e gideceğiz, diye. Bu cümleyi ilk duyduğumda inanıp, nerede olduğunu bilmesem de heyecanlanmıştım. İşte sırf bu yüzden rotamı Çemisgezek üzre çizdim yaklaşık 35 yıl sonra. Keban’dan geçip çocukluğumun efsane barajını görüp, Muratcık’tan feribota bindim. Feribot beklenen yerde çok hoş bir kafe var.

Keban Barajı
Feribot iskelesinin yanındaki kafe — Muratcık

Diğer araçlar gibi ben de feribotta geri geri park ettim; feribot tek taraftan giriş çıkışlı... Elazığlı bir grup arkadaş yanaştı yanıma, motor, yol, yolculuk, yol bulma yöntemleri ve tabii ki neden yalnız seyahat ettiğimle ilgili sordular, söyleştik.

Elazizli gakkoşlar

Tağar Çayı’na pikniğe gidiyorlarmış.

-Dikkat et! Gideceğin tarafta yollar bozuktur.

-Nasıl yani, asfaltı mı?

-Hem öyle hem öbür türlü sıkıntılı.

-Eyvallah.

Feribottan çıkar çıkmaz, ilk ve ciddi askeri kontrol noktasında durduruldum. Kimliğimi de motorun ruhsatını da istediler. Arkadaki asker motora sempatisini belli etti, sonra iyi yolculuklar dileyip saldılar.

Tağar Köprüsü — Çemişgezek

Bilmem bu tahkim edilmiş kontrol noktasından geçmek mi, tekne ile büyük bir suyu geçmek mi, bölgenin ıssızlığı mı, yaşantımın kültürel birikimi mi, yoksa bölgenin kendine has çarpıcı güzelliğinden mi nedir, buradan sonra, Munzur Vadisi’nden çıkana kadar kendimi bir adada gibi hissettim. Yolculuktan sonra bu hissi konuştuğum Dersimli bir arkadaşım: coğrafi olarak çevresine göre sulak, vaha gibi bir yerdir orası, izoledir, belki de ondan, dedi.

Tunceli — Dersim

Çemizgezek tabelasının önünde çektiğim fotoğrafı babama yolladım. Hozat’ta çay ve maden suyu içtim. Bu kasaba hayli kalabalık görünüyor. Binaların duvarlarında anılarını yaşatmak istedikleri insanların büyük resimleri var. Sarısaltık üzerinden Gözeler’e doğru sürdüm. Yol genelde bozuk, sık sık çalışma var, bazı virajlar iptal edilip yollar daha düzleniyor. Coğrafya çok değiştiği gibi politik izler de değişmişti. Bunu yol boyunca kayalara yazılmış karşılıklı sloganlardan anlayabiliyorsunuz. Yolda neredeyse kimseler yok. Sarı renk hakim.

Tunceli

Kurak bölgeden sonra, irtifa yükseldi, yeşillikler başladı. Bir kaplumbağayı yoldan alıp karşıya geçirdim. Heybetli dağları karşıma alıp yükseklerden indim ve Munzur Irmağı’nın üzerinden geçip Gözeler yönüne doğru, sola döndüm.

Gözeler’e 5 kala

Gözeler, bir mesire yerini andırıyor; kalabalık, piknik yapanlar, bir sürü restoran, yiyenler içenler. Dinlenmek için oturduğum yerde garsona Munzur Baba neresi, diye sordum, ben bir ziyaret, türbe umuyorum. Munzur Baba bütün bu alandır, dedi.

Sonradan, Tuncelili arkadaşımdan öğrendim ki bu bölgede sular, yüksek dağlar, pınarlar kutsal sayılır “ana” “baba” diye anılırmış. Bu ilginç; pastoral, paganik, şamanik geldi. Gerçekten de bu bölgede, içinde mezar olan türbelere rastlamadım. Ölümün değil, yaşamın kutsandığı, yüceltildiği bir hâl… Kimi zaman da yol kenarında mum yakılan küçük sunaklar ve yanlarında kurban kesip asmak için askılar…

Munzur Baba’daki bu kalabalık ve hareketli ortam beni pek açmadı ve Ovacık yönüne, gelirken, Munzur’un üzerinden geçerken gözüme kestirdiğim yere doğru sürdüm. Kendimi ırmağın sakin bir kenarına attım.

Munzur Irmağı kıyısında

Yüzdüm, karnımı doyurdum, kahvemi hazırlayıp içtim, şimdi keyfim yerine geliyordu ve Munzur Irmağı’nın büyüsü beni sarıyordu. Öyle bir su ki yanından ayrılmak istemiyor, içinden çıkmak istemiyor insan. Sesi öyle bir geliyor ki bu ırı, yırı, dinledikçe dinleyesim geliyor.

Burada Tuncelili arkadaşım ile yazıştık. Gözelerin bir çeşit hayal kırklığı olduğunu söyledim, vadinin hep böyle mi olduğunu sordum, ama şimdi bulunduğum yerin çok hoş olduğunu söyleyip, fotoğrafını paylaştım.

Irmağın fotoğrafını görünce bir hoş oldu, anılarına daldı, şimdi rafting yapıyorlar o ırmakta, biz çocukken ırmağı şambrelle geçerdik dedi. Daha sözünü yeni bitirmişti ki önümden şu çift geçti neşeyle:

Şambrelcilik :)

Bana vadide bir kaç noktadan söz edip sonra;

Devam et, dedi, daha bir şey görmedin. Vadi boyunca Munzur coşacak!

Bu sözle kamçılandım! Toparlandım. Öğleden sonra saat 4 gibi güneşi arkama alıp Ovacık üstünden Tunceli’ye doğru sürmeye başladım, Munzurla kolkola.

Size Munzur’u anlatabileceğimi sanmıyorum. Hayatımda beni en çok etkileyen yerlerden birisi oldu. Buralar söze, fotoğrafa sığacak yerler değil. Gölgeli vadisinde yol almadan, sesi ile kulaklarınızı, suyuyla bedeninizi yıkamadan, yol boyunca akışını, onu kucaklayan görkemli kayalıkları gözlemeden, sürekli içine girme isteğini duymadan, oradan buradan akan sularından kana kana içmeden, ruhunuzu hafifletmesini deneyimlemeden anlaşılır mı bilmem.

Munzur

Irmak yol boyunca yakından eşlik ediyor, adeta konuşuyor, vadi gerçekten coştukça coşuyordu:

Munzur
Munzur Çayı
Munzur
Munzur Vadisi

Yol kenarında tüten mangallar beni aşka getirdi. Dedim, Munzur’un kıyısında et pişirip yemeden olmaz. Ama -Ovacık ile Tunceli merkez arasında birkaç ufak tesis olsa da- et satan bir yer bulmak mümkün değil. Güneşin batmasına yakın Tunceli merkeze varmıştım. Kuzu eti bulamadım, ya dana ya da çepiç (oğlak) var kasaplarda. Hızlıca alışveriş yapıp, şehrin diğer yanından, kendimi dışarı attım. Şehrin ve Munzur’un kıyısında olmak, merkezden çok uzaklaşmak istemiyordum, çünkü sabah postanede işim vardı. Tunceli merkezin her iki taraftan giriş ve çıkışı artık ülkemizde alışık olduğumuz şehir girişlerindeki polis kontrollerinden daha sıkı şekillendirilmiş, ama durdurulmadım.

Munzur Çayı kıyısındaki konağım / obam

Hava kararmıştı ve ben konaklamak için harika bir yer bulmuştum. Acıkmadığım halde obamı kurdum, ocağımı yaktım, etimi ve sebzelerimi pişirdim; bu akşam Munzurla randevumuz vardı. Yemekten sonra, ırmaktan doldurduğum suyla çayımı demledim. Dolunay yükseldi. Diğer yanda tepede kalekolun ışığı... Huzur içinde mektubumun son satırlarını yazdım. Hamağımı gerdim. Munzur mırıl mırıl anlatırken uyumuşum.

15 Ağustos 2019: Sabah bir kayaya tüneyip uzun uzun seyrettim ve dinledim Munzur’u. Neşe içinde yine kıyısına inip sularımı doldurdum, çayımı demledim, kahvaltımı ettim, acele etmeden toparlandım, yine görüşmek ümidi ile birkaç taşını yanıma hatıra diye alıp, dönüp dönüp akışına bakarak Munzur’un kıyısından ayrılıp Tunceli merkeze döndüm.

Munzur kıyısında sabah. Haritalara göre akarsuyun bu kısmı Pülümür Çayı diye adlandırılıyor.

Postaneden mektubu postaladım. Her şehirden bir mektup değil, onca şehirden bir mektup oldu.

Komünist başkanı ziyarete gittim; İstanbul’daymış.

Bir çay evine oturdum, oyalandım. Çarşıda ufak bir tur attım, sevdiğime elbiselik kumaş aldım.

Yeniden yola koyuldum, Düzgün Baba’ya doğru... Kısa olan yolu değil, vadi boyunca gidenini takip ettim. Tunceli’nin hemen çıkışında fosforlu yeşil yağmurluğu ile gayretli bisikletliyi kornam ile selamlayıp geçtim. Nazimiye’den Düzgün Baba sapağına kadar gevşek mıcır, yorucu bir yol...

Düzgün Baba yolunda

Sapakta durdum. Kurbanlık keçilerin başındaki Alper ile biraz lafladık. Yıllarca İstanbul’da çalıştıktan sonra dönmüş memleketine; parasız da yaşanabiliyormuş, dedi. Katılıyorum. Bugün arkadaşına yardım ediyormuş keçilere sahip çıkarak. Görünen yolu bir kere de ona tarif ettirdim emin olmak için ve devam ettim.

Alper

Düzgün Baba Cemevi’ne geldim, park yeri bakınırken, yorgunluktan mı nedir motoru sola devirdim. Çevreden koşuşturup geldiler, kaldırdık motoru. Eskiden olsa biraz mahçup olurdum, hiç oralı olmadım, park ettim.

Düzgün Baba Cemevi otoparkı. Düzgün Baba Makamı sağdaki zirvenin arkası olur.

Burası insanların kurban kesip lokma dağıtıp dinlendikleri bir yer. Yanıma Avusturya’dan memleketini ziyarete gelmiş bir genç yanaştı, motorlarla ilgiliydi, sohbet ettik, sonra ayrıldı. Ben Düzgün Baba makamına doğru yola çıkmaya hazırlanırken o genç, bir başka arkadaşını alıp yine geldi yanıma. Tanıştık, sohbet ettik, fotoğraf çekildik (bak hala göndermediler fotoğrafımızı:)) Bu yeni gelen arkadaş da motorcuymuş, bir kaç yıl önce Avusturya’dan çıkıp Türkiye dahil 3 motor turlamışlar.

Tam öğlen vakti, bir elimde hazırladığım dürüm bir elimde suyum, Düzgün Baba makamına çıkan patikaya vurdum kendimi. Yürüyüş temponuza göre en az 1 saat süren bu yaya tırmanışa, yaklaşık 2000 metreden başlanır. İnenler çıkanlara Allah kabul etsin diyor, selam veriyor. Çıkanlardan kimi inenlere daha çok var mı diye soruyor, herkes kendince bir cevap veriyor, kimi çıkılıyor çıkılıyor, çıkınca da yorgunluk morgunluk kalmıyor diyor, gayret veriyor. Yol boyunca bir de kendine “Uçan Dede” diyen bir amcaya rastlayıp duruyorsunuz, Kürtçe türküler söyleyip bir iniyor bir çıkıyor patikayı, kayalardan atlıyor, insanlarla sohbet ediyor, günde 5 defa çıkar inerim, diyor. Yolun başında solda (yukarıdaki fotoğraftaki yeşillik hattın başlangıcında) çay, ada çayı içebileceğiniz bir ocak var. Ben burayı hak etmeden kullanmadım, önce çıktım, inişte oturdum. Çay da ada çayı da canıma deydi.

Düzgün Baba mekanına /mağarasına, sonra Haskar Çeşmesi denilen ve kayalardan sızan incecik sudan bir yudum içilen oyuğa, sonra da Düzgün Baba’nın sır olduğu zirveye (3000 metre civarı) eriştim. Taşların üst üste yığılması ile işaretlenmiş, sembolik bir mezar son nokta. Ortalık tenhalaşmıştı, oturup dinlendim, sağ yanıma uzandım biraz.

Tırmanıştan sonra
Düzgün Baba — Nazımiye

Sonra yine davrandım, zaman zaman suyumdan yudumlayarak aşağı inmeye başladım. Mağaranın girişinde solda kurban boynuzları biriktirilmiş, aşağıda Cemevi’nin orada olduğu gibi. Mağaranın serince kayalarının üzerine baş aşağı uzanıp kestirdim. Biraz dinlendikten ve hemen herkesin yapmaya çalıştığı gibi, dilek dileyip mağaranın tavanına taş yapıştırmaya çalıştıktan sonra dağdan inmeye devam ettim. Bu sefer ben çıkanlara gayret verdim. Yoldan bir demet ziyaret çiçeği toplayıp, plastik kelepçe ile motorun gidonuna bağladım.

Düzgün Baba
Düzgün Baba ve dönüşü

Cemevinin olduğu yerde biraz daha oyalanıp, cihazlarımı şarj etmeye çalışıp, dönüşe geçtim. Alper ve keçiler gitmiş. Nazimiye’de bir şeyler içtim, biraz daha şarj ettim, şarj soketi satan yer ise bulamadım. Tunceli — Erzincan yoluna çıkmadan önce Dereova Şelalesi’ni görmeye, daha doğrusu orada yıkanmaya gittim. Ama şelale başında düğün dernek kurulmuş olduğundan soyunmamayı tercih ettim :)

Dereova Şelalesi’nde düğün

Yıkanamadan Munzur Vadisi’ne indim. Yolda fotoğraf çeke çeke acele etmeden devam ediyordum. İki Trabzon plakalı motor yanaştı, başlarında kaskları, üstlerinde şort ve tişörtleri ile:

-var mı bir sorun?

-yok, sağ olun, fotoğraf çekiyorum.

-karanlığa kalmadan geç burayı, malum sıkıntılı bölge.

-merak etmeyin. Gülümsedim.

Biraz ileride, yolu bir başka güzelleştiren tüneller başladı; yanılmıyorsam toplam 14 çığ tüneli... Kimi doğal kaya, kimi insan yapımı, kimi karma surette.

Çığ Tünelleri, Tunceli — Pülümür yolu.

Bir viraja yaklaşırken solda Ağlayan Kayaları geçtiğimi fark ettim, hemen geri döndüm, durdum, uzanıp içtim. Bu yolculukta akar sulardan, kaynaklardan içmeye alışmıştım. Turum boyunca birbirinden güzel sular içtim. Suyu bol bir yol oldu. İstanbul’a döndüğümde hava gibi sular da koktu bir süre bana. Benim gibi bu suya yanaşan ve aslen Tuncelili olduklarını söyleyen (ne kadar çok başka şehirlerden, ülkelerden memleketini ziyarete gelmiş, yurtlarından göçmüş insanla karşılaştım) birilerine sordum;

-Akşam sıkıntılı diyorlar buralar, doğru mu?

-Hayır artık değil.

-Ne güzel bir yermiş buralar!

-Evet, öyledir, ama biz de artık turist gibi ziyarete geliyoruz. Geçen sonbahar da buradaydık. Vadinin Tunceli’den bu yana olan kısmı sonbaharda, Tunceli’den Ovacık’a doğru olan diğer kısmı ilk baharda daha güzeldir. (ya da tam tersini söyledi, emin değilim :))

Ağlayan Kayalar — Pülümür

Pülümür’e doğru tatlı tatlı sürmeye devam ettim. Humuslu toprak rengi hakimdi yolun Tunceli’den sonraki kısmına. Pülümür’e girerken, sağ virajın hemen solunda tost, çay, vs satan bir kulübeden huzurlu bir hava geldi bu yana. Yavaşladım, kulübeye baktım, sağda da yolda karşılaştığım iki motorcu arkadaşın motorunun park etmiş olduğunu gördüm. “Korkulu” bir sohbet etmek istemediğimden durmayıp devam ettim. Bir markete uğradım. O sırada iki motorcu yetişti bana, tekrar selamlaştık, uğurlaştık. Bu gece, başımı bir binaya sokup uyumayı düşündüm. Pülümür’de öğretmen evi, iki küçük otel, bir de düğün var :) Herkese Çiçek Abbas’tan çay var, Şakir’e çay yok!

Pülümür

Öğretmenevine vardım. Dış kapısını açtım. Kimse yok, ışıklar yanmıyor, odaları yokladım, kilitli, açık olsa girip yerleşeceğim. Çıktım, hemen karşısındaki otele uğradım, yer sordum, var dedi, odayı görmek istedim, nedense ve iyi ki ağırdan aldı konuştuğum adam.

-bakarız tabi odaya

-sıcak su var değil mi

-var var

-buralarda nerede yemek yiyebilirim

-şu aşağıda bir yer var, açıktır, oraya bir bak

-bırakayım mı çantalarımı

-istersen önce karnını doyur, çantalar kolay

-girişte tost satan kulübe nasıl

-oraya da bakabilirsin

-peki o zaman, önce karnımı doyurayım, birazdan görüşürüz

Velhasıl çantalarımı indirmeden, otele yerleşmeden şehrin girişindeki kulübeye; Dündül Ayağı Çay Bahçesi Dayı’nın Yeri’ne döndüm. Genç bir adam karşıladı beni.

-merhaba

-merhaba

-yiyecek neyiniz var?

-Abi menemen var ama uzun sürer, beklemek istemezsen tost var.

-Menemen bu, neden uzun sürüyor?

-Biz domatesi biberi közlüyoruz da…

-Ooo, o zaman kesin beklerim (mutlulukla)

-Acı sever misin?

-Severim.

-Tamam abi. Bak şurdaki bisikletli abi de senin gibi geziyor, o da bu akşam burada kalacak zaten.

-Burada mı kalacak?

-Evet şuraya bir yere çadır kuracak.

-E, ben de kalabilir miyim?

-Olur abi, nasıl istersen.

Dündül Ayağı Aile Çay Bahçesi Dayı’nın Yeri — Pülümür

Yüzüm aydınlandı. Delikanlı, genç bir kız ile bir adamın bulunduğu mutfağa girerken ben, salkım söğütün altındaki en son masada oturan, bisikletli yolcunun yanına gittim, selamlaştım, izin isteyip masasına oturdum, sohbete başladık. Sabah Tunceli’den çıkarken korna ile selamladığım kişi oymuş. Oben Can, yaklaşık 1 yıldır bisikleti ile yolda olan, Türkiye’nin her iline uğramayı hedeflemiş bir gezgin. Instagram hesabı: imecepedal.

Müthiş bir menemen geldi, nefis bir acıyla… Kocaman semaverde demlenmiş çay… Doyum olmuyor… Mekana adını veren Dayı bir kaç sene önce ölmüş, şimdi gençler işletiyor burayı. Kalabalık değil. Müthiş olumlu bir havası var buranın. Sanki şehrin girişindeki boğazdaki bu viraja sığdırılmış koca bir dünya… Hep beraber sohbet ederken bir ara delikanlı, abi gelin size çadır kuracak bir yer bakalım, biz birazdan kapatacağız, dedi. Hemen kulübenin arkasından akan Pülümür Çayı’na doğru yürürken Oben’den de teyit alıp:

-ya boşver çadırı bu saatten sonra, biz şu çardaktaki divanların üzerinde yatsak olmaz mı, girer tulumlarımıza uyuruz, dedim.

-Siz bilirsiniz abi, rahat ederseniz.

-ederiz, n’olcak ya, merak etme.

-Yalnız sabah erkenden toplanmanız lazım abi, erken açıyoruz, erkenden müşteriler gelir.

-Merak etme, ben erken uyanırım zaten, hatta istersen mutfağı açık bırak, biz sizden önce kalkarız muhtemelen, sabah çayı demleyelim, siz gelene kadar hazır olsun.

Bu son söylediğimi ciddiye almadı. Sonra toparlandılar, mutfağı kapattılar (ki orda da sedirler vardı), giderken delikanlıdan yaşça büyük olan adam bir kere daha erkenden toparlanmamızı tembihledi, merak etme dedim. Sonra ona, yoldan almış olduğum ev yapımı şaraptan, götürsün diye, bir pay verdim.

-sakın burada içmeyin, karşısı ziyarettir, dedi.

O ana kadar fark etmemiştim.

-olur, dedim.

Dayı’nın Yeri — Pülümür

Oben’le sohbetimiz epey sürdü, yanımızdan şarıl şarıl bir çeşme akıyordu. Yoldan tek tük araç geçti. Hemen ileride tertemiz bir tuvalet var. Yorgunluk ağır basınca kalktık, uyku tulumlarımıza girdik. Kerevetlerin sırtındaki ve tavandaki tahtalara yazılmış yazıları okudum. Hemen aşağımızda çay akıyor. Tatlı bir uykuya daha…

Gece bir tır şoförü de ziyaretin yanına çekti, uyudu.

Pülümür

16 Ağustos 2019: Gün doğmadan uyandım. Trafik yoğun. :)

Pülümür

Gelen ilk müşteriler beklemeden gitti, zira gençler henüz gelmemişlerdi. Eee demiştik biz, erkenden kalkarız, çayı demleyebiliriz diye. Geldiklerinde bunun şakasını yaptık. Hakkaten ya, neden sizi mutfakta yatırmadık ki, dediler. Acele etmedik. Yine müthiş bir menemen ve çay ile kahvaltı ettik. Ha, bu sefer çorbada tuzumuz olsun diye Türk Kahvesi de içtim:

Dayı’nın Yeri

Ah be Japon az daha erken gelseydin ya! Seksenlerde motosikleti ile Türkiye turu yapmış bir amca, ben ve Oben yola koyulacakken geldi, sadece ayak üstü tanışabildik.

Japon, motoru, ziyaret — Pülümür

Sonra herkesle uğurlaştık ve yine yola koyuldum.

Oben Can

Daha uzun bir yol olmasına rağmen, Aşkale üzerinden Bayburt’a devam etmeyi, birisine memleketinden bir fotoğraf atmayı düşünüyordum, fakat kamera sorununu (Sivas’ta aldığım da bir türlü şarj tutmuyordu) çözme konusunda, daha büyük bir yerleşim biriminde şansım daha çok olur diye, Erzincan yönüne sapmaya karar verdim.

Mutu

Yol üzerinde Gürlevik Şelalesi’ne uğradım. Bu sefer, civardakilere aldırmadan, mayomu giyip, ağaçların arasından yalın ayak yürüyüp, şelaleye girdim ve o buz gibi ve güçlü suda yıkandım.

Gürlevik Şelalesi

Yine yalın ayak motorun başına döndüğümde Kemaliye’de karşılaşmış olduğum yaşlı amcayla rastlaştık yine:

-amca burayı seversin sen, su güzel!

-kahvaltı edecek yer var mı, diye sordu amca, yine huysuzca.

-şurada veriyorlar gibi, dedim.

Erzincan’da bir tekno marketten ucuz bir kamera satın alıp, sofistike bir dilenciyi savuşturup, tavsiye edilen bir yerde, pek de beğenmediğim, bir döner yedikten sonra, Kelkit üzerinden Bayburt’a doğru sürmeye devam ettim. Yolun büyük bir kısmı hayli rüzgarlı ve yorucuydu. Bu turda, Soğanlı Geçidi’ni geçecek zamanım kaldığı için sevinçliydim.

Salyazı Göleti

Bayburt’taki çay ocağındaki ocakçı delikanlı, abi taneli mi tanesiz mi olsun çayın, diye sordu ve devam etti:

-Nereye gidiyorsun?

-Soğanlı Geçidi’nden geçmeye.

-Neden oradan geçiyorsun ki orası bozuk yoldur, asfalt masfalt yok.

-O geçitten geçmeye geldim buraya. Asfalt olmaması sorun değil, hatta daha iyi, bir ara yolu asfaltlanacak diye bir şey duymuştuk, motorcuların pek hoşuna gitmemişti.

-Peki, ya oraya çıktığında yolun asfaltlanmış olduğunu görürsen, dedi sırıtarak. Ulen!?

-Yapacak bir şey yok, o zaman.

-Abi boşver orayı, Aydıntepe Yaylası’na çık, hem yolu düzgündür.

-Ne var orada?

-Yayla güzeldir. Göl var. İçinde de cami...

Bayburt

Göl içindeki camiyi görmek ilginç geldiği için yaylaya çıktım, ama cami, göl içinde değil kıyısındaymış. “İçinde”, gölün olduğu çanağı ifade eden bir tabir olsa gerek…

Aydıntepe Yaylası — Bayburt

Yayla yolunun yarısı asfaltsız ama tıraşlı ve genişti. Yine çok rüzgar vardı. Tepede zor duruluyordu, motor düşmesin diye tutuyordum. Geri döndüm, Aydıntepe’den çıkarken burada bir Yeraltı Şehri olduğunu gördüm. Ama bugün erkenden konaklamayı istediğimden yeraltı şehrini ziyaret etmedim.

Değirmencik yolu üzerindeyken navigasyon beni solda bir köye soktu. Şüphe ettim. İyi ki burada yolu sormuşum, yoksa bambaşka bir yoldan gidecektim. Köylüler, Soğanlı Geçidi’nin çok tehlikeli, keskin virajlı ve çoğu zaman kapalı olduğunu, vaktiyle oradan araba ile geçtiklerini, Uzungöl’e gitmememi, çok kalabalık olduğunu (ilgimi çekmiyordu zaten) söylediler ve yolu tarif ettiler. Yolun tehlikesinden haberdar olduğumu ki D915 Yolu, Dünyanın En Tehlikeli Yolları Listesi’nde yer alır, ama burada bulunma sebebimin o yoldan geçmeyi denemek olduğunu söyledim. Yolun açık olsun, virajlara dikkat et! dediler. Geri dönüp yeniden rotaya, Erikdibi yoluna girdim. Aralarından güneş ışığının kurtulup yolu göz kırpmaları gibi kırpıştırdığı, iki tarafı kavaklı, yemyeşil, dar, öteleri kayalıklı ve çok güzel bir yoldan sonra tırmanış başladı. Bu kısım, çukurlu, asfaltın bozuk, keskin ve ardı görünmeyen virajların çoğu zaman mıcırlı olduğu, daracık, zaman zaman tedirgin edici bir yoldu. Resmi olarak D915 Yolu... Burası böyleyse Soğanlı Geçidi nasıldır diye düşünmeye başladım. Hakim olamayan kaygımın karşısında heyecanım, merakım, azmim, tatmin ve hazzım artıyordu.

Soğanlı Geçidi’ne 5 kala
Soğanlı Geçidi D915 Yolu

Akşamüstüne doğru Soğanlı Geçidi’ne vardım. Hava açıktı ve yumuşaktı, esinti azdı, ancak gideceğim yön sisli görünüyordu. Sise girdim. İklim değişti. Hava iyice serinledi. Güneş kayboldu. Vizörüm ve üstüm ıslandı. Üzerimde yazlık mont vardı. Yağmurluk giymemiştim. Kameraların mercekleri buğulandı.

D915

Buğudan kurtulmak için gözlüğümü çıkardım, vizörümü açtım. Yavaş yavaş, dikkatle iniyor, bir yandan da çevreme bakınıp, meşhur zig zaglı virajları görmeye çalışıyordum ama mümkün değildi, görüş mesafesi hayli düşmüştü. Düşünüyorum da belki de bu sebeple, yani baş döndürücü yamaçları görmediğim için, Soğanlı geçişim daha kolay olmuştur. Bir kaç defa durup, fotoğraf ve video kaydı yapmak istedim. Burada olmak istesem de çok oyalanmak istemiyordum, çünkü sis/yağış nedeni ile toprak yol ıslanmaya ve çamurlaşmaya başlamıştı ve motorumda Africa Twin’in off road olmayan orijinal lastikleri vardı.

Derebaşı Virajları
Soğanlı Geçidi / Derebaşı Virajları

Doğrusu umduğumdan daha geniş olan yolu, zaman zaman yamaçlardan akarak kesen dar derelerin üzerinden geçerek, hemen yakınımdaki çiçek ve yeşillikleri, ıslak ve yakışıklı kayaları seyrederek, oldukça yabancı ve hatta biraz rahatsız edici bir kokuyu koklayarak inmeye devam ettim. Sonradan öğrendiğime göre bu koku, mevsimi olan, yayla otunun kokusuymuş ama daha da sonradan okuduğuma göre yayla otu çeşit çeşitmiş :) Yolun daraldığı kesimlerde uçuruma da yaklaşmadan uygun geçiş hattını bulmak için yamaçlara yaklaşırken diğer taraftan yan çantalarımı çarpmamak için kolluyordum, çünkü bu, devrilmek ve belki de uçurumdan aşağı yuvarlanmak demek olabilirdi.

Soğanlı Geçidi
Derebaşı Virajları’nda

İne ine Derabaşı’na geldim. Bakmayın yüzümün gözümün kirine; temiz bir iniş oldu. Şekersu, Talapanoz ve Cencül derelerinin birleştiği mevkideki köprüyü geçip durdum. Haritaya göre burası, tam da Bayburt — Trabzon il sınırı oluyormuş. Sağda artık eskisi gibi işlek kullanılmadığı anlaşılan bir yapı: Derebaşı Tesisleri.

Motordan inmeden önce güleryüzlü Salih’e seslendim:

-tamam mı iniş bu kadar mı, bu inişin bir çıkışı var mı?

-yok, bu kadar, Derabaşı Virajları bunlardı.

-Desene o zaman hacı oldum sayılır.

Gülüştük, indim.

Salih, Amca, Saddam, Kâtip sofra kurmuş, ısrarla sofralarına davet ettiler.

Soldan sağa: Saddam, Amca, Kâtip, Salih

Onlar beni sofraya çağırırken ben:

-Çayınız var mı? diye sordum.

-Çayımız yok, beklersen demleriz, yemek var buyur ye, ye.

-Yok yok demlemeye gerek yok, pek aç da değilim, devam edeceğim karanlık basmadan.

Sofranın hatırına iki lokma aldım, biraz sohbet ettik, dereden tuttukları alabalıkları gösterdiler.

-Çayı az aşağıda soldaki kulübede bulursun, dedi Salih.

-O zaman ben bir an önce yola koyulayım.

Sıcak çaysamıştım.

Derebaşı’ndan Çambaşı’na doğru

Biraz aşağıda solda ahşap bir kulübeye yanaştım, durdum. Beni uzun boylu iri yapılı bir adam müthiş bir sıcakkanlılıkla karşıladı.

-Merhaba, çayınız var mı?

-Var ya, gel otur, çay da var, yemek de var.

İndim, hatırladığım kadarı ile kucaklaştık. Turgut ile böyle tanıştık. Biraz gerisinde Sait vardı. Gel gel dediler, kulübenin ön tarafındaki verandaya buyur ettiler. Döndüm bir baktım ki oh, harika bir çilingir sofrası kurulmuş. Sanki inişin ödülü :)

Soldan sağa: Turgut ve Sait

-yanaş sofraya ye.

-varsa çay içeyim, çok aç değilim.

-yaparız çay, deyip rakıyı gösterdi Turgut.

-Motor kullanacağım, sonra gidemem.

-Ya ne olacak, gidemeyecek hale gelirsen, ha burda yukarıda yatak var, misafir ederiz seni.

Gülüştük. Kalktı içerideki kuzinenin üstüne çaydanlığı koydu. Ben sofradan ufak ufak tırtıklamaya başladım. Bir yandan sohbet ediyoruz. Nereden gelip nereye gidiyorum derken yukarıda karşılaştığım Salih de geldi, kulübenin ahşap işlerini o yapmış. Turgut’un başka arkadaşları da geldi gitti. Burası tam anlamı ile yol geçen hanı. Turgut da öyle diyor zaten. Her ne kadar burada daha önce konaklamış birisi Turgut’a hediye olarak gönderdiği brandaya “Turgut’un Yeri” yazdırmış olsa da Turgut:

-burası “Enes’in Hanı”, Enes’in Hanı’nın ilk yeri burası, 1956'da taşındık köprünün oraya, diyor ve buraların geçmişini anlatıyor.

-Enes benim babamın dedesi olur, bize Enesoğulları derler, Enes, bu dağları beklerdi, her geçen yolcuya yardım ederdi, tabii bu yollar o zamanlar yayaydı, 60 yıldır terk edilmişti bu han, ben sahip çıktım, o mirası devam ettiriyorum.

Bu hikayenin bir kısmına TRT’de yayımlanmış şu belgeselden ulaşabilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=eJzrbA5NGVs

Enes’in Hanı — Derebaşı Virajları

Odun ateşinde demlenen çay tavşan kanı ve çok lezzetli, içtim bir kaç bardak. Sohbet ve sis koyulaşıyor, yavaş yavaş akşam oluyordu. Turgut’a:

-bana da bir bardak getirir misin, gidemeyecek hale gelmek istiyorum, dedim.

Gülüştük,

-Ha işte şöyle ya, bu havada nereye gideceksin.

Enes’in Hanı

Buraların komşuluk ve akrabalık ilişkilerinden, ticari çekişmelerinden, tarihinden, gizemlerinden, efsanelerinden, yerbilim ve doğa bilgilerinin öneminden, insanlardan, cahilliklerinden, uyanıklıklarından, hoşgörüsüzlüklerinden, iki yüzlülüklerinden, vadilerden, derelerden, kayaların altında kalan kızdan, korkup kaçan arkadaşlarından, arkadaşını satmayanlardan, yağmurlardan, sisten, bin yıllık patikalardan, yakacak odunlardan, Turgut’un yakacak odunu bitene kadar hanı bekleyeceğinden, gelenden geçenden, onların getirip bıraktığı hikayelerden, yolda kalanlardan, onlara yardım etmekten, halden bilmeyenlerden, vefasızlıklardan, saygısızlıklardan konuştukça konuştuk… Kimi zaman gözümüz sisten görebildiğimiz kadar uzağa takıldı, kimi zaman kadehimize, kimi zaman birbirimizin yüzüne, kimi zaman düşüncelerimize, geçmişimize… Her seferinde bulunduğumuz ana, iyi niyetli ve umutlu bir gelecek fikrine döndük, oturduğumuz sofranın kıymetini bildik. Turgut’un mutfağa gittiği bir ara Sait “Turgut adamın hasıdır” dedi. Hakkaten Turgut için mert bir adam, derim. Kalender, bir çok konuda değişik, dürüst ve net bakış açısı var. Sait de kendince çok çekmiş, umarım yeter. Turgut mutfaktan, kuzinede pişirdiği, sebzeli balıklı bir tepsi yemek ile geldi. Yedik, içtik, söyleştik. Açken yediğiniz lokmalar nasıl bir doygunluk verirse, böylesi içten muhabbetler de öyle doyuruyor insanı. Sait sonra kalktı gitti. Turgut ile ben muhabbeti demledik de demledik. Gerçekten de hemen yanı başımızdaki kayalarda süregelen oluşumlardan bile bihaberken, sırf nüfuz edemediğimiz dogmatik dini bilgilerle dolu olmanın anlamı ve yararı olabilir miydi? Uyumak istemediğim halde saat 11'i geçerken vücudum artık yeter, kalk yat diyordu. Bunu fark eden Turgut:

-eh artık yat, yorgunsun… Ben seni neden bu kadar tutmak istedim biliyor musun, buraların havası hafiftir, fazla uyuyamazsın, erkenden yatsan 2 saat sonra kalkıp otururdun gece.

-Doğrudur.

-Bak, ne iyi oldu gitmedin de kaldın, ne güzel sohbet ettik, öyle değil mi.

-Çok iyi oldu, daha oturmak isterdim ama gözlerim kapanıyor artık.

-Haydi kalk bakalım. Yarın otururuz.

-Yarın erkenden yola koyulurum.

-Acele etme, bir kahvaltı ederiz. Bana seslenmeden gidersen hatırım kalır ha.

-Olur olur, merak etme, hadi sofrayı toplayalım.

-Onu bana bırak, ben yavaş yavaş toplarken oyalanırım.

-İyi o zaman haydi bana müsaade.

-Dur bakalım, seni sağ salim yatağına kadar bırakayım da.

Turgut, bilfiil, beni mutfağın üstündeki odadaki yatağa kadar götürdü. Pencere nasıl açılır, üşürsem bir kat daha örtü nerede, gece ona ihtiyaç duyarsam o nerede yatıyor, üst kata çıkan merdivendeki eksik basamak dahil gerekli her bilgiyi verdi.

-rahat ol, üşümezsin, buralarda bir şey de olmaz, ben alt katta uyuyorum, zaten en ufak ses olsa uyanırım.

Birbirimize iyi geceler diledik, yattım uyudum.

17 Ağustos 2019: Turgut haklıydı, yaklaşık 2 saat sonra zımba gibi uyandım. Dışarı çıktım, aşağı inmeye üşendim, yukarıdan çövdürdüm. Yeniden yatmayı denedim. Yaklaşık 2 saat sonra yine ayaktaydım. Hanın önünde koyu renk bir araba park etmiş, kim acaba, neyse, belli ki daha gidecek takatı kalmamış bir yolcu, deyip biraz daha uyumak için yattım.

Yaklaşık 1 saat kadar sonra kalktım. Aşağı indim. Sesime Turgut da uyandı.

-nasıl uyudun?

- iyi, dediğin gibi az uyku yetti, uyanıp uyanıp yattım, gece burada bir araba vardı, telefonda konuştuğun arkadaşın mı geldi?

-yook kimse gelmedi, nasıl bir araba?

-Koyu renk bir Tofaş gibiydi.

-Alla alla. Biri yorulmuş çekip yatmıştır. Arkadaşım olsa kapıyı çalar… Ya bu ekmekleri sen mi getirdin?

-Ne ekmeği?

-Burda ekmek var, mutfak tezgahının üstünde, hem de sıcak.

-Ben ekmek getirmedim, hem getirsem sıcak mı kalır dünden.

-E bu ekmeği kim bıraktı o zaman?

-E be Turgut! Bir de dedin ki çıt olsa uyanırım. Bizi götürseler haberin olmazmış.

Gülüştük. İnceden bir gizem…

Sobayı yaktık, çayı sürdük, kahvaltıyı hazırladık. O sıra Turgut’un bir arkadaşı geldi, gece arabayı park eden oymuş. Birazdan yola koyulacak Van’a, mahpustaki kardeşini görmeye. Ama ekmek getirmemiş. Arkadaş, ekmeği kim gettü o zaman? Turgut sonradan, ekmeği o arkadaşının annesinin geçerken bırakmış olduğunu öğrenmiş.

Sade ve nefis bir kahvaltıdan sonra, müsaade istedim. Kalsaydım, isterdim, ama günlerden cumartesi idi, gidecek 1000 kilometreden fazla yolum, pazartesi başlayacak işim vardı.

Hava açmamış, tersine yağmura durmuştu. Turgut ile kucaklaşıp en kısa zamanda görüşmek üzere uğurlaştık.

Okura Not: Turgut para sormaz, istemez, gönlü boldur. Ama ben biliyorum ki orada kaynaklar sınırlı, ihtiyaçlar var, yolcuların da ihtiyaçları (benzini biten bile olmuş) var, bunu siz de bilin isterim.

Çaykara’ya doğru

Zamanım olsa yaylalardan geçe geçe dönüş yapmak isterdim, artık başka zamana. Çaykara — Dernekpazarı — Cumapazarı- Fındıkoba üzerinden Of’a indim.

İnerken Kadir’le karşılaştık, motorların üzerinde biraz sohbet ettik. Kurban etini bile saklayacak buzdolabı bulmak sorunmuş bazen. Arkadaşı, gel al demiş bıraktığın etleri, o çuvaldakiler onlarmış.

Kadir
Fındıkoba

Pek bir cazibesi olmasa da hızlı olsun diye sahil yolunu takip edecektim. Sürmene’ye kadar hafiften yağmurlu bir havada sürdüm. Eşime dostuma hediye Sürmene bıçakları, kamaları, çakıları aldım.

Görele’de, tavsiye edilen Deniz Pide’yi buldum, pide güzel, karşılama güzel. Kimi yerde esnaf, dükkan önüne parka sorun çıkarırken, bu sokakta en uygun yere yanaşmama yardım ettiler. Karadayı ve pidecinin karşısındaki kahveyi işleten Okan ile bir de yan masadaki -İstanbul’da yaşayan ve karavancılığa başlayacak olan- abi ile muhabbet ettik.

Soldan sağa: Okan, Karadayı

Aldığım haberlere göre gideceğim yönde sıkı yağmur vardı, İstanbul’u sel götürüyordu. Bunu, bayram dönüş kalabalığı ihtimalini (bir çok kişi için bayram günleri sonrasının tatil edilmediğini unutmuşum), yorgunluğumu, o bölgeyi geniş bir zamana bırakmayı, madem dönüşe geçtim artık bir an önce varmayı düşünerek (tamam tamam, sevdiğimi özlemiştim ve artık kavuşmak isterdim!) yolda Sinop Erfelek’e uğramaktan vazgeçip, Merzifon yönüne doğru sürdüm.

Merzifon’a vardığımda hava kararmıştı. Bu sefer bir otele attım kendimi. Bu otelde de düğün varmış. Eee, yaz ayları...

Kameraları ilk defa düzgünce şarj ettim ve kartları kontrol ettim. Neredeyse tek bir kayıt yok! :) Kartlardan birini yolda yanlışlıkla formatlamışım, diğeri ise çoğu zaman kayıt yapmamış. Özetle, 3 kameradan elimde neredeyse 3 dakikalık görüntü bile yok, ne varsa telefon kameramda var. Sağlık olsun!

18 Ağustos 2019: Deliksiz uyumuşum. Sabah erkenden uyanıp toparlandım. Dışarıda müthiş bir yağmur var.

Merzifon — Amasya

Gece otele vardığımda da resepsiyonda olan, vardiyasını bitirmek üzere olan genç:

-abi bu havada gidecek misin?

-yarın işe başlamam lazım.

Kahvaltı edip ayrıldım otelden.

Hemen karşıdaki benzin istasyonuna girdim.

-abi yolculuk nereye, diye sordu pompacı.

-İstanbul’a.

-Bu havada gidilir mi abi motorla!

-Gitmem gerek.

-Üşüme bari sıkı giyin!

-Merak etme, üstüm kat kat sıkı (yağmurluğumu giymiştim), hatta şu an terlemeye başladım.

-haydi iyi yolculuk, o zaman.

-Eyvallah, sağol, kolay gelsin!

Merzifon sokakları sel… Şehirden çıkıp kendimi Çorum yoluna attım. Yol üzeri durup yörenin pirinçlerinden satın aldım. İçliğimi giydim. Hava 13 dereceye kadar düşmüştü.

-abi gitme diyeceğim bu havada ama, iş var diyorsun, dedi dükkandaki genç.

-sağolasın, deyip devam ettim.

Osmancık tarafında bir mola verdim, nefis bir gözleme yedim, çay yine çok iyi geldi. Temiz yüzlü ve çalışkan bir abla neredeyse her işe bakıyor. Giderken ihmal ettiğim, yörenin doğal tuzunu da buradan satın aldım. Yoldan alışveriş yapmayı seviyorum. Tabii motorda yer kısıtımız var, o ayrı.

Osmancık dolayları

Eldivenlerimi şu mısır haşlanan sobanın üzerinde kuruturken yaktım, artık kullanılabilir durumda sayılmazlar.

Trafik o kadar yoğun değildi, ama ya yağmur vardı ya da yollar ıslaktı taa Hendek’e kadar.

Güneş açarken öğleden sonra saat 16 gibi İstanbul’a vardım.

Şiir yazmak kolay değil gördüğünüz gibi, haddim de değil.

Tahir olmak da ayıp değil, Zühre olmak da

Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,

Bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte

Yani yürekte. (Nazım Hikmet)

Bu hikaye başka türlü de anlatılabilirdi, bu türkü başka telden de çalınabilirdi. Sürç i lisan ettiysem affola!

Onca yol gibi güzel, belki ondan bile güzel olan, o yolları daha da mutluluk verici kılan, döndüğümde koşup beni, boynuma sarılıp karşılayan bir sevdiğimin olması!

İnsan sevdiğine gider!

Şiirim, müziğim = Gökçe Çiçekim

02.11.2019

--

--