Türk aydınının din ile imtihanı

Alper Atasoy
2 min readJan 20, 2018

--

11 Ocak 2018 tarihinde İzmir’de Tarih Vakfı’nın düzenlediği “Felsefe ve Biz” isimli bir söyleşi gerçekleştirildi. Konuşmacılar, Türkiye’nin önemli felsefecilerinden, çok satan “Felsefeye Giriş” ve beş ciltlik “İlkçağ Felsefesi Tarihi” eserlerinin yazarı Prof. Dr. Ahmet Arslan ile yazar Dücane Cündioğlu’ydu.

Türkiye’de felsefenin farklı aydın kesimlerince nasıl algılandığını ve tanımlandığını gösteren güzel bir felsefî tartışmaydı. Ahmet Arslan hoca yaklaşık bir saatlik konuşma süresi boyunca Batılıların ne kadar güzel felsefe yaptıklarını ama Türklerin ve Müslümanların ne kadar felsefe yapamadıklarını anlatmaya çalıştı. Dücane Cündioğlu ise konuşma süresini kendi düşüncelerini anlatmak yerine Ahmet hocaya cevap vererek geçirdi. Ahmet Arslan ne kadar kendi kültürel varlığını reddederek bir felsefe tanımı yapmaya çalıştıysa Cündioğlu da o kadar kendi anlam-kültür varlığına sarılmaya ve felsefeyi tanımlamaya çalıştı.

Cündioğlu’nun bu tanımlamayı ne kadar becerebildiği tartışılır. Ama tartışılmayacak konu, Ahmet Arslan hocada görüldüğü gibi, kendi anlam-değer varlığını reddederek felsefe yapmak bir yana, onu tanımlama imkanının bile olmadığıdır. Zira felsefe bir yadsıma, sorgulama ve eleştirme etkinliğidir, eleştirmek için sorunları ve meseleleri ele almak, elden geçirmek gerekir. Biz ancak “kendi” anlam, değer ve kültür, daha da öte, varlık meselelerimizi ele alabiliriz. Aksi takdirde başkasının yaptığı felsefenin üzerine konuşmaktan, onu aktarmaktan başka bir şey yapmamış oluruz.

Türkiye’de felsefenin kısır olması; bırakın evrenselliği, yerel anlamda bile hiçbir özgün düşünce üretememesinin sebebi, aydınların içinde bulundukları dinî, kültürel ve tarihî tecrübeyi reddetmeleri, dahası bunu aydın olmanın bir gereği saymalarıdır. Eğer bir felsefe yapmak istiyorsak, din dahil her türlü kültürel alışkanlık, kabul ve önyargıyı sorgulamamız gerekir. Bu da reddederek değil tam tersi onu kucaklayarak, ele alarak, sarıp sarmalayarak gerçekleşir.

Din burada bir engel midir? Eğer dinin kavramlarını, önermelerini, ilkelerini tanımadan onu tanımlamaya ve belirlemeye çalışırsak evet engeldir, zira herhangi bir din, ideoloji, kabul ve önyargı sorgulamaya ve eleştiriye karşı son derece katı ve korunaklıdır. Bunu aşmak için yapılması gereken, onun tanım, kavram ve ilkelerini belirlemek ve düşüncenin bir nesnesi haline getirmektir. Bu da ancak içinde bulunduğumuz toplumun dinî ve tarihî tecrübesini dikkate ve göz önüne almakla olur.

Dinin bir düşünce nesnesi olarak ele alınması, filozofun dindar olup olmaması ile, hatta dini reddedip etmemesiyle ilgili değildir. Filozof dindar olmayabilir, hatta ateist olabilir, ancak bu durum onun din denen olguyu reddetmesini, yok saymasını gerektirmez. Hatta daha tarafsız, objektif olacağı bile umulabilir. Ancak Ahmet Arslan gibi aydınların en büyük sorunu, belki de kendi inanç durumlarından hareketle, dini reddetmeleri ve dolayısıyla onu dikkate ve göz önüne almamalarıdır. Halbuki felsefe reddetme ile yapılmaz, yadsıma ve eleştirme reddetme değildir.

Kısacası Türk felsefesinin en büyük sorunu, aydınların dini bir düşünce nesnesi haline getirememeleri, tam tersine ona “önyargı ve kabullerle” yaklaşmalarıdır. Daha açık konuşmak gerekirse Türk aydını kaçak dövüşür, din dahil her türlü kültürel kabul ve önyargıyı eleştirmenin getireceği bedeli ödemeyi göze alamaz. Reddetmek ve küçümsemek, dikkate ve göz önüne almamak daha kolaydır çünkü. Bizde Kilise’nin yaktığı bir Bruno’nun çıkmadığından dem vurur, ama kendisi yakılmayı göze alamaz. Sonuçta ortaya, felsefe yapmak adı altında, başkasının yaptığı felsefeyi övmekten başka bir şey çıkmaz.

--

--

Alper Atasoy

History of science, technology and engineering… Phd student at Istanbul University