Ayberg Durak
6 min readNov 21, 2016

DAİRESEL EVRENİN LİNEER SAKİNLERİ:

ARRIVAL

Hiç bir kavram, arkasında onu oluşturan etkenleri ve kaynakları öğrenilmeden kavranamaz. Mesela dinler tarihi okunmadan Hristiyanlığın doğuşu ve nerelerden kaynak alındığı anlaşılamaz. Hep bir nokta eksik kalır. Keza insanın evrimi öğrenilmeden de dinler tarihi okunmaz.

Filmde, çok güzel güzel bir hipotezden bahsedilir, Sapir-Whorf Hipotezi-, bu hipotezi kısaca anlatırsak, her yeni dil yeni bir düşünce yapısını yanında getirir. Çünkü o dilin kavramlarını, araçlarını ve manalarını öğrenirsin. Bu da yanında sanki yeni doğmuş bir bebek kafası getirir. Mesela Aborjinlerin dilinde sağ, sol, ön, arka yönleri yoktur. Bunun yerine kuzey, güney, batı ve doğu vardır. Konuşan kişi karşısındakine önündekini versene derken önce istediği şeyin karşısındakine göre yönünü bulup sonra isteyecek. Bu görünürde zor gibi geliyor olsa da bir süre sonra fark edildi ki Aborjinler bunu konuşa konuşa kendi içsel pusulalarını geliştirmişler ve her defasında burası hangi yöndü diye sormalarına gerek kalmıyor. Bu durum gösteriyor ki dil yanında kendi ekipmanlarını da getiriyor. Bu anlattığım Aborjin anektodu birazdan değineceğim filmle doğrudan alakalı.

Sıradan bir günde dünyanın 12 farklı bölgesine yarım sahil taşına benzeyen uzay siyahı yapılar yerden bir kaç metre yüksekte kalacak şekilde iniyor. Tabi hemen iç güvenlik birimleri ve askeriye bölgeyi karantinaya alıyor. Dr. Louise Banks kalburüstü bir dilbilimci ve üniversite hocası, bir çeviri işi düştü mü herkesin önerdiği işinde uzman bir çevirmendir. Film Louise Banks’in kızını doğurmasıyla başlayan ve erken yaşta kansere yenik düşüp ölmesiyle biten bir sekansla başlıyor. Onu, tüm bu çocuk büyütme sırasında hep yalnız görüyoruz. Belki boşanmış bir anne belki de sperm donörü aracılığıyla doğurmuş bir anne. Villeneuve’nün aşağı yukarı bütün filmleri bilinmezlik ve soru işaretleriyle açılır zaten.

Dünyaya inen bu cisimlere hiç bir şey etki etmez, sonunda konuşmayı denerler, fakat hiç bir şey anlaşılmaz. Bunun sonrasında U.S. Army belki de dünyadaki en iyi dilbilimciyi, Dr. Louise Banks’i çağırırlar. Ordu Montana’ya konuşlanmış cismin etrafına askeri alan kurup inceleme başlatmış. Konu uzayla ilgili olduğu için ekibe bir de astrofizikçi Dr. Ian Donnelly’yi katarlar. Başta örnek verdiğim Sapir-Whorf Hipotezinin ismini de Dr. Donnelly zikreder. Bir nevi filmin temasını da belirtmiş olur.

Villeneuve’ü tam bir merak insanı olduğu için, Dr. Banks cisimleri tam anlamıyla görene kadar bize o cisimleri sadece ufacık ucundan gösterir. Ta ki Montana’ya kadar.

Montana’nın bulut inmiş dağlarının içindeki bu harika cisme ilk yolculuk hem ürkütücü aynı zamanda merak da uyandırıcıdır. İçine girince fark ederler ki cismin kendi yer çekimi vardır. Aborjinlerin tabiriyle kuzeye doğru doğu yönünden ilerlerler. Uzaylılarla ilk temas kısadır, alışık değiliz, her bünye kaldırmaz bu durumu. Bunlar mürekkep balığına benzer canlılar. Ki zaten Dr. Donnelly de onlara Heptapod ismini verir. Yunanca hepta 7, pod ayak demektir, heptapod: yediayak.

Bir dili sadece o dil hakkında ufak tefek de olsa bir bilgin varsa sadece konuşarak öğrenirsin. Kendimizin yabancı dil eğitimini hatırlayalım, Türk hoca Türkçe konuşarak bize İngilizce öğretmeye çalışıyor. Hiç bir mimik, jest, araç ve kalıp kullanmadan. Belki de bu yüzden üniversiteyle birlikte 13 yıl İngilizce gördüğümüz halde hiç kimse “this is a pencil”’dan öteye gidemiyor. Şimdi de çocukken kendi dilimizi nasıl öğrendiğimize bakalım: Önce aile içindeki hitap ve mimiklerle kimin kimler olduğunu. kimlerin kendini nasıl tanıttığını haturlayalım. Anne kendisini sürekli anne olarak kendini göstererek tanıtır, baba ve diğer fertler de aynı şekilde. Kişilerden sonra sıra nesnelere gelir, bir nesneye dokunuruz ve anneye bakarız, “bardak” “kalem” “masa” çocuk bu nesneleri dokunma ve görsel yolla kavrar. Kelime dağarcığı geliştikten sonra ise iş her ne kadar kavramın anlamını bilmese de zamir ve kiplere gelir, bir insan kendi dilini böyle konuşmaya başlar. Dr. Louise bunu fark ediyor ve görsel iletişim yoluyla bağ kurmayı deniyor ve başarılı oluyor. Heptapodlarla iletişime geçebiliyor, fakat bir pürüz vardır ki; onların dili sesli değil görseldir ve bir alfabeye dayalı. Yandaki resimde olduğu gibi dairesel bir alfabe sistemleri vardır ve öğrenmesi hiç de kolay değildir.

Bu “ben Louise” “Ian yürüyor” “biz konuşuyoruz” seansları sırasında 11 ülkedeki 11 farklı cisimle sorunlar nüksetmeye başlar. Bu ülkelerin arasında Çin, Rusya ve Sudan olunca hiç de uslu duracak tipler belirmiyor akılda. Gerilim yavaş yavaş tırmanmaktadır.

Bu döngüsel dili çözmeye çalışırken Louise kendini hep bir kızın bir mekanın hayalinde bulur. Tanımadığı ve görmediği yerleri rüya diyerek geri çevirmeye çalışsa da ne olduğunu anlayamaz.

Bu sırada 12 ülkenin birbiriyke komünikasyonu kesilir ve gerilim had safhaya ulaşır. Çinli liguistlerin en son öğrendiğine göre heptapodların amacı silah teklifidir. Louise buna inanmak istemez çünkü böyle bir amaçla gelecek olsalar silah tanıtılır ve reklamı yapılırdı. Bu sırada Çin ise heptapodlara savaş ilan etmiştir. Louise ise bunun üzerine heptapodların aracına gidip onlarla özel bir konuşma yapar. Ve işte orda tüm filmin amacı gerçekleşir:

Dil, en etkili silahtır.

İnsanlık dünyada lineer yani doğrusal dili konuşup onunla yaşar. Fakat zaman lineer değildir. Zaman kendi içinde bükülüp genişleyebilen, uzayıp kısalabilen, ucu ve sonu olmayan bir oluşumdur. Biz dilimizi doğrusal zaman üzerine kurmuşuzdur.

Louise, heptapodların dilini öğrenmeye başladığından beri doğrusal düşünceden çıkmış, aynı heptapodlar ve dilleri gibi dairesel düşünmeye başlamıştır ve tüm hayat hikayesini görmeye başlamıştır. Asıl geliş amaçları şudur ki; heptapodların 3000 yıl sonra yardıma ihtiyacı olacaktır ve bu yardımı da insanlık sağlayacaktır. Dil, heptadpodların insanlara yaptığı bir silah teklifidir ve insanlar bu silahı medeniyetin devamı için alırlar.

Filmdeki en anlamlı ve en önemli sözü ise heptapodlara savaş açan Çin Generali Shang, Dr. Louise’e söylediği şu Çin atasözüdür: “Savaş kazanan yaratmaz, sadece dul ve yetim yaratır.”

Bu sene bir eleştirmen kadar olmasa da onlarca film izledim. Fakat Arrival gerek konusu gerek düşünce yapısı ve aktardığı mesaj olarak en iyisiydi. Hatta son yıllarda çıkmış en iyi film diyebilirim. Dennis Villeneuve’nün 2009’daki Polytechnique’ten beri muazzam film ve kısa filmler çektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Aklımı başımdan alan bu yazının sonuna gelirken oyuncuları ve diğer kasta bakalım.

Dr. Louise Banks’i canlandıran Amy Adams 42 yaşına rağmen hem bu kadar genç hem de dinamik olması takdire şayan. Oyunculuğu gayet duru ve sakin olan Adams, bu filmde tıpkı önceki filmlerinde olduğu gibi içine işleyerek oynuyor. Bunun yanında güzelliği ise eğer film kötüyse sizi izler kılan tek etken oluyor, neyse ki bu filmde Adams’ın güzelliğine bakmadık bile.

Dr. Ian Donnelly'yi canlandıran Jeremy Renner ise ben az bahsetmiş olsam bile Adams kadar kilit bir rolde. Renner’ın oyunculuğunu Marvel gibi düşük konulu filmlerde harcamasına üzülmüşümdür hep. Arrival’daki oyunculuğu blockbuster filmlerinden sıyrılıp adeta hayatımın işi diyebileceği kıvamda.

Bir kaç ufak rollü ama mihenk taşı olan oyuncular da var mesela U.S. Army albayını canlandıran Forest Whitaker ve filmin vurucu cümlesini söyleyen General Shang’i canlandıran Tzi Ma gibi.

Gelelim yazımızın rockstar’ına: Dennis Villeneuve. Incendies ile içimizi pare pare yakan, Prisoners ile gerim gerim geren, Enemy ile Saramago’nun en iyi kitabının(Kopyalanmış Adam) basık atmosferini ondan daha iyi yansıtan, Sicario ile ise sınır hattının güç dengesinin nasıl işlediğini gösteren Dennis, Arrival ile bizim en büyük silahımız olan dilin ehemmiyetini gösterdi.

Sahneleri ve sekansları bir oya işçisi gibi işleyip bize bir şairin serenadı gibi anlatıyor.

Bunun olmasını sağlayan 3 ana etken departman var. İlki yönetmenlik, burada kendisi işinin en iyisi, ikincisi görüntü yönetmenliği, burada da The Most Violent Year’dan tanıdığımız Bradford Young oturuyor ki kendisinin yaptığı işler(Selma, Pawn Sacrifice) zaten biliniyor. Filmdeki bulutların dağdan inişi, Banks’in evi ve gölü, heptapod gemisinin içi… Bunlar cidden söylenip geçilecek şeyler değiller. Ama itiraf etmeliyim ki Sicario’daki sinematografi işini daha çok sevmiştim, Roger Deakins kendisi. Üçüncü olarak da, bir müzik sevdalısı olduğumdan benim en sevdiğim film müziği. Bu filmde de öncekilerde olduğu gibi, yeryüzündeki cennet olan İzlanda’nın çıkardığı en iyi müzik adamı Jóhann Jóhannsson ile çalışmış ve bence Jóhannsson en iyi işini çıkarmış. Bilemiyorum bundan daha iyi bir soundtrack yapabilir mi? Bir bilgi olarak, Jóhannsson film müziğini yapmaya senaryoyu okuduktan sonra başlamış ve film çekilmeye başlandıktan kisa süre sonra bitirmiş. Dehalar için somut birşey gerekli değildir, hisseder ve üretir. Nitekim bu filmde de herkes bizim aklımızı başımızdan almayı başarmış. Eğer bu film bir insan olsaydı, dudaklarından öperdim…

Son olarak filmin uyarlandığı kısa novella Ted Chiang’in 1998’de yazdığı Stories Of Your Life And Others kitabındaki Story Of Your Life hikayesidir. Türkçe baskısı yok ama internetten orjinaline bir göz gezdirmenizi tavsiye ederim, en az film kadar güzel.