The House by Paco Roca

The House İncelemesi: Ev ve Aile Üzerine Sıcacık Bir Hikaye

Ayten Nihal Cengiz
6 min readFeb 27, 2023

Bazen bir kitap okursunuz ve o kitap, sizi onun hakkında bir şey söyleyene, bir şey yazana kadar bırakmaz. Son sayfayı çevirdiğinizde geride bıraktığınız artık sıradan bir kitap değil, iki karton arasına sığmayı başarmış bir yaşam öyküsüdür. Yaşamadığınız bir tecrübe edinmiş, kısa bir süre içerisinde onlarca yaşama konuk olmuşsunuzdur.

Bir kütüphanenin rafında gözüme çarpan ve ne konusu ne de yazarı hakkında hiçbir şey bilmeden aldığım The House da tam olarak böyle bir kitaptı. Sıcacık hikayesi, başarılı çizimleri ve geride bıraktığı duygu düşüncelerle, son zamanlarda okuduğum en keyifli çizgi romanlardan biri oldu. Bu yüzden sizlere The House’ı ve bir ailenin hikayesini anlatmak istiyorum. Böylece kitabı rafına gönül rahatlığıyla koyabileceğim.

İspanyol yazar/çizer Paco Roca’nın gerçek yaşam öyküsüne dayanan The House, ilk kez 2005 yılında yayınlanıyor. Kitabın hem oldukça kişisel hem de evrensel olan sıcak hikayesi okurları o kadar çok etkiliyor ki, The House yıllar içinde birçok dile çevriliyor, önemli ödüllerin sahibi oluyor.

2019 yılında İngilizce’ye çevrilen kitap, 2021 yılında ise “Ev” ismiyle Türk okurlarla buluşmuş. Çevirmenliğini Murat Tanakol’un yaptığı kitap, Desen Yayınları’ndan çıkmış.

Paco Roca tarafından çizilmiş The House’dan bir sahne

The House, bir evin etrafında koca bir ailenin hikayesini anlatıyor.

The House, dünyanın bir ucunda yaşayan küçük bir ailenin hikayesini taşıyor sayfalara. Artık bambaşka evlerde bambaşka hayatlar süren, ve birbirlerini çok nadiren gören 3 kardeş, babaları vefat ettikten sonra tatil evlerinde bir araya gelmek zorunda kalıyor.

Onlar satmak üzere geldikleri, artık kimsenin yaşamadığı bu evde temizlik yapıp, hem evi hem de bahçesini bir şekle sokmaya çalışırken, biz de bu evin sahne olduğu anılara şahit oluyoruz.

Babalarının beklenmedik ölümünden sonra eve ilk gelen, ailenin ortanca kardeşi oluyor. Bir yazar olduğunu öğrendiğimiz bu kardeşi tozlu bir ev, dört bir yanı sarmış yapraklar ve ağaç dallarına takılmış gazete sayfaları karşılıyor. Ağaç dallarında sallanan bu sayfalarda, yazar olan kardeşin başarılarının yer aldığını, bu yüzden de bir zamanlar babalarına yine bu ortanca kardeş tarafından gönderildiğini öğreniyoruz.

O ve eşi evdeki minik işleri yaparken, yoğun bir programın ve Ev’dekinden bambaşka bir hayatın içinden geldiğini anlıyoruz. Karakter bir an önce oradaki işleri halletmek ve kendi hayatına dönmek istiyor. Nitekim evdeki işlerin bir kısmını yaptıktan sonra da, kısa süre sonra tekrar gelmek üzere, ayrılıyor oradan.

Ortanca kardeşin ayrılmasının ardından bu sefer eve ailenin en büyük çocuğu, büyük abisi geliyor. Önceki sayfalarda birkaç kez çocukluğunu gördüğümüz bu karakterin artık boyu kadar bir çocuğu olduğunu görüyoruz.

Ortanca kardeşin aksine büyük abi ev işlerini, bir şeyleri tamir etmeyi seviyor. Bu yüzden abi ve oğlu kolları sıvıyor ve evin artık açılmayan penceresinden başlayarak tamire girişiyorlar. Eve son gelense evin küçük kız kardeşi oluyor. Eşi ve bir küçük kızı olan bu kardeş de temizliğe yardım ediyor.

The House by Paco Roca

İşte, tam da bu ortamda, dört bir tarafı eski anılarla dolu olan bu evde, bir yolculuğa çıkıyor kardeşler.

3 kardeş, bir zamanlar ailecek tatil yaptıkları bu evde ilk ve son kez babaları olmadan vakit geçirip, temizlik yaparken geçmişle şimdi arasındaki çizgi silinip gidiyor. Yapraklar süpürülüyor, kırık yerler onarılıyor, çöpler atılıyor… Tüm bu sıkıcı ve gündelik işlerin yanındaysa içindeyse zaman duruyor ve 3 kardeş yüzlerce hatıranın içinde kayboldukları bir içsel bir yolculuğa çıkıyor.

Biri geride bırakamadığı pişmanlıklar ve kızgınlıklarla boğuşuyor. Biri babasıyla biraz daha fazla zaman geçiremediği, torunu dedesini tanıma fırsatı elde edemediği için hayıflanıyor. Bir diğeriyse, hayatı boyunca bir an bile durmamış, pes etmemiş olan babasının hayattan ve yaşamdan neden birden vazgeçtiğini, son zamanlarını neden derin bir sessizlik ve çöküş içerisinde geçirdiğini anlamaya çalışıyor.

Peki, böylesine sıcak ancak sıradan bir hikayeyi ne özel kılıyor?

Babalarının ölümünden sonra, evlerinde yapılması gereken işleri halletmek için bir araya gelen kardeşlerin hikayesi, ilk bakıldığında çok da farklı ve ilgi çekici gelmeyebilir. Ancak Paco Roca, öyküsünü sayfaya o kadar sıcak ve etkileyici bir şekilde yansıtmayı başarıyor ki, kendinizi hikayeye kaptırmaya engel olamıyorsunuz.

Öncelikle, ilk sayfadan itibaren güçlü bir hikaye okuduğunuzu anlıyorsunuz. Paco Roca hem muhteşem görsellerle, hem de derin ve gerçek diyaloglarla sizleri okumaya değer bir hikayeye davet ediyor. Yazar, çizgilerle harfleri öyle güzel birleştiriyor ki, muhteşem bir anlatımla karşılaşıyorsunuz.

Örneğin, yukarıda da bahsettiğim gibi kitap sıklıkla flashback tekniğinden yararlanıyor. Bir anda okuru, onlarca yıl öncesine götürüyor. Bir sahnede kardeşlerden birinin babasıyla bahçede televizyon izlediğini okurken, bir sayfada ise koca ailenin bir arada evin tuğlalarını yerleştirdiğini görüyorsunuz.

Bence, bu minik flashback’ler kitabın okurun kalbine dokunmasında çok önemli bir rol oynuyor.

Karakterlerin bu geçmiş anılara dalıp gitmesi o kadar doğal ve yumuşak bir şekilde gerçekleşiyor ki, siz de onlarla birlikte kendinizi anıların arasında gezerken buluyorsunuz.

Örneğin, kız kardeş eve geldikten sonra küçük kızının bahçedeki ağaçlardan bir meyve koparmaya çalışını izliyor. Tam bu sahnede, küçük kızın birden kız kardeşe (yani annesinin küçüklüğüne) dönüştüğünü izliyoruz.

Anılar tam da gerçek hayatta olduğu gibi, ufak çağrışımlarla dökülüyor sayfalara. Bence bu, kitabın anlatım gücüne büyük bir katkı sağlıyor.

The House by Paco Roca

The House herkesin kendinden, kendi hayatından bir şey bulabileceği bir kitap.

Bir kitap gerçek bir yaşam öyküsünden alındığında ne kadar gerçekçi olduğundan bahsetmek anlamsız olabilir. Nitekim The House’da yazarın kendi babasıyla yaşadığı şeylere dayanıyor.

Ancak, bence bir hikayenin gerçekçilik bakımından başarısı, ne kadar gerçek olduğundan değil, ne kadar gerçek hissettirdiğinden kaynaklanıyor.

The House’da, iyi bir hikayenin yapacağı şeyi, okuru kendi anılarında, kendi hayatında bir yolcuğa çıkarmayı büyük bir etkileyicilikle başarıyor bence.Bir okur, The House’ı okurken yaşadığı deneyimi, “kendi anılarında gezinmek gibi” nitelemiş. Bence bu çoğu okurun da katılacağı güzel bir yorum.

Babanızın isteğiyle her tatilinizi onu inşa ederek geçirdiğiniz bir yazlığınız/tatil eviniz olmasa da, kitabın merkezindeki bu bahçeli ev belki bir zamanlar (ya da belki hala) sevdiklerinizle bir araya geldiğiniz bahçenizi, köyünüzü, yazlığınızı ya da temiz hava eşliğinde keyifli sohbetler ettiğiniz terasınızı hatırlatıyor.

Kırgınlıklara, kızgınlıklara rağmen birbirinden kopamayan kardeşler ve ardında anılar bırakan bu karakterlerde size ve sevdiklerinize dair bir şeyler buluyorsunuz. Bence bu da bir okur olarak o hikayeyi benimsemenizi ve karakterlerle bağ kurmanızı sağlıyor.

The House, birkaç saat içerisinde sizlere geçmiş, pişmanlıklar, kırgınlıklar, alınan kararlar, aileniz, sevdikleriniz gibi birçok konuda derin düşüncelere dalacağınız bir kapı oluyor.

Kitap boyunca evden ayrılmıyor, ancak koca bir ailenin hikayesine tanık oluyoruz. The House, bir eve ne kadar çok hayat ve hikaye sığabileceğini başarılı bir şekilde gösteriyor. Sizi hayat, aile, pişmanlıklar ve geçmiş hakkında uzun uzun düşündürüyor.

Ve bunu bir kez daha vurgulamak istediğim, basit ancak etkili anlatım gücüyle yapıyor. Örneğin, kitap bir insanın hayattan vazgeçiş anını, yaşayan bir ölüye dönüşmesini o kadar iyi bir şekilde yansıtıyor ki. 3 küçük kareye sığdırılmış bu dev duygulara bakarken, yazarın çizgileri kullanma gücüne hayran oluyorsunuz.

Bence, bu ailenin evrensel hikayesi keyifle okuyacağınız ve bir şeyler öğreneceğiniz bir çizgi roman…

The House, sayfaları çevirirken hem keyifli bir okuma deneyimi yaşatmayı hem de geride ufak ve önemli hayat dersleri bırakmayı başarıyor. Bu yüzden, özellikle sıcak ve dolu hikayeleri sevenlerin bu çizgi romanı okuması gerektiğine inanıyorum.

Kitabı okuyacak herkese keyifli okumalar!

Şu kısa hayatta her birimiz, kendi hayatımıza, düşüncelerimize ve hayallerimize dalmış bir şekilde yaşıyoruz. Küçük kafalarımız, içinde kaybolabileceğimiz kadar büyük dünyalar taşıyor. Bu dünyalar içinde bazen gerçekten kayıp da oluyoruz, yolumuzu bulduğumuzda ya da durma fırsatı elde ettiğimizde ise bazen her şey için çok geç olmuş oluyor.

Bu yüzden herkese, pişmanlıkların, yarım kalmış konuşmaların, geç gelen aydınlanmaların olmadığı bir yaşam diliyorum.

Yazımı okuduğunuz için teşekkür ederim.

--

--

Ayten Nihal Cengiz

A dreamer who loves writing. #shortstories #bookreviews #time #life #hope #motivaiton #writing