Konya.. Anadolu Selçuklularının Başkenti, Doğu Roma İmparatorluğunun İkonia’sı..
17 Mart 2015
Sabah uçaktan o kadar yorgun indim ki istediğim tek şey otele gidip bir parça uzanabilmekti. Ancak, çiçeği burnunda bir çift ile yolculuk etmenin sorumluluk bilinci ile ses etmeden bağrıma düş bastım.
Konya üzerinde üç tur attı uçak ve sonunda bir şekilde yere indik. Hemen kapıdan havaş’a bindik. Havalimanından merkeze taksi ile 50 tele. Havaş ise 10 tele. Bu arada ben daha evvel bilmiyordum ama havaalanı ile havalimanı arasında bir tür ayrım varmış. Lakin, bu ayrım bir süre önce kaldırılmış.
Konya bildiğiniz üzere kocaman (Türkiye’nin en büyük şehri) ve dümdüz bir şehir. Merkez o kadar düz ki 10 derecelik açıya “yokuş” adını veriyor konyalılar. Konyalılar demişken, kendi hallerinde sakin bir halkı var Konya’nın. Kimse kimsenin umurunda değil sanki.
Meydana geldik, bir miktar yürüdük ve Karatay ilçesinde Mevlana müzesinin olduğu alanı bulduk. Müzeye gitmeden önce hepimizin enerjisi düşük olduğu için bir şeyler yememiz gerektiğine karar verdik. Tabii, henüz nerede ne yenir bilmiyor ve sıradan bir şeyler yemek de istemiyorduk ama herkesin oturmaya ve proteine ihtiyacı olduğu için ilk etli ekmek tabelasından içeri atıverdik kendimizi. Şans eseri, Konya’da, -bence- yenilebilecek en güzel etli ekmekçilerden birine rast gelmişiz. Celal bey etli ekmek ve kebap salonu. Aziziye caminin hemen karşısı. Bir etli ekmek ve bir bıçak arası söyleyip afiyetle yedik. Yüzler güldü, bir süre yetecek kadar enerji depo edildi. Hemen karşısında bulunan ve benim çok beğendiğim türk barok mimarisi şadırvanlı minareleri ile Aziziye Camii’ni gezdikten sonra Mevlana’ya doğru yola çıktık.
Mevlana… Yeşil kubbe, tüm ihtişamı ve mütevaziliğiyle göründü. Selimiye camiinin bulunduğu meydandan müzeye doğru yürürken türbenin arkasında kalan Yeşil kubbe, sanki boynunu bükmüş utangaç bakışlarla bizi izliyor. Bu duyguyu türbenin her yerini gezerken hissettim. Sanki, her şeye bir ihtişam yüklenmeye çalışılıyormuş ama Mevlana buna izin vermiyormuş gibiydi. Babasının vefatından sonra görkemli bir türbe yapılması teklif edildiğinde “Gök kubbeden daha ihtişamlısını yapamayacağınıza göre zahmet buyurmayın” demişti Mevlana.
Müzede bir kaç turdan sonra yine karnımız çılgınca acıkıyor. Ali Baba’yı arıyoruz. Allah, tavsiye edenden razı olsun diyorum. Ali Baba, Konya’da fırın kebabı yenilebilecek kesinlikle en güzel yer. Bu nasıl muhteşem bir ettir, nasıl muhteşem bir pidedir. Gözümüz döndü, ne kadar yedik bilmiyorum artık ama bir şekilde birbirimize destek olarak kendimizi dışarı attık. Bu harikulade lezzet ile birlikte depoyu fullediğimiz için Alaeddin tepesine çıkmaya karar verdik.
Tepe deyince öyle engin bir tepe filan canlandırmayın gözünüzde. İnsan yapımı, 20 merdiven kadar çıktığınız milattan önce 3 binli yıllara ait bir yer burası. Konya merkezi teraziye alınmışcasına düz olduğu için her yere hakim bir manzarası var.
Konya yolculuğu, benim gibi Selçuklu mimarisi hayranı olan insanlar için çok mühimdir zira Selçuklu’nun başkenti Konya’da bu mimari anlayışın en iyi örneklerini görmek mümkündür. Alaeddin camii’de bunlardan biri. Alaeddin Keykubad tarafından 1220 yılında tamamlanan camide, Anadolu Selçuklu devletinin sultanlarının türbeleri de bulunuyor.
Buradan devam edip hemen bitişiğindeki Karatay medresesine uğradık. Medresenin kendisi de nefis ama içerisinde olağanüstü duvar çinisi kalıntıları mevcut. Mutlaka görülmesi gereken bir yer. Ardından yine bir selçuklu mimarisi İplikçi camiye geçtik. Hz. Mevlana’nın babası vaazlarını bu camide verirmiş. Mimarisi nedeniyle yine en sevdiğim camilerden birisi burası oldu.
Yürürken Merace’l Bahreyn yolumuza çıkıverdi. Konya’da dinlediğim Şems ve Mevlana hikayelerini zaman içerisinde yazarım. Şeyh Şerafettin tarafından 13.yy yaptırılan Şerafettin Camii de yine Selçuklu mimarisinden izler taşısa da zaman içerisinde yıprandığından Osmanlı zamanında yıkılıp yeniden yaptırılmış.
Ve buradan da tabii ki Şems-i Tebrizi türbesine uğradık. Söylemeyi unutuyordum, Konya’nın amblemi çift başlı kartal. Anadolu Selçuklularından kalan bu sembol, hakimiyeti ve korumayı temsil edermiş. Ben hayli beğeniyorum.
Otelde kısa bir dinlencenin sonrasında sema töreni için yola koyulduk. Şeb-i Arus’dan aşina olduğumuz Mevlana kültür merkezi 100.000 metrekare gibi dev bir alana oturuyor ve toplam 3 bin kişi kapasitesi var. Bir saatlik sema törenini takiben yine merkeze döndük. Merkez ile kültür merkezinin arası 10–15 dakika yürüme mesafesi. Merkezde yemek yemek için bir yer aradık ama saat 8 dedin mi Konya’da her yer kapanıyor. Mecbur, açık olan restoranlardan herhangi birine girdik. Bamya çorbasını ilk kez burada denedim ve açıkcası çok memnun kaldım. Akabinde Konya’ya özgü yiyeceklerden biri olan Tirit sipariş ettik. Şu tiridine bandım türküsünde geçen tirit. Lezzetliydi diyebilirim.
Ertesi gün ilk uğradığımız türbe hocaların hocası diye bilinen ve Mevlana’nın da hocalığını yapmış olan Şeyh Sadrettin Konevi’nin türbesi oldu. Peşi sıra Mevlana’nın aşçısı Ateşbaz-ı Veli türbesini ziyaret ettik. Ateşbaz denilmesinin sebeb-i hikayesi ise şöyle imiş;
Bir gün dergahta konuklara yemek pişirmek için odun kalmadığını farkeden Ateşbaz-ı Veli durumu Mevlana’ya bildirir; Odun kalmadıysa ayaklarını kazanın altına sok, yemeği öyle pişir, der Mevlana. Ateşbaz buyruğa uyar ve ayağını ateşe sokarak tüm yemekleri pişirir. Sonra ayağına baktığında yanmadığını sadece küçük bir iz kaldığını görür.
Tabii, bu bir rivayet ama gerçek bir hikaye daha var. Ateşbaz’ın türbesini 400 yıldır aynı aile bekliyormuş. Türbeyi bekleyen bu ailenin soy ismi bile Bekleyiciler imiş. Kendileri ile tanışma şansı da bulduk.
..
Meram’da bulunan Tavus Baba türbesine uğruyoruz. Tavus Baba’dan sonra meram bağlarında yemek durağımız Hacı Şükrü. İnternet aramalarında, fırın kebap ve etli ekmek yemek için gösterilen ilk adres burası idi. Evet, tirit de dahil hepsi çok güzel ama tekrar ediyorum Fırın kebap’ın adresi Ali baba, etli ekmeğin adresi ise Celal bey. Bamya çorbasını burada da söyledim. Favori çorbalarımdan biri artık bamya çorbası. Tatlı olarak da Saçarası söylüyoruz. Konya’nın meşhur tatlısı. Yemedim dememek için yenebilir ama çok birşey beklemeyin.
Mevlana hazretlerinin lalası Cemel Ali dede’ye uğruyoruz ardından. Küçükken Mevlana’yı sırtında taşır ona deve taklidi yaparmış, bu nedenle cemel yani deve diye bilinirmiş.
Konya’nın biraz dışında kalan antik rum kenti Sille’ye gidiyoruz ardından. Burası 6000 yıl öncesinde kurulmuş bir şehir. Dağlık bir kısım olduğu gibi oyulmuş ve içerisine bir mağara-şehir inşa edilmiş. Aynı zamanda, konstantin’in annesi Helena tarafından ms. 371’de yaptırılan Aya Elena kilisesi de burada bulunuyor.
Tekrar şehre dönüyor ve Sahib Ata’nın yaptırdığı eserleri ziyaret ediyoruz. Sahib Ata’nın camisine girdiğinizde nefis bir koku alıyorsunuz. Genelde camilerde alışık olmadığınız bu kokunun kaynağının ne olduğunu merak ettik ve sorduk. Bu caminin yapımında kullanılan bir tahta türü varmış. Genellikle yat yapımında kullanılan ve çok pahalı olan türden tahtalarmış. Yıllardır böyle güzel kokmasına sebep olan şey, işte bu tahtalarmış. Sahib Ata’nın müzesinde kilimlere hayran kalıyor ve Arkeoloji Müzesine geçiyoruz. Çatalhöyük’ten çıkarılan çok ilginç eserlerin bulunduğu bakımsız kalmış küçük müzeden sonra eski Konya kalesinin kapılarından birine kurulduğu için ismi Kapı Cami olan camiye de uğruyor, tarihi sokaklarında kilimcilere ve antikacılara bakıyor ve dönüş yoluna giriyoruz.
Dönüş yolunda dayanamayıp ismini şu an hatırlamadığım ama yine iyi sayılacak etli ekmekçilerden birine uğradık. Etli ekmek, bıçak arası ve bir de mevlana söyledik. Konya’nın genelinde tüm bu et mahsülleri, ne İstanbul kadar pahalı, ne de bir Anadolu şehri kadar ucuz. Mevlana’nın varlığıyla turist sıkıntısı çekmeyen şehirde, her şeyin fiyatı bir miktar artırılmış. Genellikle 12 ile 18 tele arasında değişiyor fiyatlar ve kişi başı 20–22 tele ödeyerek masadan doymuş bir şekilde kalkabiliyorsunuz..
Ezcümle, Konya’ya gitmek görmek lazım gelir.. Neydi, gez dünyayı gör Konya’yı.. Haydi kalın sağlıcakla.
— — — — — — — — — — — — — — — — — — —
17 Mart 2015 yılında yapılmış Konya yolculuğunun güncesidir.