İmroz Notları

31 Temmuz 2014

Çanakkale’ye varmam iki saat sürdü. Otobüs zaten trafik nedeniyle geç kalmıştı ve bu yetmezmiş gibi bir de yanlış yerde indim. Terminaldeki hanımefendiye “otogardan iskeleye servis var mı” diye sorduğumda “otogarda inmeyip devam edin otobüs iskeleye uğruyor zaten” diye yanıt vermişti. Oysa ki, Lapseki — Gelibolu iskelesiymiş kastettiği. Lapseki’den minibüsle 33 km uzaklıktaki merkeze, Eceabat iskelesinin olduğu yere ‘geri’ döndüm. Yaklaşık yarım saat — kırk dakika sonra Çanakkale — Eceabat iskelesine ulaştım. İskelenin çok yakınında çalışan bir arkadaşımı aradım, yemek yerken kısa bir sohbet ettik. Ardından 20:00 feribotuna bindim.

Feribotlarla, gündüz vakti, yorgun ve uykusuz değilken seyahat etmeyi seviyorum. Uzaktan şehre bakınca, Çanakkale, kurak çörek İzmir’den katbekat daha güzel bir şehir. Dört bir yanı ağaçlarla kaplı. Bir şehirden savaşın izlerini silmek hem kolay hem de doğru değil muhakkak. Ama Çanakkale geçmişini geride bırakıp geleceğine yatırım yapsa eminim daha başka bir şehir olur.

Eceabat’a varmamız 25-30 dakika kadar sürdü. Şarjım bittiği için bunları kağıda yazıyorum şimdilik. Eceabat’tan Kabatepe minibüslerine bineceğim ve Kabatepe — Gökçeada feribot iskelesine ulaşacağım. Gökçeada’da beni Gürcan Abi karşılayacak. Gürcan Abi, adanın yerlisi sayılır ve çok güzel bir taş evde yaşıyor. Adayı çok seversem, kim bilir, belki de bir gün Gökçeada iskelesinden ben karşılarım sizi. Hala, 38 yaşımda planladığım emekli hayatımda nerede yaşayacağım konusunda bir karar verebilmiş değilim. Bir gün bir yere gidersin ve evet işte ben burda yaşayacağım dersin. Evet, eminim bu böyledir. Gökçeada’nın orası olup olmadığını bir kaç saat içerisinde göreceğiz. Şimdi yanaşıyoruz, gelişmeleri bildireceğim.

Eceabat’a girerken, şahsi aracım olsa mutlaka uğrayacağımı düşündüğüm bir balık lokantası gördüm. Adını tam seçemedim uzaktan ama sanırım Kaydos yazıyordu. Çok güzel taş bir bina. Sahiplerinin zevkli insanlar olduğu kesin. Eminim, pahalı ama aşırı lezzetli restaurantlardan biri. İnsan burada da deniz börtü böceğini ucuza yiyemeyecekse nerede yesin? Hemen arkası yunan adaları. Yunan balıkçılar sık sık kara sularımızı ihlal edip bizim denizimizde avlanıyorlarmış.

Alınteri 18 feribotu yanımızdan geçerken kornayı köklüyor. Kaptan’a selamını çakıyor. Yanımdaki küçük kız annesine; “birbirlerini tanıyorlar değil mi?” diye soruyor. Sağ tarafımdaki kadınlar aralarında konuşup keyifle kahkahalar atıyorlar.

Güneş batıyor.

Görsel: Shutterstock

İskelenin hemen solunda tarihe saygı parkı ve parkın içerisinde tarihe saygı anıtı karşılıyor beni. Tarihe saygı, her köşeye, her boşluğa heykeller yaparak değil de, tarih sahnesindeki herkesi doğrusu yanlışıyla tanıyarak, tarihi manipüle etmeyerek olur diye geçiyorum içimden.

Kabatepe’ye giden minibüsler hemen iskelenin sağında yer alıyor. Çanakkale’de görevliye “8 feribotuna binersem kabatepe’deki 9 feribotuna yetişebilir miyim?” diye sormuştum. Kabatepe minibüslerini kastederek; “onlar sizi yetiştirirler, zaten bütün işleri o” demişti. Bu nedenle bir telaşım yok ama Gökçeada’ya kalkan son feribot 9’da. Cumartesi — pazar günleri yoğunluğa göre 11’i buluyormuş.

Milli parkları ve şehitlikleri, ayçiçek tarlalarını ve çam ağaçlarıyla kaplı ormanlık bir araziyi geçtikten sonra Kabatepe limanına 20:52 itibariyle varıyorum. Yayalara burada kimse bilet sormuyor ama ben yine de biletimi aldım. Bilet Eceabat feribotunda olduğu gibi burada da 2.50 tl. Feribot hayli büyük ve epey lüks. Her masanın altında elektrik prizi bulunuyor. Ve her feribotta olduğu gibi çocuk çığlıkları ada feribotunda da bol bol var. Şu an Enes adında bir ufaklığın çığlıkları karşısında direncimi ölçüyorum.

Yolda gözleme ayran yapan bir yer görmüştüm. Aklım orada kaldı. Merkezde çok lezzetli bir pizza yemiş olsam da, gözleme yanında ayran da iyi giderdi. Bir arabaya sahip olmayı sadece şu yol üstü lokantalarda sürekli durup bir şeyler yiyebilmek için isterdim.

Adaya giden bir eski bir de yeni feribot varmış. Ben yeni olana bindim. Yenisi yaklaşık bir saatte, eskisi ise bir buçuk saatte karşıya geçiyormuş. Heralde bu sebeple 9’da kalkması gerekirken 9.30’da kalktı bizimki.

Çocuk çığlıkları hız kesmeden devam ediyor. Enes, istisnasız her isteğini çığlık atarak hallettiriyor.

Hava iyice karardığı için etrafta neler olduğunu seçmek zor. “Sanki phi phi adasına gidiyorsun, altı üstü Gökçeada işte” diye düşünebilirsiniz. Ben Türkiye’de henüz gitmediğim, görmediğim yerler konusunda daha çok heyecan duyuyorum. Eğer bir gün phi phi adasına gidersem onu da detaylıca yazarım.

Çocuk çığlıklarına -özellikle Enes’inki- daha fazla katlanamayacağım için kapalı salondan çıktım. Genelde bu tip feribotlarda dışarı çıkmak yasak oluyor ama bu feribotta çıkılabiliyor ve hatta bir üst katı daha var ve oraya çıkmak serbest.

Ay hilal şeklinde. Uzaktan Gökçeada’ya ait olduğunu düşündüğüm bölgeye ışık tutuyor. Küçük bir çocuğun odasında kapının yanındaki gece lambası gibi duruyor. Az ileride nefes alır gibi parıldıyor adanın ışıkları.

Belki de ada bir süre gizleyecek gerçek yüzünü. Yine de küçük bir çocuğun ilk adımları gibi heyecanla atılacak adımlar var.. Kuşkusuz.

Burada üst balkon kısmında da birkaç çocuk var. Ancak bağırmıyorlar. Bir tanesi elindeki su şişesini direksiyon yapmış boş bulduğu koltuk aralarında manevralar yaparak yol alıyor. Bir tanesi elindeki ipad ile oyun oynuyor. Kıvırcık saçlı, esmer 3 yaşlarında olduğunu düşündüğüm ufak bir kız çocuğu ise ayın feribot’un direğe çarpan ışığına kitlenmiş durumda. Sessizce oturuyor, ara ara gözlerini kısıyor, kim bilir kafasının içinden neler geçiyor.

Kendi dünyaları olan, iletişimleri az ama canları istediğinde tüm bohçasını önünüze döken minik insan yavrularını seviyorum. Bizim sitede bekçinin dünya güzeli bir kızı var. Anne babası ayrılmış, adam genç bir kadınla tekrar evlenmiş. Neden bilmiyorum çocuğu babasına vermişler. Adamın yeni karısından da üç aylık minik bir bebeği var. Adı da recep tayyip ve tabiki soyadı erdoğan. Herneyse, bu kız belki de içinde bulunduğu durum gereği oldukça sessiz. Her sabah bahçede, ne olduğunu anlayamadığım, kendi kafasından uydurduğunu düşündüğüm garip oyunlar oynuyor. Bahçenin bir köşesinde, bir kedi gibi, ağaca, bir güle veya neresi olduğu belli olmayan ufukta bir yere bakıp bir şeyler mırıldanıyor. Bunlara arıza-travma demek mümkün ama eminim ki bu arızalar çok kıymetli şeylere dönüşüyor zaman içerisinde.

Yanımdaki iki çocuk birbirlerini vurmaca oynamaya başladı. “Çanakkale içinde vurdular bizi.” Silahların olmadığı bir dünya dileklerimle satırlarıma şimdilik son veriyorum. Gerisini adadan, Gürcan Abi’nin evinden bildireceğim.

….

— Ezgi, koşma kızım.
— Ama hızlı yürüyebilirim değil mi?

Muhakkak, anne veya baba olmanın, dünyadaki tüm insanları bir kenara koyduğu ve size koca dünyada bir tek evladınız varmış gibi hissettirdiği bir zaman var. İşte böyle bir cevabı onun ağzından duyduğumda o an benim hissedeceğim de mutlaka bu olurdu.

Ev ev gezmekten, bol bol sohbet etmekten vakit bulup yazamadım. Ama şunu söyleyebilirim ki dünyanın herhangi bir yerinde emeklilik projenizi gerçekleştirebilirsiniz. Önemli olan temas halinde olacağınız insanlar. Gökçeada bir “marka ören yeri“ değil. Bu durum buraya yerleşen ve yaşayan insanların çok kıymetli insanlar olmasına zemin sağlamış. Görüyorum ki, yerleşeceğim yeri seçerken mutlaka orada komşum olacak insanları tanıyabilecek kadar zaman geçirmem şart. Doğa-manzara-ulaşım üçlüsünün yanına ‘insan’ da ekleniyor böylece. Gökçeada’nın en öncelikle bana böyle bir katkısı oldu. İstanbul gibi bir yerde komşularınız konusunda böyle bir seçiciliğiniz olmayabilir, kendi çevrenizi kendi mahallenizde değil size uzak bir yerde de kurabilirsiniz. Ancak bir köyde bu çok geçerli bir durum değil. Mutlaka anlaşacağınız insanlarla bir arada olduğunuzdan emin olmanız gerekiyor. Gökçeada’daki kitle yaş itibari ile benden büyük. Ancak neredeyse bu tip bir farkı hiç hissettirmeden beni içlerine kabul ettiler. Hatta bu kabul işlemi öylesine organik gerçekleşti ki ya ben 50 yaşındayım ve farkında değilim ya da güneş sadece bedenlerini yaşlandırmış 30 yaşında insanlar tanıştıklarımın hepsi.

Ada’yı benim için özel kılan sebeplerden biri, kendisiyle herhangi bir hatıramın olmaması, tamamen kendime ayırdığım bir zaman dilimi içerisinde bu geziyi gerçekleştirmem oldu.

Unutmadan İstanbul’dan uzaklaşma planları ile ilgili fikrimi de yazayım. Çevremde bunu yapmış olanlar, Gökçeada’da tanıştığım insanlar, uzaktan dinlediğim benzer hikayeler sonucunda kendi adıma vardığım fikir şu; birden her şeyi bırakıp başka bir yere taşınmanın sonu kesinlikle hüsran. Kısa sürelerle başlayıp süreleri düzenli olarak arttırarak yaşamaya karar verilen yeri ve kendinizin İstanbul dışında yaşarken ki davranışlarınızı gözlemlemeniz gerekiyor. Çok yakın zamanda, ani bir kararla Küçükkuyu’ya taşınan bir arkadaşım var. Kendisiyle yaptığım sohbetlerde, aslında çok hızlı bir karar verdiğini, aniden buna kalkıştığı için neredeyse pişman olduğunu kendisine dahi itiraf etmekte zorlandığını gözlemliyorum. Bu geçişin -aksi türde bir karaktere sahip değilseniz- mutlaka adım adım olması gerekiyor.

Ada çok büyük ve köyler hep tepelere kurulmuş. Muhtemelen zamanında çevreden gelecek saldırılardan daha kolay kaçabilmek amacı ile bu tepeler tercih edilmiş. Herhangi bir araç sahibi olmayan ada sakinleri ve adaya yaya olarak gelmiş olan turistler açısından ulaşım oldukça zor. Bu nedenle sık sık otostop çeken insanlar görüyorsunuz yol üzerinde. Ada sakinleri otostop çeken birini mutlaka almayı düstur edinmişler. Biz de birkaç kez otostop yapan gençleri aldık.

Flamingoların çöplenme yeri, bulgar sörfçülerin gözdesi, eşelek plajına gittik. Burası 5 km uzunluğunda alabildiğine kum, kadife bir denizi olan, rüzgar sörfü için çok ideal bir plaj. Ufuk çizgisinin netliğini bir görmeliydiniz. Rüzgar sörfü için, -Çeşme gibi- insan yığını bir plaja çok daha iyi bir alternatif sunabilir. Ama bunun bizden çok bulgarlar farkında olmalılar ki plaj’ın burun kısmını bilmem kaç yıllığına işletmek için kiralamışlar. Taşlık deniz sevmeyen, iskeleden değil yürüyerek giren, kuma kendini gömmekten zevk alan ve 20 adım atınca derinleşsin isteyen bir tatilci iseniz mutlaka görmeniz gereken bir yer. Yere bakıp düşünceli düşünceli tüm plajı boydan boya yürüyeyim diyen ıssız adamlar, yalnız hanımefendiler, sizin için de doğru yer burası.

İlk sabah saat 7 gibi tanıdık bir sese uyandım. Bir sezen aksu parçası çalıyordu. Sabahın o vakti için biraz hüzünlü olsa da yarı uykulu bir halde sese kulak verdim.

Bilmez yüreğim bilmez yüreğini
Ah bu koku, bu ten, bu dokunuş
Ah bu delilik sarsar bedenimi

Adaya indiğim gece etraf çok karanlıktı. Ada, komşusu Bozcaada gibi şatafatlı bir törenle karşılamıyor sizi. Boynunuza çiçekten bir çelenk de takmıyor. Bu sevindirici bir gelişme idi benim için. Gürcan Abi beni aldı ve adanın balkonu dediği yere, eski adıyla Gliki, yeni adıyla yukarı bademli’ye getirdi. Köylerin hepsi zaten birbirinden güzel. Hepsinde muhteşem taş evler var. Bir kısmı yapılmış bir kısmı yıkıntı halde. Köylerde neredeyse hiç yeni yapı yok. Kaleköy, bademli, zeytinli ve tepeköy gezdiğimiz köyler. Hepsi birbirine benzer rum köyleri. Tepeköy’de özellikle çok fazla rum vardı ve bir an için bir dönem filmine aniden dahil olmuş gibi hissettim. Yoğunlukla rumların yaşadığı köylerde kiliseler de aktif durumda. Rumların türkçe konuşmaları bana hep sevimli gelmiştir. Şansıma bir kaç rum ile konuşabilme fırsatımız oldu. Büyük keyifti. 15–16–17 ağustosta festivalleri varmış ve Yunanistan’a taşınmış olan rumların büyük çoğunluğu bu festivalde köylere geri geliyorlarmış.

Sürekli esen poyraz nedeniyle aptallaşmış bir şekilde döndük eve. Harikulade bir rakı/mangal sofrasından sonra, yunan adalarını döven şimşekleri izlemeye köyün en tepesine kurulmuş poseidon adında bir restaurant’a gittik. Burada da bol bol rüzgar yedikten sonra döndüğümüzde oturduğum yerde sızıp kalmışım.

Dün, adaya sonradan yerleşenlere öncülük etmiş, ada için pek çok şey yapmış, harika bir insana konuk olduk. Parkinson’a yakalanmış, güçlükle konuşabiliyor. Akşam 6’dan sonra birinin yardımıyla dışarı çıkabiliyor. Bir şeyler söylemek için sarfettiği gayret ve o güçlükle ağzından çıkan kelimelerle bile insanı kendisine hayran bırakabilen, öyle değerli bir insan ki.. Evin tüm dokusunu olduğu gibi korumuş, evin her yerini yöresel çalgılarla donatmış, nefis bir insan. İnsanların hayatına hep güzellikler katmış olan böyle insanlara karşı hayat bazen adil olmuyor. Kış bahçesinden çiçekleri çıkaramamış bu sene. Kış bahçesindeki çiçekler de kapalı kaldıkları o yerde güneşin yakıcılığına inat hayata tutunmuşlar ona destek olmaya çalışırcasına…

Bu sabah 7:30 gibi yine bir sese uyandım. Sanıyorum bu sesler köyün kahvesinden geliyor. Yalnız benim olacak bir sevgili istiyorum diyordu sanat güneşimiz. Yine, bir önceki gün gibi şarkıyı dinledikten hemen sonra uyuyakalmışım. Önceki günün tıpkısı yine saat 10’a geliyordu kalktım yataktan. Gürcan Abi’nin evi 2 katlı bir taş ev. Büyükçe bir bahçesi var ve bahçesinde çeşit çeşit meyve sebze mevcut. Özellikle melisa ağacı öylesine uygun ki başını yaslayıp uyuya kalmak istiyor insan. Bahçedeki erik ağacının komik bir hikayesi varmış. Bir başka ağaca destek olsun diye diktikleri çubuk bir süre sonra erik ağacına dönüşmüş. Desteklik ettiği ağaç ise kurumuş.

Birkaç yıldır yoğun bir taş ev aşkı var bende. Kısmet olur mu bir gün bilmiyorum ama çok istediğim bir şey taş ev sahibi olabilmek. Bu evde de bu isteğin ne kadar doğru olduğunu ve beni ne kadar mutlu edebileceğini bir kez daha gördüm.

Gürcan abi’nin babası edebiyat öğretmenliğinden emekli. Türkçe’yi kullanma şeklinden zaten anlamalıydım. Baba kelimesinin bendeki karşılığı dede ama tam bir baba ile oğul ilişkisini kısa da olsa çok yakından gözlemleme şansım oldu.

Bugünün bir kısmını zaten yazmıştım, kalan kısmını da yarın dönüş yolunda yazarım artık. Ama hızlıca şunu söylemem lazım, Gökçeada’yla ilgili hiçbir hatıram yoktu geldiğimde, lakin giderken arkamda güzel anılar bırakacağım.



Nefis bir pilav kokusu sardı şimdi verandayı.
Sağlığınıza…

Akif bey’in bahçesini, dursun hanım’ın mutfağını da ziyaret ettik bugün. Kaktüsler, saksıda çiçekler hediye aldım. Evlerine, yaşadıkları yere kıymet veren insanlar tanıdım burada. Herkes kapısının önünü güzelleştirse dünyada çirkin yer kalmaz, gördüm.

Dökülür yedi verenler
Teninden Rengarenk
Açarsın mevsimli mevsimsiz

Sevdikçe sevesi geliyor insanın adayı. Ama biliyorum ki bir turist olarak adayı ziyaret etsem bendeki etkisi bu kadar kuvvetli olmazdı. Gürcan Abi’nin rehberliğinin büyük etkisi var. Allah razı olsun.

Gider ayak Mevlüt Akyıldız’ın evine konuk olduk, atölyesini gezdim. Bu da gezinin son vurucu darbesiydi. Etkilenmemek mümkün değil.

Gürcan Abi, bir kavanoz poy’u haberim olmadan çantama atmış. Poy, çorbaya, salataya, etlere inanılmaz güzel bir tat katıyor. Kahvaltıda tereyağına sürülüyor, yumurtanın üstüne dökülüyor. Genel olarak, birkaç baharatın birleşiminden oluşuyor. Detaylı tarifini internette bulmak mümkün. Benim bulduklarım ile yediğim arasındaki en temel fark, Gürcan abi’nin poy‘a tarçın da katması idi. Gerçekten nefis bir karışım.

Ada gezimin notları ziyadesiyle uzun oldu. Artık burada bitireyim.

..Eyvallah Gürcan Abi.

Güle güle İmroz. Yia hara İmbros.

Bugünden (15 Eylül 2022) not; yazıda, 38 yaşımda emekli olmayı planlamış ve o dönemde nerede yaşayacağımı henüz bilmiyorum demişim. Henüz emekli olmadım belki ama tam olarak 38 yaşımda Çanakkale’de 2 katlı bir taş eve taşındım.

--

--

Get the Medium app

A button that says 'Download on the App Store', and if clicked it will lead you to the iOS App store
A button that says 'Get it on, Google Play', and if clicked it will lead you to the Google Play store