90+8
Futbol eskiden bir tür fakir sporu idi. Tamam, yıldız futbolcular yine şaşaalı hayatlar sürerdi ama taraftarların geneli dişinden tırnağından arttırdığı ile maç bileti satın alır, tüm dünyevi dertlerini bir kenara koyar, 90 dakika boyunca bir topun peşinde koşturan 22 adamı izlerdi. Yine aynı zamanlar, 22 adamın bir topun peşinden koşmasını “akıllı” insanlar pek de akıllıca bulmaz, futbol seyircisini hakir görür, cahil bulur, yadırgardı.
Ne zaman sonra bilinmez, futbol matematik işine döndü. Futbolcular akıllandı. Futbolun Einstein’ı diye nitelendirilen Pep Guardiola gibi tipi de “akıllı” gösteren, kazanmak için iman gücünden çok matematiği kullanan bir takım dahiler parladı. Veya parlatıldı. Belki de yaşadığımız her şey gibi, bu da kapalı kapılar ardından “üst akıl”lı birilerinin yürürlüğe koyduğu planlardan biri idi.
Bir süredir futbol üzerinde böylesine bir planın işletildiğini zaten düşünüyor ve etkilerini çevre(m)de görüyordum. Son dünya kupası ile bu fikrim iyice berraklaştı. “Yapma” bir ülkede “yapmacık” bir turnuva izledik. 2–3 maç dışında hiç keyif almadığım turnuvanın muhtemelen yüzde 70'ini de izlemiş biri olarak konuşuyorum.
Çocukluğumdan beri dünya kupalarını takip ederim. Avrupa kupasını da takip ederim. Hatta her hafta ingiltere ligi, italya ligi, ispanya ligi, fransa ligi ve çok arada sırada almanya liginin maç özetlerini izlerim. Zaman zaman şayet bir televizyon karşısında isem bulduğum herhangi bir maça bakarak işimi yaparım. Birkaç seneye kadar türkiye ligini de bazen maçlara giderek ama genellikle televizyondan izleyerek takip ederdim. Ancak artık türkiye’de futbol oynanmadığı için belki en fazla 1.lig maçlarını trt’de izliyorum nadir de olsa. Konuyu çok dağıtmayayım, ben futbol seyircisiyim yani özetle, ve çocukluğumdan beri de bu böyle.
Belki de en keyif almadan izlediğim turnuva oldu Katar dünya kupası. Bunu arap topraklarına beslediğim nefretin yarattığı ön yargı ile değil, gayet elimden geldiğince objektif yaklaşmaya çalışarak dile getiriyorum. Bir kere bunun sağlamasını tüm turnuva süresince tribünlerdeki seyircilerin yalnızca sayılardan ibaretmiş gibi lanse edilmesinden de alıyorum. Dünya kupası heyecanı ve coşkusu tribünleri de içine alan bir durum idi bugüne kadar. Işıklandırılmış binalardan çok rengarenk çılgın simalar görmeye alışıktık.
Her neyse, bu kısmı daha fazla uzatmayacağım. Herkesin bir anda Messi hayranı kesildiği final maçına geleceğim. Oldum olası Messi’yi sevmem. Barcelona’da da sevmezdim, P.S.G.’de de sevmiyorum. İyi, hatta çok iyi oyuncu olduğunu kabul etmemek en hafif tabiri ile “ahmak”lık olur elbette ama sevmek ayrı bir şey. Bir sürü sebep sayabilirim ama buna ihtiyacım yok. Sevmiyorum kardeşim Messi’yi. Siz sevin ne yapayım.
Buna karşın, P.S.G.’li Mbappe’yi, Milan’lı Giroud’u, Atletiko Madrid’li Griezzman’ı, Barcelona’lı Dembele’yi, seviyor ve avrupa liglerinde bol bol izliyorum. Bu nedenle Arjantin karşısında Fransa’yı tutuyorum. Evet Arjantin’de oynayan ve sevdiğim futbolcular da var, Roma’da oynayan Dybala, Inter’li Martinez misal, ancak Messi’de var ve Messi sevmiyorum.
Fransız vatandaşlığına geçmediğim yalnızca Fransa Milli Takımı’nı tuttuğum final maçında Türk milli takımı finale kalsa seyretmeyecek insanlar bile Arjantin ve Messi hayranı olmaya karar verdi ve bir kısmı da beni Fransa gibi sömürgeci bir ülkeyi tuttuğum için yadırgadı.
Buenos Aires’i hava yolu şirketi sanan, vize çıksa ertesi gün Paris’e taşınacak, Bugatti hayranı, Peugeot marka arabasına aşık, lovemark’ları chanel, louis vuitton, dior, lacoste.. balenciaga, hermes, gucci.. Tencere tava cristel, beyaz eşyada miele. Her neyse, iyice fransız milliyetçisine dönüşmeden bitireyim. Siz anladınız meseleyi, daha fazla uzatmayayım. En azından bugün hala Decathlon’da kaliteli ve ucuz bir şeyler bulabiliyorsun.
Tamam tamam..
Büyük bir tepki ile yazmıyorum bunları elbette, futbolun güzel tarafı bu türden rekabetler kuşkusuz. Ama yersiz politik tartışmaları da masaya getirmek anlamsız. Özellikle, turnuva tarihinden önce ülkeyi baştan inşa etmek için onlarca emekçinin katili olan katar’ı protesto edip turnuvayı hiç takip etmemek bu hassasiyet düzeyinde daha beklenen bir şey olurdu diye düşünüyorum.
Park cezası keser gibi insan asan İran, Amerika‘ya karşı oynadığında herkes İran’ı tutmadı mı? İranlı futbolcuların ülkelerinin tavırları hakkındaki tutumları neydi veya ne kadar gerçekti?
Tüm bu hikayeyi neden anlattım?
İzlemeye doyamadığınız goller bitti ise izlemeye doyamayacağınız filmler benden size hediye.
Hayatınızda oluşan boşluğu doldurmak benim görevim. Özellikle bitirmem gereken işler olduğunda bu gereksiz uğraşı kendime vazife edinirim hep.
Marvel evreninin çin kerhanesine dönmesi ile hollywood’tan umudunu iyice kesmiş olan sizler için harikulade filmler listesi hazırladım. Ve bu liste tıpkı geçmişteki harikulade dünya kupalarında olduğu gibi geçmişteki harikulade filmlerden oluşuyor.
İlk sırayı yazının anlam ve önemine binaen Fransız yönetmen Louis Malle’ye vermek istiyorum. Napolyon Savaşları sırasında pancar şekerinden servet kazanan bir Fransız asilzadesinin soyundan geliyor Malle. Fena bir zengin çocuğu yani. Bu fransızlar da hep..
Elevator to the Gallows (1958)
The Fire Within (1963)
Fakirliğe inat ikinci film de yine asilzade çocuğumuz Malle imzalı;
The Apartment (1960)
Polonyalı defans oyuncusu Billy Wilder, top geçer adam geçmez.
Viridiana (1961)
İspanyol kanat oyuncusu Bunuel’den mükemmel bir asist.
El (1953)
Asist kralı Bunuel tarih yazıyor.
The Exterminating Angel (1962)
Bunuel asist hat-trick’i yapıyor değerli okuyucular.
One, Two, Three (1961)
Rakibin kontratak çabası yine Billy Wilder ile son buluyor.
Stage Fright (1950)
90 artı 2'de Hitchcock sahnede.
Keyifli seyirler.