Sen Ege’nin Ücra Bir Köyünde Pizzacı Değilsin, Herkesi Memnun Edemezsin

bolvitamin
3 min readJan 14

--

Bir şey bir yerde yoksa o şey o yerde olduğu zaman sanki çok mühim bir şeymiş gibi olur. Oysa, o şey kendi gibi şeyler arasında olsa şeylerden yalnızca biri olacak olduğu halde, şeyler orada olmadığı için olduğundan fazlası, eşi benzeri olmayan bir şeymiş gibi görünür. Öyle olur ki o şey bile kendisinin olağanüstü bir şey olduğuna inanır. Ancak, aslında, o şey, olduğu şeyden pek de fazlası değildir. Yoklukta “var” olmanın gücü işte böyle bir şeydir.

Neopoliten pizza

Hepiniz harikuladesiniz, “emeyzing”siniz, hepinize bembeş yıldız.

Ayvacık’ta Ayvacık gençlerinin takıldığı bir mekanda pizza söyledim geçenlerde. Köy yerinde canın çok pizza çektiğinde ateşini söndürecek değil belki ama hafifletecek bir pizza geldi önüme. Ne övebilirim ne yerebilirim. Hani, derler ya, bulduğuna şükret, öyle de değil. Onun bir tok üstü. Ancak, tabağı bardağı koka kola “branding” olan, pizzayı makasla değil keskin olmayan bıçakla kestiğiniz bu mekanı vogue’ta görme şansınız elbette yok. Ancak benden okuyabilirsiniz.

“Saportif pörsın” da değilim ben, tamam. Ama, olmaza olmaz demek de lanet olası bir pislik olmayı gerektirmiyor. Hayatı boyunca işi yorgan dikmek olan bir insan Antalya’da 16 dönüm portakal bahçesi alacağım, bu işte acayip kâr varmış, ihracat yapacağım, köşeyi döneceğim diye geldiğinde, ona ne demek lazım? Şahane bir fikir bu, seni destekliyorum, her zaman arkandayım mı?

Olmaz yahu, bazı şeyler sonradan olsa bile çok zor olur, çoğunlukla da olmaz. Keşke her şey serifli font ile “negatif insanları hayatınızdan çıkarın” yazan postlar veya televizyonda “sana yapamazsın dediler ama sen her şeyi yaparsın” temalı dandik motivasyon filmler yapmak kadar kolay olsa. Ancak değil.

Şimdi siz, rakı filan içiyorsunuz ya, ben artık pek içemiyorum, ondan diyorum, şimdi siz rakı filan içiyorsunuz ya, bizim de içtiğimiz yıllar oldu tabii, çok şükür, güzel günlerdi, güzel masalardı, güzel masallardı.

Nazan Öncel bir şarkısında şöyle söylüyor;
“biri kaldı biri gitti
biri yalnızlığı seçti
bu masal da burada bitti
vay gönlüm vay.”

Diyorum ki, içsek de yine o rakıları, rakı yine aynı rakı, ancak o günki gibi değil. Belki sizin için, yine eskisi gibidir, o yudumun keyfi yine öyledir, ancak ben kendi adıma konuşursam -ki öyle yapıyorum- hatta durun düzelteyim, konuşmuyor kendi adıma yazıyorum, ve aslında kendime yazıyor ve soruyorum;

neden yok o rakıların tadı?

Dünyada iki çeşit trajedi vardır. Bunlardan biri kalbinizdeki tutkuyu yitirmek, diğeri ise kaybettiğiniz tutkuyu geri kazanmaktır.

Bernard Shaw.

Shaw, Pygmalion oyununun galası için Churchill’e davetiye yollar ve yanına bir not iliştirir;

“Davetiye iki kişiliktir. Bir dostunuzu da getirebilirsiniz, tabii, şayet varsa”

Churchill ise bunun üzerine Shaw’a yine bir not ile karşılık verir:

“Galaya değil ama ikinci oyuna gelirim, tabii, sahnelenirse”

Şehirden köye, daha doğru ifade ile İstanbul gibi büyük bir şehirden köye göçmemdeki temel motivasyon elbette deprem değildi ama bu kaçıştaki gerekçelerden biriydi, inkar edemem. Geçtiğimiz hafta ve hala devam eder biçimde, bölgemizde adına deprem fırtınası dedikleri bir şey ile yüzleştik. Birkaç kez ciddi hissedilen, bazıları rahatsız edici düzeyde olmak üzere, onlarca değil yüzlerce deprem oluyor. İlk olduğunda hayli sallandık, uykudan uyandım ve kendimi bir an evvel bahçeye attım.

Aslında bu, içten içe beni rahatlatmadı da değil. Açıkcası, şayet uykuda yakalanmamışsam (veya uyanabilmiş isem) bir şekilde bundan kurtulabilmemin mümkün olduğunu görmüş oldum. İstanbul’a dair düşüncem, içinde bulunduğum evden sağ çıksam dahi koca bir şehrin enkazının altında kalacağım şeklinde çünkü. Oysa burada mesele daha çok, hatta yalnızca “kendini bahçeye atmak”tan ibaret.

14 Ocak 23

--

--