Çağımızın mı babalarımızın mı çocuklarıyız? Herkesin var bir Ahlat Ağacı

Cengizhan Çelik
6 min readJun 9, 2018

En anlamsız şeyde bile derinlemesine düşünmeye ne zaman başladım bilmiyorum ama sanki herşeyin görmediğimiz bir anlamı varmış gibi düşünüyorum…

Basit, sıradan şeylerin ardında bile bizim okumamız için bir anlam saklıymış gibi sanki bu hayatta

Bu fikir ne zaman yerleşti zihnime bilmiyorum ama okuma yazma bilmeyen bir peygambere inen kitabın ilk cümlesinin oku olmasını anlamlandırdım belki de çocukluğumdan bu yana…

Yani yazılı bir şeyi okumaktan bashetmiyordu o cümle, inen kitabı da okumak değildi..

Tam olarak anlamlandırma hikayesiydi işte…

İşte o gün bu gündür görünenin ötesindeki anlam bi nevi hayatımdaki en güzel oyunlardan biri oldu…

Okuduğum kitapta yazar aslında ne anlatmak istedi,

İzlediğim filmde aslında yönetmen neyi vurguladı

O şarkıyı yazan kadın nasıl acılar çekti

O fotoğrafı çeken çocuk nasıl bir çaresizlikte

Düşününce düşündürten bir sarmal işte bu

Oğlum Sina doğduğu günden bu yana da Baba ve evlat arasındaki ilişki hayatımın vazgeçilmez temasını oluşturdu

Sina’nın gelişine kadar tanıdığım babalar ve o babaların çocukları vardı…

O çocuklar gözümün önünde büyüdü o babaların mücadeleleri, sevgisi veya sevgisizliğine neden olacak kendi öz sıkışmışlıklarıyla…

Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı filmini iki kere izledim çünkü benim bu zamana kadar neredeyse sorgusuz sualsiz inandığım bir gerçeklikle müthiş çelişiyordu…

Ben şuna inanmıştım;

Biz babalarımızın değil, çağımızın çocuklarıyız…

Nuri Bilge Ceylan ise çağımızın dinamiklerinde olsak da bal gibi de babamızın çocuğu olduğumuzu hatta onun da dedemizin çocuğu olduğunu ve bir ahlat ağacı gölgesi gibi bu aktarımın durmaksızın devam ettiğini söylüyordu…

Babası hayatta olan insanlarla babası ölmüş insanlar arasında derin bir fark gözlemledim bu hayatta

Tıpkı babasına nefreti olan çocuklar ve hayatının merkezine babasını koyan insanlar arasında fark olduğu gibi

Sina doğduğu gün şunu demiştim kendi kendime;

Şarkıdaki gibi;

‘’Çağını bilmeli ve çağına yakışmalı’’

Filmi bir anlam arayışı olmadan izlediğinizde okulunu bitirip taşraya, nefret ettiği kasabasına dönen atanamayan bir öğretmenin babasına olan öfkesini alırsınız…

İnsanlar hayalleri kadar büyüktür denkleminden bakan atama bekleyen öğretmenimiz Sinan, yazar olmak için taşrasına olan öfkesini bir araca dönüştürmüş ve bir kitap yazmıştır…

O kitap aslında içindeki tüm öfkesi, hayal kırıklıkları, başarmaya çalışıp da başaramadıkları ve en önemlisi nefret ettiği kasabasından kurtuluş anahtarıdır

‘’İnsan sevmeyen bir yazar olur mu’’ diye kendisiyle de savaşır ama sevmez Çan’daki insanları, hatta diktatör olsa atom bombası bile atar o derece ki bu onun söylemdir!

Filmi anlatmak değil niyetim zaten sinema yazarı da değilim..

Ben yazdığım her yerde aslında tarihe not düşüyorum, kişisel tarihime

Anı yazmak gibi, yaşadığım çağa olan borcumu ödemek ve aslında Sina ile konuşmak bir nevi..

Çağa olan borcumu ödemek için yazmak bence başlı başına bir yazımın konusu çünkü bu misyonu Stefan Zweig’den aldım

20’li yaşlarda okursa bu yazıyı Sina neler düşünür acaba…

Filmdeki omurgada izleyici, babasına olan kızgınlığı hayatını çepe çevre saran bir genci izliyor gibi duruyor ama bence Nuri Bilge Ceylan babayı anlatmak istiyor…

Sanki film Sinan’ın değil de babanın sessiz çığlığı…

O da Sinan gibi öğretmenmiş, annesinin anlatımında fark ediyoruz ki o küçük sevimsiz kasabanın tüm kötülüklerinden arındırmış kendini ve ekolojik sevgiye ulaşan bir derviş gibiymiş zamanında! Çayırı, çimeni ve kuzuları seven!

Ama ona da babasından miras bir yalnız kalma vebası bulaşmış! Yalnızlığı seviyor hem de iki çocuğu ve bir karısı olmasına rağmen! Onun da hayalleri varmış tıpkı Sinan gibi

Hatta bir sahnede Sinan ve taşradan çıkmış bir yazar arasında geçen tartışmada yazar, sen büyüyecek ve benim dediğime geleceksin minvalinde bir söz söylüyor.

Babanın sesiz çığlığına dönecek olursak emekli olmasına ramak kalmış bir öğretmen olarak kaçmak uzaklaşmak isteyen bir adam var…

Ve bunu başarmak için çok yanlış bir yol da seçmiş! Nefret edilmek!

İnsanların kendisinden nefret etmesini istiyor aslında! Tüm sorumsuz baba hikayelerinin temelinde de o yatıyor…

Denklemin bir tarafında insan sevmeyen ama yazar olmak isteyen bir adam varken( Sinan ) diğer tarafında gördüğü kurbağa ile oynayan, kuzulara aşık ve hayatta kendisini sorgusuz sualsiz seven tek varlık köpeğini kaybettiğinde geceleri hıçkıra hıçkıra ağlayan bir adam! ( Baba )

Baba’nın son tahlilde istediği şey kendisini anlayamayanlardan uzaklaşmak !

Fark ediyoruz ki kendi babası da bunu yapmış. Yani Sinan’ın dedesi…

Filmle ilgili Spolier vermeyeyim ama filmin finali benim çok uzun zamandır inandığım o soruyla beni çok çarpıcı şekilde baş başa bıraktı

Yahu biz hakikaten çağımızın mı babalarımızın mı çocuklarıyız ?

Nuri Bilge’ye göre babalarımızın

Bana göre hala ve inatla çağımızın!

Ancak filmden sonra bir şey dikkatimi çekti,

2016 yılında attığım bir tweet bu bu fikir ayrılığında farkında olmadan Nuri Bilge’ye hak vermişim hem de bu filmin daha senaryosu yazılmadan

Aslında film temelinde yazmak istediklerimi yazdım ve bence yazı burada bitti ancak filmde geçen iki imam ve Sinan karakteri arasında geçen ve tahminen 20 dakikadan fazla süren tek plan çekimli sahne ile ilgili bir şeyler söylemesem olmaz!

TARAFINI SEÇ HANGİ İMAMSIN YA DA SİNAN MISIN?

Filmden sonra bir yorum okumuştum diyordu ki genelde kitaplar filmlere uyarlanır ama Ahlat Ağacı öyle güçlü bir flim ki filmin roman uyarlaması olsa tadından yenmez

Son zamanların trendi Nuri Bilge filmlerinden sonra şu övgü cümlelerini yazıyor olmak;

Usta yönetmen Çehov tarzında filmler çekiyor, Çehov film çekse Ahlat Ağacı’nı çekerdi v.s

Yani insanın iç dünyasını fotoğraflarla aktaran bir adam artık diyaloglarla aktarma tercihi bu yahu! Çehov aşağı, Çehov yukarı!

Film herkesin de yazdığı üzere çok konuşan hatta kariyerinin en geveze filmi…

O küçük kasabanın imamları ve Sinan arasında geçen diyaloglar da belki de filmin en çok konuşulan sahnesi…

Filmde aslında güçle ilişki çok güzel özetlenmiş, Belediye Başkanıyla görüşme, İş adamı kumcu ile görüşme, Yazar ile görüşme…

Film zaten Sinan’ın güç ile imtihanı şeklinde ilerliyor.

Ama imamlar sahnesi bence Nuri Bilge’nin sesli düşünmesi gibi

Filmi izlerken neredeyse bağırıyordum ‘’Oha! Ben ikinci imamım’’ diye Çünkü birinci imam karakteri ( ki filmin senaristi ve iddia o ki Sinan’ın gerçek hayattaki karşılığı olan kişi) kabul görmüş tüm paradigmaların koruyucusu şeklinde Sinan ise paradigma yıkmaya çalışan asi

İkinci imam ise hem birinci imama hem de Sinan’a yahu haksız değilsiniz ancak haklı da değilsiniz diyor..

Bunu da meseleye sahabelerden girerken Ebu Zer El-Gıfar’i ile adeta anlayanlar için nokta atışıyla yapıyor…

Nuri Bilge’nin en sevdiğim yanı seyirciysini salak yerine koymuyor salona gelen en zeki için çekiyor filmi! Bunu Chistoper Nolan da bu şekilde yapıyor…

Ebu Zer El-Gıfar’yi tanıyıp tanımamasını umursamıyor ve anlatmıyor seyirciye! Bombayı ortaya bırakıyor ve dönen tartışmaları izliyor..

Filmin DVD’si çıktığında iki imam sahnesini kesip bir koleksiyoner tadında saklayacağım tıpkı Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki muhtar sahnesi gibi..

Özetle;

Film benim kendi içimdeki tartışmaya yanıt vermedi aksine daha da karmaşık bir hale evirdi…

Biz bilemeyeceğiz babalarımızın mı çağımızın mı çocukları olduğumuzu

Çocuklarımız da bizim mi kendi çağının mı çocukları olduğunu bilmediğimiz gibi

Ama filmden yola çıkarak şunu bilmekte fayda var;

Hayallerimiz var, peki ya gerçekler? Çevremizdeki gerçekler?

Tıpkı babalarımızın da bir zamanlar hayalleri vardı ve onların da gerçekleri oldu ki bugünkü babamız oldular.. Çevresel gerçekleri onları bugünkü babalarımız yaptılar!

Bu da bizim Ahlat Ağacımız : )

--

--