Derya Özçetin
5 min readAug 28, 2015

Kore’nin karşı koyduğu yönetmeni dünya dinliyor: Kim Ki Duk

Marjinal Yönetmen: Kim Ki DUK

“Bunu yaparsan şapkamı yerim”

“Bunu yaparsan şapkamı yerim.” bu sözü hayatı boyunca iki kez duymuş ve birçok şapkayı ziyan etmiş bir yönetmen Kim Ki Duk. Hakkında söylenecek çok şey var. Ama kendisi, kelimelerin güçsüz olduğunu ve anlatımdan eksilttiğini düşünüyor. Susarak anlatmanın karmaşasına düşmek istemediği zaman konuşuyor, konuşturuyor.

Kelimeler söyleyen kişinin tavrını takınır, diye düşünürüm ama susmak, Kim Ki Duk ile insanlığın tavrını takınıyor galiba…

Paris’e bir uçak bileti…

1960 yılında Güney Kore’de dünyaya gelmiş Ki Duk. Ailesinin ekonomik sıkıntıları yüzünden doğru düzgün okula gidememiş.15 yaşında ise tamamen bırakmış okulu. Birçok fabrikada çalışmış, 20–25 yaşlarında orduya katılmış ve 2 yıl görme engelliler için kilisede çalışmış. 1990 yılında ise cebindeki tüm parayı Paris’e bir uçak bileti almak için kullanmış. 2 yıl Avrupa’da dolaşmış ve Paris sokaklarında tablolarını satıp yaşamını devam ettirmiş. Tablolarını satıyor dediğime bakmayın, hiçbir resim eğitimi yok, tamamen kendi kendine bilediği bir yetenek bu. 32 yaşında, Paris’te ilk filmini izliyor; “Kuzuların Sessizliği”. İlk defa bir film seyretmenin verdiği şaşkınlığı ve zevki üzerinden atamıyor Ki Duk, Kore’ye döner dönmez senaryolar yazmaya başlıyor. Defalarca reddedilmenin ardından, ufak adımlarla sinema sektörüne girmeyi başarıyor. Sonrasında da hiç sinema eğitimi almıyor. Aynı şeylere, aynı teknikle, aynı yerden bakmanın insanı körelteceğini, yeteneğine ket vuracağını söylüyor. Ve şöyle diyor, “Hepiniz film eğitimimi merak ediyorsunuzdur. Film çekmek için en gerekli şey yaşam. Film yaşamın görüntülü kaydıdır. Askerde yaşadıklarım, fabrika günlerim, yaşarken karşılaştığım tüm insanlar benim sinema eğitimimdir, sinema malzememdir.”

19 film 27 senaryo…

32 yaşında ilk defa film izleyen Ki Duk, 36 yaşında film çekmeye başlıyor. İlk filmi, “Timsah”. Filmin senaryosu kabul edildikten sonra yapımcıya, “Senaryo benim. Eğer filmin yönetmenliğini ben yapmazsam senaryomu kullanamazsınız.” diyerek, geçiyor yönetmen koltuğuna… Daha sonrasında anlamlar içinde kaybolup, metaforlar dünyasına daldığımız, çokanlamlılık içinde yönümüzü şaşırdığımız diğer filmleri geliyor Timsah’ın peşi sıra. Minimalist sinemanın en güzel örneklerini veriyor bize. Boş Ev, İlkbahar Yaz Sonbahar Kış ve İlkbahar, Yay, Nefes, Rüya, Kötü Adam gibi filmler en çok konuşulan filmlerinden oluyor. Berlin Uluslararası Film Festivali, Cannes Film Festivali ve Venedik Film Festivali’nden birçok ödülle ve gururla dönüyor ülkesine.

Kore’nin karşı koyduğu yönetmeni dünya dinliyor

Koreliler; kasvetli, şehvetli, cinselliği bol, dramı psikopat ve sosyopatlık arasında sıkışmış, Kore’nin geleneksel değerlerine ters konular işleyen ve filmleri beş para etmez bir adam olarak görüyor Kim Ki Duk’u. Tabii ki bu genel görüş, Koreli olan ve onun işlerini seven hayranlarının sayısı da azımsanmayacak kadar çok. “Ne zaman hayatın bana yolladığı ağır tuğlalı duvarlara tökezlesem, inandığım yetenek ve tutkumla savaştım. Dünyada çok fazla gölge var. Düşündüm de dünyanın ısısını göstermek istiyorum. Bazı sahnelerin arkasında acı dolu hikâyeler var. Şehvetten ziyade toplumun acı tarafı onlar.” diyerek yapılan bu eleştirileri kendine ayak bağı yapmadan devam ediyor yoluna. Böylelikle Kore’nin karşı koyduğu yönetmeni dünya dinliyor.

Kelimesizlik ve sessizlik

Sessizliğin çığlığı… Onun filmlerindeki kelimesizliğinin tarifi böyle yapılıyor. Kahkaha ve gözyaşlarının en güzel diyalog olduğundan bahsediyor kendisi ve şöyle diyor, “Bence kahkaha ve gözyaşı, kullanılabilecek en iyi diyalog malzemeleri. İnsan yaşadıkça, kelimelere olan güvenini yitiriyor. Konuşmak çoğu zaman en kolay çözüm. Ben insan doğasını ve davranışını sözcüklerle anlatmak yerine göstermeyi tercih ederim. İnsanların davranışları yalan içermez. Davranışlar hakikate sözcüklerden daha yakındır.” Sinema Ki Duk için bir yaşantı anlatım yöntemi. Ve o bu yaşamışlığı nasıl daha güçlü aktaracaksa öyle anlatıyor. Kimi zaman başkarakterler hiç konuşmuyor kimi zaman da konuşuyorlar. Bazen kelimeler değil gülücükler, hüzünler ve acı konuşuyor. Bazen ise kullanılan mükemmel müzikler…

O, acının ‘estetize’ edilmiş halini değil ‘acıtan’ halini gösteriyor

Bir rüyanın içinde sekmek gibi Kim Ki Duk filmleri. Gerçekliği sorgulanan ama yaşanabilirliği son derece gerçek olan… İşlediği konular hayata dâhil olan şeylerdir ama mistik yanı da yadsınamaz. Mübalağa eder bazen… Siyahı anlatmak için beyazı, beyazı anlatmak için siyahı kullanır ve sonuçta ikisinin de aynı olduğunu söyler. O susturur, biz konuştururuz karakterleri. Rahatsız eder, gerginleştirir izleyiciyi. Asla dingin bir zihinle düzlüğe çıkmazsınız o filmlerden sonra. Sorular sorar ama cevaplar vermez. Sormak, bilmekten daha önemlidir Ki Duk için. Şiir yazar gibi, dingin ve çokanlamlıdır filmleri. Sahneleri metaforlarla örer. Karışık, güzel ve her ne kadar hüzünlü olsa da renklidir filmleri. Bazı görüntüler bir ressamın tuvalinden sahneye taşmıştır. Sıradan şeyleri önce garipsetir sonra istetir. Boş bir eve girmek ve anı çalmak istersin mesela ya da her gidiş gelişin orta yerinde ayaklarını suya değdirecek bir salıncak. Bir falcının bir şeyleri bilme ihtimalini bilmek istersin, bir kapının içinden değil de dışından geçmeyi, yüzen bir evi, bir aynanın içinden değil de arkasından nasıl göründüğünü… Alışılmışın aksine acı estetize edilmez onun filmlerinde, acıtır, gösterir ve iğrendirir.

“Yaşadığımız dünya hayal mi gerçek mi söylemek zor”

Yönetmenin her bir filmi, (filmlerinden birinin de ismi olan) “Boş Ev”. Hayalle gerçeğin birbirine karıştığı, gerçeklik kavramının ve daha birçok kavramın sorgulandığı bu filmler sessizliği ile doldurulmayı bekliyor. O boş evler yaşanmışlıklarla dolu ve yaşanmışlıklar onlara her baktığımızda başka bir özelliği ile yeniden yazılıyor. Duvardaki resimler, fotoğraflar, yerdeki halı hatta o evlerde işlenen zaman… Girelim o boş evlere ve girsinler boş evlerimize… Tekrar ve tekrar dolduralım onları çünkü;

“Hepimiz birer boş eviz, ta ki birisi kilidimizi kırıncaya kadar…”