Ben Kimim, Neden Yazıyorum?

Diamond Tema
7 min readJan 30, 2017

Merhaba bu blogdaki konuları ve daha fazlasını, yeni açtığım Youtube kanalında video olarak paylaşacağım. Dilerseniz kanalı inceleyebilir ve takip edebilirsiniz: https://www.youtube.com/c/diamondtema

Eh.. bu profili açmadan önce işlemeyi düşündüğüm 9999+ konu vardı kafamda ama sanırım en zor olanı yazmaya başlamakmış. Öncelikle blogdaki ismin gerçek adım olduğunu belirteyim. Genelde insanlar sosyal medyada Nickname veya farklı isimler kullandıkları için benim adımı da bir Nickname sanan insanlar oluyor. Evet, adım gerçekten Diamond (Diamant) Tema. 94 Doğumlu bir Arnavut göçmeniyim. 96 Yılında Türkiye’ye taşındığımız için okulu burada okuyup askerliğimi de burada yaptım. Yani ismim sizi yanıltmasın, en az hepiniz kadar Türk’üm ve Tarihimiz de iç içe olduğu için, Türkiye’de yaşayan bir Türk vatandaşı olduğumu söylemekte gurur duyuyorum. Yunanistan ve İtalya’da 2 yıl kadar yaşadım ve oradayken de kendimi Türk olarak tanıtıyordum.

Bu blogu açma sebeplerime gelirsek: Hobi olarak kitap okumak ve araştırma yapmakla çok fazla uğraşan bir insanım. Sürekli karşılıklı tartışabileceğiniz bir çevre yahut donanımlı insan bulmak zor olduğundan, iyisi mi kendim çalıp kendim oynayayım bari diyerek bildiklerimi toparlamaya ve yazmaya başladım. Aslında yazmaya başlarken amacım sadece bildiklerimi unutmamak adına kaydetmek ve not almaktan ibaretti. Bir nevi günlük yazar gibi sürekli kitaplardan ve izlediğim tartışma programlarından notlar alır bunları sonradan araştırır teyit ederdim.

2014'de işi gücü bırakıp erkenden askere gitme kararı aldım ve kısa dönemi beklemeden 12 ay askerlik yaptım. Açıkcası okulda almadığım kadar takdir belgesini askerde verdiler. Neyse… 2015 yılında askerden terhis olduktan sonra özellikle araştırmaya ve öğrenmeye gömüldüğüm yoğun bir dönem vardı. Bir anda Şırnak şartlarından İstanbul şartlarına geçince yaşadığım adaptasyon problemini en faydalı şekilde(içip gezmektense okumak-yazmak) kullanmaya çalıştım.

Yaklaşık 6 ay odaya kapandığım ve sürekli yazdığım için birsüre sonra hazırlamış olduğum yazılar 5–6 cilt kitap oluşturacak kadar kalabalıklaşmaya başladı. İşte bu blogu açıp bu ürünleri internette paylaşmam da bu dönemde oldu. Zaten okumayı-yazmayı seven bi tip idim ama bunu insanlarla paylaşmaya başlayınca işi biraz daha profesyonel bir şekilde yapmaya çalıştım. Zannediyorum ki bunu da başarabildim zira burada paylaştığım makaleler birçok yazarın kitabında alıntılandı, birçok profesör ise benim yazılarımı derslerinde işledi. Halen daha birçok akademisyenden “ortak kitap yazma” teklifi alıyorum ama kitap yazacaksam tek başıma yazmam daha iyi olur diye düşündüğümden şimdilik bu işlere girmiyorum.

Bu arada tabii ki bu yazılar sadece 6 aylık bir araştırmanın ürünü değiller. 2010 yılından beri bu işlerle uğraşıyorum fakat, kaydetmeye karar verdiğim an, askerlikten sonraki yalnızlaşma dönemindedir. İnsan psikolojisine merak salmaya başladım. Bu zamana kadar bana “gelecekte ne olacaksın” diye sorsanız ya tarihçi ya da spor antrenörü cevabını verirdim. Fakat sanırım hem daha isabetli saptamalar yapmak hem de kitaplarımı doğrudürüst bir ünvanla yayımlayabilmek için Dr. veya Prof. eki almam gerekiyor. Nedense insanlar içeriktense title’a önem veriyorlar.

Planlarımdan veya geçmişimden bahsetmem sanırım sizi şimdilik pek alâkadar etmiyor çünkü özel mesajla gelen soruların yarısından çoğu benim dini inancımın ne olduğuyla alakalı oluyor. Sürekli “sen neye inanıyorsun çözemedim”, “sen müslüman mısın ateist misin” gibi sorular alıyorum. Bu yazıyı da yazma sebebim zaten budur. Youtube videolarının altına bile “ilahiyat mezunu musun” ya da “tarih mi okudun” gibi yorumlar geliyor. Halbuki yaptığım işin, işlediğim konularla pek bir alakası yok.

Ben medya sektöründe çalışan, 2 yıl kadar yerel TV’lerde yayın yönetmenliği yapmış biriyim. Bir 2 yıl kadar da belgesel kameramanlığı yaptım. Balkan ülkelerinde TV’ler ve İstanbul Belediyesi için Osmanlı Tarihi’yle alakalı belgeseller çektim. Aslında işiniz medya olunca zaten çevreniz ve bilginiz oluşuyor. Bilgiyi daha kolay edinmenin yolunu öğreniyorsunuz. 10 Kitap okumaktansa o 10 kitabı içeren 2 kitabı okumayı, o kitapları bulmayı, belgeli-kaynaklı içeriklere ulaşmayı öğreniyorsunuz. Buna “gazetecilik” de diyebilirsiniz. Hem burada, hem Youtube’da işlediğim konular aslında benim ilgi alanlarım sadece. Neyse, Kendimi yeterince tanıttığıma göre az biraz şahsi fikirlerime değinelim…

Öncelikle benim herhangi bir dini görüşe bağlılığım veya insanî sıfatlar giydirilmiş bir Tanrı’ya dair bir inancım yoktur. Aslında düşüncelerimi Agnostik ile Septik arasında diye adlandırabiliriz. Ben arayışçı bir insanım ve yazarken de elinden geldiğince tarafsız, objektif bir görüş açısı takınmaya çalışıyorum. Yani bazen dini övdüğüm bazense yerdiğim yazılara denk gelmeniz normaldir. Çünkü “yiğidi öldür, hakkını yeme” mantığıyla çalışırım. Kaldı ki din ile alakalı yazılarım blogun ancak %10–20lik bir bölümünü oluşturuyor. Ağırlıklı olarak bilimsel projeler ve Kuantum fiziği esaslarıyla alakalı yazılar yazmaya çalışıyorum.

Müslüman bir kültürle büyüdüm, kendimi bildim bileli araştırmaya, öğrenmeye ve kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Benim düşüncelerime ve öğrendiklerime dayanarak şunu söyleyebilirim: “Tanrı, bir insanın anlayabileceği seviyede bir varlık değildir. Kim nasıl anlayabilirse, o kadarı doğru ve aynı ölçüde yanlıştır.”

Bir nevi, Platon’un İde’leri gibi bir durum söz konusu. Fakat İdealist değilim öyle bir algı oluşmasın. Bence, bizim şekle soktuğumuz ve anlaşılır kıldığımız hiçbir Tanrı profili gerçek değil, olsa olsa gerçeğe biraz yakın bir denemedir. Dolayısıyla bir görüşe bağlılık, fanatiklik veya ‘yaşam temeli’ gözüyle bakılması yanlış, gereksiz ve zaman kaybıdır.

Maddeden, mekan, zaman, boyut, ölüm, yaşam, varlık ve yokluktan münezzeh olan bir varlığı, kendimizin bağlı olduğu etiketler içinde anlamaya çalışırsak ortaya sadece bir yalan çıkar. “Yalan” dedim, çünkü tamamıyla gerçek bir tarif ortaya atamayız. Eğer gerçekten Tanrı olgusunu anlayan, kavrayabilen birisi ortaya çıkarsa ve bunu anlatmaya kalkışırsa bile; bu uğraş, hayatı boyunca kör yaşamış ve hiçbir rengi görmemiş bir insana, “renklerin neye benzediğini, güneşin nasıl göründüğünü” vesaire anlatmaya çalışmak kadar yorucu olurdu. Dolayısıyla bu durumda bizim ürettiğimiz Tanrılar da bizler gibi kızan, sinirlenen, biyolojik bir varlıkmış gibi fonksiyonlara sahip, yarım yamalak tanrılar olmak zorunda kalırdı, ki öyle de olmuştur.

Peygamberler gerçekten bir tecrübe yaşamış ve aktarmaya çalışmışsa bile, bunu kendileri bile tam anlayamadıkları için bu bilgiyi tahrif etmek zorunda kalmışlardır. Bu tahrifi, ardından gelen diğer kültürel eklemeler ve insanların ‘uyumsuzluğu’ takip etmiştir. Dolayısıyla bütün dinler, bütün tanrılar ve bütün inanışlar; insanın kendi aklından çıkan, gerçekten sonsuzluk veya gerçeklikten ibaret olsa bile, bunu insanların kendi bilgi ve zekalarıyla anlayamadığı, ancak her nasılsa ”Doğru anlatabildiğini sandığı” bir düşünce seviyesine indirgenmiştir. Tanrı kavramı gerçekten varsa ve bu varlık bizimle iletişime geçmeye çalışıyorsa bile, “bizim seviyemizde bir bilgiyle” bunu yapmak zorundadır. Yani cennet ve cehennem gibi soyut olgularda bile yemek-içmek-yanmak gibi benzetmeler yapmak zorundadır ki bu da zaten kendi kendini tahrif etmesi demektir.

Kısacası biz hayatta olduğumuz sürece bu gerçekliğe asla ulaşamayız. Bir takım keşişler ve gruplar astral seyahat ya da hipnoz gibi yöntemlerle geçmiş hayatlarını ya da öte alemi keşfettiklerini söylese bile bu da olsa olsa kendi hayalgüçleri ve bilinçaltlarında dolaştıkları anlamına gelebilir. “Ben mutlak gerçeği buldum” diyen birisi kuvvetle muhtemel ya yalan söylüyordur, ya da şizofrendir. Birtakım meditasyon yöntemleriyle ya da rüya halindeyken bilinçaltından sızan şeyleri mutlak gerçeklik sanmış ve yanılmış, insanları da yanıltmıştır. Ya da gerçekten çözemediğimiz birtakım güçler, metafiziksel varlıklar veya uzaylılar vardır, ve bu insanı kandırıyorlardır. Her halükarda iş benim dediğime gelir.

Görünen o ki; insan, nereden geldiğini, varlığını, yaşamı ve birçok şeyi sorgularken, bunları tarif etmek ve anlam yüklemek için kendi kafasında kurguladığı, veya boyut değiştirerek tecrübe ettiği, veya insanüstü varlıklardan öğrendiği şeyleri,(Hangi teoriye inanırsanız inanın, sonuç değişmez. İster Annunaki diyin, ister Mu ve Atlantis, isterseniz üst boyut varlıkları ve uzaylılar) başkalarına izah etmeye, aktarmaya çalışırken, psikolojik tatmini sağlamak açısından da bunu ayrıca çeşitli ritüel ve tapınma şekilleri ile açıklamaya çalışarak bir hayat düzeni, bir ahlak ve yasa anlayışı oluşturarak bunu uygulamaya koymuştur. Bunun tarifini kolaylaştırmak için Yaratıcı’ya sıfatlar yüklemiş, heykellerini ve putlarını yapmış, resimlerini çizmiştir.

Yani herkes kendi anlayabildiği seviyedeki Tanrısını tarif ederken, aslında toplumun uyum sağlayabileceği ve maddi, siyasi açıdan kullanılabilecek bir Tanrı ortaya koymuştur ve bütün inançlar bir silah haline gelmiştir.

Eğer Tanrı varsa bile, bizim zannettiğimiz gibi bir varlık değildir, çünkü biz onu idrak edemeyeceğimiz gibi, idrak ettirmeye çalışırken de bunu yanlış bir şekilde yapıp, yanlış bir şekilde aktarmış olacağız. İşte bu yüzden Dinlerde, dini metinlerde çelişkiler, kültürel değişimler ve zaman geçtikçe çağa ayak uyduramayan ayet ve emirler görürüz.

Siz kutsal kitabınıza inanmaya devam edebilirsiniz fakat bu kitabın ne değişimler geçirdiğini de bilmek zorundasınız.

Burada kimsenin inancını kötülemek veya kimsenin kalbini kırmak istemediğim için din konusunda hassas davranacağım, fakat; özetlemek gerekirse: Ben mevcut dinlerden hiçbirine hayatımı ona adayacak kadar güvenemiyorum. Deist de değilim zira Deizm de bir tanrıyı kabul eder. Ben, “Milyon yıl da geçse mutlak gerçeğe ulaşamayacağımızı” düşündüğümden taraf tutmuyorum ve zaten bu sayede metinlere objektif yaklaşarak bir şeyler üretebiliyorum. Edindiğim bilgilere de mutlak yanlış veya mutlak gerçek gözüyle bakmıyorum zira fıtrat gereği her şeyi bilme şansım yok. Fakat bu demek değildir ki “arada kaldım, neye inanacağımı bilemediğimden agnostik takılıyorum”. Genelde Agnostiklerin böyle olduğu düşünülür. Neye inanacağını bilemeyen insanlar olduklarına dair bir algı vardır. Bu gibi düşünceler de insanların kendilerini “mutlak gerçeği biliyorum” yanılgısı içinde kaybetmeleri yüzündendir.

Dünyanın en zeki ve üstün insanı bile olsanız, her şeyi en iyi anlayan ve çözmüş bir kişi bile olsanız, bunu diğer insanlara aktarırken onların seviyesine inmeniz gerekir. Ardından insanlara gerçeği öğretmeye çalışmakla değil, güzel yaşamak ve iyi bir ahlak sahibi olmak için yapmaları gereken şeyleri öğretmekle uğraşırsınız. Böylece adınız Buddha veya İsa olur. Siz istediğiniz kadar birilerine güneşi göstermeye çalışın. Onlar o güneşe bakmaktansa sizin parmağınıza tapmayı tercih edeceklerdir.

Peki o zaman ne yapmak gerekir? Ben oldum olası tarih, bilim ve din konuları üstünde meraklı ve hevesli olmuşumdur. Burada özellikle dini inanışlar ve Tanrı profilleri eleştirilecek, fakat hiçbirisinde propagandacı bir tavır tutulmayacaktır. Yeri gelecek A dinini öveceğim, yeri gelecek yereceğim. İş dini inanışlar veya gelenekler olduğu zaman elimden geldiğince tarafsız ve objektif olmaya çalışacağım. Bu arada bir ilahiyatçı olmadığım için blogumu dini içeriklerle doldurmayacak, bol bol bilimsel ve tarihsel makaleler paylaşacağım. Hatta üşenmez isem birtakım kitapların özetlerini bile çıkarıp paylaşabilirim.

Kısacası para falan kazanmadığım halde yazmaya devam edecek, tabiri caizse hayrına insanları bilinçlendirmeye çalışacağım. Gelişmek için değişmek gerekir. Değişim ise en yakından başlanarak genişlemelidir. Sadece çevremi ve hayatımdaki insanları değil, daha büyük bir topluluğu bilinçlendirmeyi hedeflediğimden dolayı bu blog sanırım A’dan Z’ye her kitleye hitap edebilecek içeriklerle dolacaktır. Fakat kesinlikle hiçbir ideolojinin misyoneri olmadığım veya bir cemaat toplamadığım için amacım bir zümreyi değiştirmek ya da özellikle bir kesime darbe vurmak değildir. Ya da kendi fikirlerimi insanlara empoze etmek değildir. Zira kimin neye inandığı umurumda değil. Benim tek derdim hayatı boyunca inandığı dinin kitabını bile okumayan ya da 2 tane Karikateist paylaşımıyla dinden çıkan insanları biraz olsun dürtebilmek, biraz olsun uyandırabilmek. Okumaya, öğrenmeye teşvik etmek.

Fakat eğer siz kendisini prangalardan, etiketlerden, kelepçelerden ve ”Değişmez” fikirlerinden kurtaramayan bir kişi iseniz, zaten beni takip etmeniz boşa olur. Sadece bende hata bulmaya ya da kendinizi bana kanıtlamaya çalışırsınız. “Hayır, benim inancım doğru!” diyerek sinirlenmeye başlarsınız. Çünkü bazı yazılar size küfür veya hakaret gibi gelebilir.

Bilimsel düşünemiyorsanız eğer, ne yazık ki gelişim gösteremeyeceksiniz. Çünkü ilerlemek için “sınırsız” ve “bağımsız” olmak gereklidir. Bunu yapamıyorsanız bile en azından “açık fikirli” olmak şarttır. Umarım bu blogdaki makaleler ve Youtube’daki videolarım size bir şeyler katar ve sizi pozitif yönde harekete geçirir.

https://www.facebook.com/diamondtemaofficial/notifications/

Bu okuduklarınızı biraz kendimi tanıtmak ve yazdıklarımın mantığını kavramanızı sağlamak amacıyla yazdım. Umarım yeterli olabilmiştir. Şimdilik bu kadar, görüşmek üzere.

--

--

Diamond Tema

Din, Bilim ve Tarih üzerine yazılar yazmaktayım. Ayrıca Youtube adresimiz: https://www.youtube.com/c/diamondtema