Beyin II, (Düşünce ve Hafıza, İnsanlık)
Merhaba bu blogdaki konuları ve daha fazlasını, yeni açtığım Youtube kanalında video olarak paylaşacağım. Dilerseniz kanalı inceleyebilir ve takip edebilirsiniz: https://www.youtube.com/c/diamondtema
Sizler için hazırlamış olduğum bu yeni yazıyı okumaya başlamadan önce “Beyin, Zeka ve Hafıza İlişkisi”ni anlamak, bu yazımı daha bilgi sahibi bir şekilde okuyarak daha iyi anlamak için; önce “buraya” tıklayınız.
Bu yazıyı büyük ölçüde Sn. Saffet Tura ve Dr. Mustafa Erol’dan alıntılar yaparak hazırladım. (Tabii ki yazı içerisinde birçok Bilimadamı ve projeden alıntılar da var.) Açıkcası ben Türkiye’de önemli Türk bilimadamlarımız olmasından son derece mutluluk ve gurur duyduğum için bu kişilerin ismini özellikle belirtme gereği duydum.
Öncelikle; İnsan, bir amaç uğrunda yaşar. Sürekli hedefleri vardır, istekleri vardır, memnun ve memnuniyetsiz olduğu durumlar ile karşılaşır, geçmişten ders alır, düşünür, yorumlar, yapar, korkar. “Yaşamdaki temel amacımız nedir?” Sorusunun en mantıklı cevabı, sanırım “Mutlu olmak” olmalıdır.
İstisnasız tüm insanların yaşlısı genci, yoksulu zengini, Paris’lisi İzmir’lisi… Ne kadar farklı yaşam tarzlarına sahip olursak olalım, ne kadar farklı çevrelerde yaşarsak yaşayalım; temelde ihtiyaçlarımız aynıdır. Ancak günlük yaşam içinde hepimizin sıkıntıya girdiği, oldukça mutsuz olduğu, adeta aşılması imkansız bazı sorunları vardır. Bu sorunlar dış etkenlere bağlı olabileceği gibi büyük bir oranda aslında kendi düşünce sistemimizin ortaya çıkardığı sorunlardır. Bu nedenle gerçekte insanoğlu sorunları aşmaya çalışırken en büyük mücadeleyi yine kendisine karşı vermektedir. Karşılaştığımız sorun nedenli büyük yada aşılmaz olursa olsun aslında düşünce sistemimizin ortaya çıkardığı ve dolayısıyla da yine beynimizin çözebileceği sorunlardır. Burada esas olan insanın düşünce sistemini değiştirmesi yada sorunu çözebilecek şekilde soruna adapte etmesidir. Bu ise gerçek anlamda zihinsel, bedensel eğitim ve ciddi çalışma gerektirmektedir. İnsanın mutluluk sorunu felsefe, psikoloji, nöroloji, psikiyatri, sosyoloji, fizik… Gibi aslında bütün bilimlerin ortak sorunudur.
İnsan düşüncesinin oluştuğu ve yönetildiği yer olan beynimiz bilindiği gibi yaşamımıza dair olumlu yada olumsuz her şeyden adeta sorumludur. Bu durumda bütün mesele beynimizin işleyiş mekanizmasının çözümlenmesi düşüncelerin nasıl oluştuğunun ve nasıl yönetildiğinin ortaya çıkarılmasıdır. Bu ise sadece nörologların yada tıp biliminin altından kalkabileceği bir sorun değildir. Zaten şuan kadar da bu alanda fazlaca bir yol kat edilememiştir. Aslında insan beyninin ürünü olan düşünce ve eylemler yine o kişinin geçmişte yaşadığı olaylar ve deneyimler tarafından belirlenmektedir. Kişilik dediğimiz kavram tüm bunların bileşkesidir. Geçmişte yaşanılan her olay deneyim yada bilgi, beyin hücrelerinin içinde bir takım protein zincirlerinin oluşmasına yada bir çeşit yolların oluşmasına neden olmaktadır. Bu yollardan daha sonra düşünce oluşumu ve yönetimi esansında elektronik sinyaller rahatlıkla geçerek çeşitli kararların alınmasını yada alınamamasını ve uygulanmasını sağlarlar. Örneğin iğne battığında acı hissini yaşamamızın yada çok sevdiğimiz bir tatlıyı yediğimiz zaman mutluluk hissini yaşamamızı sağlayan bu elektronik sinyal bağlantılarıdır. Bütün bunlar aslında yaşadığımız olaylara beynimizin getirdiği yorumla ilişkilidir ve bu yorum da beynimize yine geçmişte yaşanan olaylar esnasında öğretilmiştir. Örneğin aynı restorana gittiğimizde aynı yemeği yeme eğilimimiz bu şekilde kolayca oluşmaktadır. Sigara içen bir kişinin bir türlü bu alışkanlığından kurtulamamasının nedeni de yine budur.
Bütün bu beyinsel aktiviteleri bilimsel açıdan incelediğimizde bütün olup biten yaklaşık 1200g olan beynimizde bulunan yaklaşık 100 milyar kadar hücre arasındaki çok küçük elektriksel sinyallerin sürekli olarak merkezler arasındaki hareketidir. Düşüncenin oluşumu da bunun eyleme dönüşmesi de tamamen elektronik sinyaller aracılığı ile olmaktadır. Bu sinyaller boyutların çok küçük olduğu bir “mikro evren”de gerçekleşmektedir. Mikro evrende (uzunluk<< 10–6m) gerçekleşen bu olaylar yine bu evrenin kurallarıyla ancak gerçekleşebilir. Mikro evreni yöneten yasaları konu alan Kuantum Fiziği, bu alanda yapılacak çalışmaların olmazsa olmazı konumundadır. Zira Kuantum Fiziği, mikro evreni yöneten yasaları aslında 1900 yılından beri araştırmaktadır ve çok önemli ölçüde de çözümlemiştir. Bu nedenle insan beyninde meydana gelen düşünceler ve bunların yönetilmesi, eyleme dönüşmesi konusu Kuantum Fiziği yasalarının yönetimi altındadır. Örneğin mikro evrende tünel olayı gerçekleşir, yani bir elektron kendi enerjisinden daha büyük bir enerji barajını aşıp barajın arka tarafına ulaşabilir. Bu Kuantum Mekaniksel ve mikro dünyaya ait bir olaydır ve her an gerçekleşir. Buna benzer bir çok olay yine Kuantum dünyasında şuanda gerçekleşmektedir.
Kuantum fiziğinin düşünce dünyamız ve bunun yönetilmesinde nasıl kullanılabileceğine geçmeden önce mikro dünyayı şekillendiren yada yöneten Kuantum Evreni’nin bazı çok temel bulgularına kısaca göz atarsak şunları özetleyebiliriz:
1. Mikro Evrenin Hareketliliği (Dinamizmi)
Kuantum Fiziği’nde ve dolayısıyla mikro evrende her şey mutlak anlamda hareket halinedir. Durağan yada statik hiçbir tanecik yoktur. Zaten Kuantum Fiziği, statik sistemlerle ilgilenmez. O halde Mikro Dünya’nın en temel özelliklerinden birisi mikro evrenin dinamik olmasıdır.
2. Mikro Evrende Kesiklilik (süreksizlik) yada Kuantizasyon
Enerjinin aslında sürekli olmadığı fikri ilk kez kuantum fiziğinin en önemli kurucularından biri olarak anılan Max Planck tarafından 1900 yılındaki fizik kongresinde ortaya atılmıştır. (Enerji = n h f … Burada n bir tam sayı, h Planck sabiti olarak adlandırılan evrensel bir sabit ve f de frekanstır.) Bu düşünce o güne kadar var olan düşünceleri temelden sarsmış ve yeni bir dünyanın, yani Kuantum dünyasının doğmasına neden olmuştur. Madde, yani kütle, Mikro Dünya’da kuantizedir, yani madde belli noktalarda bulunan atomlardan meydana gelmiştir. Einstein’ın “Enerji ile kütle eşdeğerdir.” ( E=mc2 ) ifadesi ile bu fikir birleştirildiğinde, enerjinin kuantize olması gerektiği hemen anlaşılabilir. Artık hakkında hiçbir kuşku bulunmayan bu kesin gerçek bizi daha sonra momentum, konum, hız ve açısal momentum gibi bir çok kavramın Mikro Dünya’da kuantize olduğunu keşfetmemizi sağlamıştır.
3. Mikro Evrende Dalga Fonksiyonu (Ψ)
Mikro Evren’in kuantize oluşu daha sonra Erwin Schrödinger’i (Schrödinger Deneyi İçin Tıklayınız) Mikro Dünya’daki bütün taneciklerin uyması gereken bir denkleme götürmüştür. Bu denklem ünlü Schrödinger Dalga Denklemi’dir. Bu denklemin en önemli yeniliklerinden biri taneciklerin davranışının bir matematiksel fonksiyon (Ψ) tarafından tanımlanmasıdır. Bu fonksiyonun belirlenmesi ile söz konusu taneciğin bütün özellikleri belirlenmiş oluyor. Bu şekilde (Ψ) nin devreye girmesi ile bunun karesine eşit olan olasılık yoğunluğu devreye giriyor. Yani parçacıklar uzayın belli noktasında belli bir anda belirli bir olasılıkla var olabilmektedir. Böylece klasik fizikteki determinizm ortadan kalkıyor ve olasılıklar devreye giriyor. Artık hiçbir şey eskisi kadar kesin değil yada hiç kesin değildir. Ancak bazı olasılıklarla tanecikler belli yerlerdedir. Ünlü fizikçi Einstein dahi bu gerçeği kabul etmekte zorlanmıştır ve “Tanrı asla zar atmaz” demiştir. Ancak gerçek odur ki mikro dünyada kesinlik yok ve olasılıklar vardır.
4. Mikro Evrende Heisenberg Belirsizlik ilkesi
Olasılıklar fikri daha sonra Heisenberg’i (Heisenberg ve Daha Fazlası İçin Tıklayınız) olasılıkların olduğu yerde belirsizlikler de vardır fikrine götürmüş ve kendi adıyla anılan yine çok önemli bir yasa olan belirsizlik ilkesini ortaya koymasını sağlamıştır. Artık yapılan ölçümler kesin değildir. Her ölçümde bir belirsizlik vardır. Eğer siz örneğin elektronun konumunu ve ona bağlı olan hızını ölçmek isterseniz, konumu ne kadar doğru ölçerseniz, o ölçüde hızını ölçemezsiniz yada hızını ölçmedeki belirsizlik artar. Bu belirsizlik sadece mikro evrende etkili olabiliyor. Makro evrende belirsizlik çok küçük olduğu için hiçbir etkisi yok. Biz bunu doğal olarak algılamıyoruz.
5. Mikro Evrenin Dual (ikili) Yapısı
Fizikçileri şaşırtan bir başka çok önemli konu da; Mikro Evren’de yada atomik boyutlarda, maddenin ve ışığın dual (ikili) karakteridir. Diğer bir deyişle madde; yani tanecik bazen dalga karakterine bazen de tanecik karakterine bürünür. Aynı dual karakter, ışık için de net bir şekilde gözlenmiştir. Işık bazen tanecik(yani foton) gibi, bazen de dalga gibi davranır. Ancak ya biri, yada öteki duruma hakimdir. İkisi de aynı anda varolamazlar.
6. Mikro Evrende Tünel olayı
Kuantum Fiziği’nin diğer bir çok önemli gözlemi “Tünel Olayı” olarak isimlendirilen olaydır. Bu olay bize mikro dünyada örneğin bir elektronun olmaması gereken yerde bulunabileceğini göstermiştir. Klasik açıdan bir elektron kendi enerjisinden büyük bir duvarı aşarak duvarın arka tarafına geçemez. Oysa Kuantum Mekaniksel denklemler ve gözlemlerimiz göstermiştir ki, bu Mikro Dünya’da her an gerçekleşen, olağan bir olaydır. Örneğin elektronik aletlerimizde kullandığımız transistorler’de bu olay çok olağandır.
7. Karşılıklı Etkileşim (Correspondence) İlkesi
Kuantum fiziği ile klasik fizik arasındaki ilkeler ve yasalar bu denli çelişkili olduğuna göre acaba nerede ve nasıl bu ikisi kesişebilir diye bakıldığında ise şu sonuç net olarak bulunmuştur: Kuantum fiziği yasalarından klasik fizik yasaları elde edilebilmektedir (tümevarım ilkesi). Yani Mikro Dünya’nın verilerinin birleştirilmesi ile Makro Dünya hakkında bilgiler elde edilebilmektedir. Bu tersinir olmayan bir ilişkidir. Yani makro dünya (klasik fizik) yasalarından mikro dünya (kuantum fiziği) yasaları elde edilemez.
Yukarıda çok kısaca ifade edilen ve bunlar gibi bir çok bilimsel yasa insan düşüncesinin de üretildiği ve yönetildiği yer olan insan beyninde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla insan beyninin işletim sisteminin bu yasalara uymak zorunluluğu açıktır. Normal insan sağduyusu ve mantığı ile çelişen bu bulgular Mikro Evren’i şekillendirdiğinden insan düşüncesini de mutlak anlamda şekillendirmektedir. O halde yapılması gereken şey bu yasaların yardımıyla insan beyninin işleyiş mekanizmasını Kuantum Fiziği yasaları ile yeniden çözümlemektir. Ancak bu konu o kadar da kolay olamamaktadır. Aslında oldukça farklı ve karmaşık bir çalışma alanına girmiş oluyoruz. Zira insan yaşamını yöneten beyinsel aktiviteler yada kısaca düşüncelerin çözümlenmesi yada yönetilmesi konusu bir çok disiplinin birlikte çalışmasını gerektiren bir konudur. Ancak çözümlemenin beklide en önemli aşamasını, Mikro Evren’deki Kuantum Fiziksel yasaların insan düşüncesine uyarlanması oluşturmaktadır.
Mikro Dünya’yı yöneten Kuantum Fiziksel yasalar ile yine Mikro Dünya’nın ürünü olan insan düşüncesi birleştirildiğinde çok temel anlamda öne çıkan bazı noktalar şunlardır:
1. Düşüncenin Kuantizasyonu
İnsan düşüncesi fiziksel açıdan incelendiğinde “enerji” anlamına gelmektedir. Düşünce, mikro tanecikler olan beyin hücreleri tarafından meydana getirildiğine göre mikro evren in yasalarıyla yönetilmelidir ve kuantize olmak zorundadır. Gerçekte yaşam, beyinde Düşünce Kuantları’nın oluşması ve bunların insan bedenini yönetmesi anlamını taşımaktadır. Herhangi bir düşüncenin yönetilmesi yada yönlendirilmesi o düşünceyi oluşturan çok küçük elemanter parçacıklar olan Düşünce Kuantları’nın yönetilmesi anlamına gelmektedir. Bu olay ise bütün bir düşüncenin kontrol edilmesine oranla çok daha kolay olmalıdır. Çünkü düşünce kuantları enerji miktarı olarak değerlendirildiğinde düşüncenin tamamına göre çok daha küçüktür. Bu anlamda yapılması gereken şey; Kuantum Fiziği yasalarını kullanarak, Düşünce Kuantları’nın ortaya çıkışı ve gelişiminin çözümlenerek kontrol edilmesidir. Her hangi bir olay yada konu hakkındaki özellikle olumsuz ve rahatsız edici istenmeyen düşünceler bu şekilde ayıklanarak yok edilebilir ve istendik türden yapıcı ve olumlu düşüncelerin ortaya çıkması sağlanabilir.
2. Düşüncenin Matematiksel İfadesi
İnsan düşüncesi bir çeşit enerji olduğuna göre ona eşlik eden ve onu tanımlayan bir matematiksel dalga fonksiyonu, yani düşüncenin fonksiyonu olmalıdır. Bu fonksiyon o düşünceye ait her türlü bilgiyi içinde barındırır. Dolayısıyla tespit edilmesi durumunda o düşünceye ait her şey bilinir duruma gelecektir. Özellikle istenmeyen düşüncelere ait fonksiyonların belirlenmesi ile o düşüncenin çözümlenmesi ve ortaya çıkmasının yada yok edilmesinin sağlanması mümkün olabilecektir. Burada önemli olan nokta; Kuantum Fiziği yasaları ile dalga fonksiyonunun bulunmasıdır.
3. Düşüncedeki Tünel Olayı
İnsanların yaşamları boyunca karşılaştıkları ve aşılması mümkün olamayan engeller (düşünsel ve yaşamsal sorunlar) gerçekte özel bir teknik ile yani Tünel Olayı ile aşılabilir. Bu bir elektronun gerçekleştirdiği tünel olayından asla farklı değildir. Bunun için gerekli koşulların sağlanması ve nasıl yapılacağının Kuantum Mekaniksel anlamda belirlenmesi gerekmektedir. Böylece üstesinden bir türlü gelemediğimiz yaşamsal sorunlarımızı bu özel teknik sayesinde yeterli enerjimiz olmasa dahi aşabilecek ve yeni ufuklara doğru rahatlıkla yol alabileceğiz.
4. Düşüncede Tümevarım ilkesi
İnsan beyninde meydana gelen Düşünce Kuantları’nın birleştirilmesi ile düşüncenin bütünlüğü, yani Makro Düşünceler elde edilebilir. Böylece Mikro Düşünce Kuantları’ndan Makro Düşünce bloklarına geçiş yapılabilir. Bu düşünce blokları doğrudan yaşamımıza ait düşünceleri, kararları, eylemleri, kısacası her şeyi kapsamaktadır.
Sonuçta insan beynindeki düşüncelerin fizyolojik anlamda çok küçük elektronik sinyallerden meydana geldiği ve dolayısıyla da enerji olduğu gerçeğinden hareketle; insan düşüncesinin de kuantize olduğu ortaya çıkmaktadır. O halde sorun; bu Düşünce Kuantları’nın kontrol edilmesi ve yönetilmesi sorunudur. Düşüncenin süreksizliği yada kuantize olduğu gerçeğinden hareketle hepimizin sıkıntıya girdiği ve istemediği yada kurtulmaya çalıştığı düşüncelerden ve dolayısıyla da eylemlerden kurtulması mümkün olabilecektir. Bir anlamda insanın mutluluğu bu şekilde ciddi olarak artırılabilir. Ancak bunun için sadece düşünce yönetiminin Kuantum Mekaniksel teorilerinin geliştirilmesi yetmez, buna ilaveten bu modellerin insana kazandırılması için nasıl bir eğitim sürecinin gerektiği de ortaya konmalıdır. Bu gerçekte ciddi çalışma ve sabır gerektirmektedir. Her şeye rağmen, kısa bir süre sonra insan zekasının harika birikimleri ve Kuantum Fiziği sayesinde yine insan zekasının ortaya çıkardığı ve insanın mutluluk yollarını tıkayan engeller rahatlıkla aşılabilecektir.
Diğer bir deyişle bu; yakın zaman içerisinde insanın kurtulmak istediği hatıralar, anılar ve düşüncelerden kurtulabilmesi, hatta insanın beynindeki birçok verinin silinip, “geçmiş” üzerindeki bilgisinin belli bir ölçüde silinebilmesinin mümkün hale gelmesi demektir. Yani, “Sil Baştan” filmi bir nebze gerçekleştirilebilecek demektir. Hatta ve hatta, eğer biz bu düşünceleri ve düşünme yöntemlerini kaydedebilir, saklayabilir ya da sistemini çözebilirsek, yapay düşünce, yapay karakter ve hatta “yapay bir hayat, geçmiş” oluşturabiliriz demektir.
Şimdi, bu tip “oluşturulmuş” bir geçmiş ve kişilik hayal edin… Bunun bir robota, bir yapay zekâya katılması ne demektir? İnsanı mutlu eden ve mutsuz eden hormonları; bunların beyinde yorumlanmasını, bilgi alışverişini çözdükten sonra, resmen “yeni bir yaratım” mümkün olabilir. Size diğer yazılarımda “Klonlama”, “Yapay Beyin” gibi projelerden bahsetmiştim… Bütün bunları birleştirdiğimiz zaman; belki de o hep korkulan “Geleceği Robotlar Yönetecek” fikri gerçekleşebilir…
Şimdi sizlere Dr. Hakan Gürvit’den alıntıladığım bir bölümü paylaşacağım:
Soru: “Son zamanlarda Kuantum Mekaniği çerçevesinde bazı zihin süreçleri analiz edilmekte. Bu analizlere dayanılarak söyleniyor ki, insan duygularını düşünsel olarak kontrol edebilmektedir. Hipotolamusun salgıladığı hormonların duygu oluşumundaki etkisinden hareketle, insanın zihin süreçleri sayesinde bu hormon salgısını kontrol edebileceğinden bahsediliyor. Hatta pek çok insanda bu hormon salgısının bağımlılık düzeyinde olmasından dolayı, insanların hep aynı duyguları yaşamasından bahsediliyor. Bu tür insanlar hep hipotalamusa aynı hormonları salgılatıyorlar deniliyor. Olumlu olumsuz düşünsel ve duygusal yaklaşımlarında çoğunlukla bu konuyla ilgili olduğuna atıf yapılıyor. Bu yüzden de insan inandığı ve hayal ettiğini yaşar şeklinde açıklamalarla karşılaşıyoruz. Sizin bu konuya bakış açınız nedir?”
Cevap: “Aslında bizim alanımız, yani kongitif nörobilimi oluşturan disiplinler şimdilerde heyecanlar nörolojisi, emosyon nörolojisi adı verilen durumlara, ya da daha önce metafiziğin konusu olan alanlara el atmaya başladılar ama daha çok genciz bu alanda. Söylediğiniz şey doğulu felsefenin meditasyon aracılığıyla hedeflediği şey ile bağlantılandırılabilir. Meditasyon esnasında da beyinde neler olup bitiyor şeklinde çalışmalar da yapılıyor. Bu sorduğunuz konu henüz çok alıştığımız ve günlük pratiğimize çok soktuğumuz bir konu değil. Ama besbelli ki gerçekten de bizim düşünsel hayatımızın ve zihin süreçlerimizin çok azı bilinçli süreçler. Bu nedenle kendi kendimize iradi olarak karar verdiğimizi düşündüğümüz eylemlerimizin büyük bir bölümü, belki de hepsi aslında çok daha önceden kısmen otonom sinir sistemimizle, kısmen hormonal dengemizle belirlenmiş oluyor. Çünkü benzer durumlarla daha sonra karşılaşma sırasındaki kaçma ya da yaklaşma davranışlarının oluşturduğu bir takım deyim yerindeyse otonom hafızamız var. Hiçbir zaman bilinçli farkındalığa çıkmayan bir zihin süreci bu. Yeni bir durumla karşılaşıldığında insan beyni eskiye göre benzerliğinin karşılaştırmasını yapıyor ve bir takım alarm bayrakları kaldırıyor. Bu en basitinden tehlikeden kaçmak, ya da haz veren uyarıya yaklaşmak şeklinde oluyor. Daha sonra bir bilinçli farkındalıkla sanki ben şimdi şunu yapmak istiyorum şeklinde, sanki kendimiz karar vermiş gibi bir şeyi söylediğimiz zaman, aslında çoktan beynimiz onu devreye sokmuş oluyor. Yani aslında felsefenin konusu olan iradi insan eylemi, şimdilerde bizim alanımızda da epeyce çalışılır hale geldi. Aslında bu iradi eylem anlamında tümüyle özerk bir ‘ben’in eyleme karar vermesinin nörobiyolojik gerçeklerle pek de uyuşmadığı yönünde oluyor bu bulgular daha çok. Nitekim bir takım beyin hasarlarından sonra oluşan kişilik değişikliklerinde de yine bu hipotezleri test etmek ve desteklemek mümkün oluyor. İradi kararımızla otonom çalışan sistemlerimizi kontrol altına alırız. Meditasyon da aşağı yukarı böyle düşünüyor. Oysa ki sanki bulgular tam tersine zaten bilinçli farkındalık beynin çalışmasının çok küçük bir bölümü, bir tezahürü sadece. Aslında eylemlerimiz bu bilinçli kararımızdan bağımsız bir şekilde harekete geçiriliyor.”
Yukarıda bahsi geçen “özgür irade, karar verme” konusu ile alakalı şu yazımı okuyabilirsiniz: “Özgür İrade Var Mıdır? Benjamin Libet Deneyi.”
Özellikle Amerika başta olmak üzere Kuantum kavramında ileri çalışmalar gerçekleştiren ülkelerin bilim adamları şunu söylüyor: “Biz beynin her yerini inceliyoruz korteks tabakasında, limbik sistemde her yerde sadece maddi bir oluşumla ve elektriksel uyarılarla karşılaşıyoruz.”
Oysaki insanın bu irade olayını sağlayan, karar verdiren ve yaşamı gözleyen madde ötesi bir boyutu olmalı. Bu konuyla ilgili de insanın ruhsal boyutuna ve bu boyutun beyni kullanma ve yönetme özelliğine dikkat çekilmeli. Bu bakış açısı çerçevesinde biraz önce söylediğiniz insanın iradi eylemlerine önceden karar veren ve bunu beyine ileten insanın ruhsal boyutu olabilir mi? Ruh, tanımı gereği pek ispatlanabilecek bir şey değildir. Bir varsayımdır. Ancak, belki de en önemli varsayımdır. Çünkü bir bakıma Ruh, Tanrı ile eştir. “Ruh ve Tanrı” konusu ile alakalı “Bu” yazımı okuyabilirsiniz. (Yazdıklarımı tamamen bilimsel gerçeklere dayandırmaktayım.)
Zaten beynin bu ikili anlayışı geçmişte Descartes’e kadar dayanıyor. Beyinle zihni birbirinden ayıran bir kartezyen dualite söz konusu. Bu ayrımın üzerinde ikisi de aynı şeyle uğraştıkları halde koskoca psikiyatri ve nöroloji okulları kuruluyor. Ama tabi bu bir bakış meselesi. Bir teorik paradigma meselesi. Henüz bu kartezyen dualiteyi aşacak bir yeni teorik avadanlık yok elimizde. Dolayısıyla, bilinçlilikle ilgili, duygulanımla ilgili bir takım fenomenler söz konusu olduğu zaman, “olsa olsa bu, ruha aittir” şeklinde bir atıf yapmak kolaycılık oluyor elbette.
Bugün beyin üzerinde yapılan bilimsel araştırmalar göstermektedir ki, insan beyni için; hayalinde canlandırdığı ile gerçekte yaşadığı arasında bir fark yoktur. Çünkü her iki durumda da beyinde aynı bölgelerde elektriksel uyarılar oluşmaktadır. Mesela, bir insanın gözü ile gördüğünde beyninde elektriksel uyarılan bölgeler gözleniyor. Beyinde meydana gelen uyarılar ve gerçekleşen “iş”, kişi gözü kapalıyken “hayal ederken” de gerçekleşiyor. O halde gerçeğin beyin dilindeki karşılığı gözle görülen, kulakla duyulan ve elle hissedilenden ziyade, beyinde belli bölgelerde oluşturulacak elektriksel uyarılarla anlam buluyor.
“Gerçeklik” konusu ile alakalı daha ayrıntılı bir bilgi birikimine sahip olmanız için size önceden paylaşmış olduğum bir yazımı sunuyorum: “Buradan” okuyabilirsiniz. Malumunuz bu konular o kadar ciddi konular ki, size tek bir yazı veya deney ile özetleyebilmem mümkün değil. Hatta, birkaç ciltlik bir kitap halinde ancak sunabileceğim şeyler bunlar. Ama ben yine de internet üzerinden, özetleyebildiğim ve basitleştirebildiğim kadarıyla, parça parça sizlere sunmak ve kimseyi “yormadan” bir şeyleri izah edebilmek niyetindeyim. Eğer isterseniz, profilimden daha fazlasına ulaşabilirsiniz.
Konumuza dönersek; rüyada da aktive olan yerler, hayal sırasında aktive olan yerler ve 5 duyu ile deneyimleme esnasında uyarılan yerler aynı. Yani “gerçeklik”, sizin gördüğünüz, duyduğunuz, hissettiğiniz değil, beyninizde meydana gelen şeylerden ibarettir ve beyniniz, bir saniye içerisinde algılayabildiği sayısız bilgiden yalnızca çok küçük bir kısmını size yorumlayabilir. Böylece siz aslında “gerçek” gerçekliğin çok küçük bir kısmını “hayat, dünya, evren, ben(siz)” olarak algılıyorsunuz.
Bu noktadan hareketle başarıyı deneyimlemek isteyen bir kişinin, bu başarıyı beyninde yaşamasının, 5 duyu ile deneyimlemesini kolaylaştıracak bir motivasyon etkisi yaratmasından bahsedebilir miyiz? Fena bir bakış açısı gibi görünmüyor. Elbette. Meditasyonlar, ibadetler, dînî ritüeller vb. Şeyler, aslında farkında olarak veya olmayarak size bunun kapısını açıyor. Kişi, bir inanç ve iman(güven) ile, bir şeye odaklanıyor ve beynini ona odaklıyor. Bunun neticesinde bazen istediği şeyler gerçekleşebiliyor. (Dua ve karşılık alma)
Saffet Murat Tura (Psikiyatrist, yazar) bu olaya şu şekilde açıklama getirmişti:
“Normalde enformasyon akışı beyinde ağırlıklı olarak arkadan öne doğru gerçekleşirken, rüya gördüğümüzde akış önden arkaya doğru olur. Dolayısıyla imajinasyon sırasında yaşadığımız duyumlara, algılara benzeyen durumlar, beyinde belli algı bölgelerin uyarılmasıyla ortaya çıkar. Sorunuz bize Matrix filmini çok hatırlatıyor. ‘Mühim olan beynin uyarılması’ diye bir mesaj vardır Matrix filminde. Ben bu fikre kesinlikle çok katılan bir insanım.”
Gerçek algı sırasında özellikle bizim de ait olduğumuz primat evrimi, giderek dalga boyunda analiz yapma yeteneği olan nöronları da yerleştiriyor görsel sisteme. Dolayısıyla biz kedigillerden çok daha canlı ama çok daha parlak mı emin değilim, ama çok daha renkli bir görsel dünyaya sahibiz. Dolayısıyla rüya ve hayal sırasında da aynı renklilik sürüyor. Gerçek algı sırasında retina üzerine düşen dış dünyaya ait imgeler primer görsel kortekse geliyor. Dolayısıyla aşağıdan yukarı bir kontrol söz konusu. Hayal ve rüya sırasında da Saffet Bey’in dediği gibi bu kez retinal algı kapalı ama daha üst düzey kortikal bölgelerden yukarıdan aşağıya bir kontrol söz konusu. Bu durum rüyanın ve hayalin daha az parlak olmasını sağlar mı? Emin değilim doğrusu. Parlaklık hem dalga boyu analizi ile ilintili olmalı, hem de kontrast farklılıklarıyla. İki farklı görsel nöron var beynimizde. Bir tanesi çok eski tarihli bütün kemirgenlerle paylaştığımız çok hızlı çalışan bir tür. Kontrast farklılıklarını ve hareketi onlar sayesinde algılayabiliyoruz. Buna karşılık evrimde yeni gelişen ve kedigillerde olmayan bir görsel nöron var ki, dalga boyu analizini o yapabiliyor. Bu sayede de biz renkli bir dünya görebiliyoruz. Kedilerin gri ve tonlarında bir dış dünyaları var. Çünkü kedi düzeyinde bütün doğal hayat, avcıdan kaçmak ve avı kovalamak şeklinde yaşantılandığından, çok iyi bir mekan taraması yapacak ve hızlı hareketli nesneleri derhal ayırt edecek bir sisteme ihtiyaçları var. Oysaki primatlarda durum böyle değil. Evrim arttıkça daha çok sosyal düzenler kurarak adapte olan bir türden bahsediyoruz. Dolayısıyla da avcıdan kaçmak ve avı kovalamaktan çok, bir yüzü tanımak ve statik bir nesnenin ne olduğuna ilişkin adını söyleyebilmek çok önemli hale geliyor. Muhtemelen onun için yeni bir görsel nöron tipi gelişiyor. Onun için renkli görmek önemli. Statik bir nesneyi zeminde ayırt edip, adını söyleyebilmek için renkli görmek yardımcı oluyor.
O halde insan zamanla hayal yeteneğini ve beyin gücü kontrolünü geliştirmeyi başarabilirse, hayali daha farklı deneyimlemeyi destekleyecek bir nöron tipi de oluşabilir belki de.
Topu topuna 30.000 yaşında oldukça genç bir türüz. Primat ailesinin geçmişi 000.000 büyüklüğünde. Kemirgenlere bakarsanız 000.000.000 büyüklüklerine yaklaşan yaşlar söz konusu. Dolayısıyla biz daha çok genç bir türüz. Elbette ki evrim devam ediyor. Gezegenimizin sonu gelmezse bundan 100–150 bin yıl sonra daha farklı yetenekleri olan insan türleri çıkabilir. Dolayısıyla ileride bizim şuan Süper İnsan, X-Man vb. Şeyler olarak düşündüğümüz, hayal ettiğimiz varlıklar; gelecekte gerçekten varolabilir.
Ancak şimdiye dönersek; karakter özelliği dediğimiz özelliklerin oluşumunda ve bu özelliklere göre davranışlarımızın belirlenmesinde beynin özellikle belirli bölgelerinin önemli rol oynadığından bahsedebilir miyiz? Özellikle Amigdala’nın burada önemli bir yeri olduğu görüşü var. Karakter konusunda beynin tamamının organizasyonuna bağlı bir çalışmadan mı bahsediyoruz, yoksa belirli bölgeler öncelikli ya da belirleyici bir etkiye sahiptir diyebilir miyiz?
Eşitler arasında daha eşit olan bölgeler var mutlaka. Orkestrada bir maestro görevi gibi faaliyetlerin yönetimini üstlenen öncelikli beyin bölgesi; alnımızın arkasındaki bölge. Yani prefrontal korteks bölgesi. Bu bölüm çok açık bir biçimde evrimde beynin giderek büyüyen bir parçasıdır. Kedilerde bütün beynin %5'i prefrontal korteks iken, bu primat evrimi boyunca yükselip Homo Sapiens’e yani insana geldiğimizde 3'ünü kapsadığını görmekteyiz. Bunun bir nedeni olmalı tabiî ki. Sosyal organizasyon karmaşıklaştıkça, bireyin emsalsiz olması gerekir. Diğerlerinden ayırt edilebilir bir kişiliğin oluşması gerekir. Çok muhtemeldir ki prefrontal korteks bunun organıdır. Amigdalaya gelirsek, bu çok eski bir yapı. Kemirgen beyninde de olan bir yapı. Bir kemirgenin amigdalası ile insanın amigdalası mutlaka ki aynı değildir. Kemirgen beyninin tamamı neredeyse amigdaladan ibaret ve bütün emosyonlarını korkma, kaçma, yaklaşma ve çiftleşme davranışlarını tek başına kontrol etmektedir. Halbuki evrim boyunca primat basamaklarını aştıkça amigdala aşağıda kalıp, onun üstünde beyin kabuğunda temsil edilen bir takım kontrol sistemleri konuluyor. Amigdala heyecanların bir deposu değil, heyecanların, duygu ve dürtülerin uygun hedefe yönlendirilmesi görevini yürüten karmaşık bir ağ sisteminin bir bileşenidir. Amigdalayı emosyon nöral ağına giriş kapılarından biri diye düşünmek lazım.
Ayrıca İçgüdü’nün DNA ile Aktarılması ve kişiliğimizi etkileyen birçok davranışımızın bizim “karakterimize” nasıl katıldığı ile alakalı olarak “Bu” yazımı okuyabilirsiniz.
Kuantum mekaniğinde insanın paralel evrenlerin var olmasından dolayı, seçimleri ile kendi evrenini yaratmasından bahsediliyor. İnsan, beyin özelliği ile gözü çevresindeki her şeyi algılamasına rağmen, benzersiz zihin süreci şifrelerine göre görmek istediğini görüyor ve ona odaklanıyor. Gördüğümüz her şey beynimizde yaratılan bir elektriksel uyarı aslında. Her şey atomlardan oluşuyor. O halde belkide görmek atomların sahip oldukları enerji düzeyinin beyindeki yansıması olabilir. Kırmızı renk insan beyninin bir tanımlaması. Burada nesneyi kırmızı görmemizi sağlayan foton ışınlarının o nesne üzerindeki etkileşiminin bir sonucu. Yani aslında her şey bir zihin şifresi ve bu şifrenin kullanıldığı dil ile ilişkili. Bu dil de enerji boyutu ile yakından ilgili gibi duruyor. Beklide bilinç düzeyini geliştiren bir kişi, hayalinde ve 5 duyu ile deneyimleme esnasında farklı görüntüleri ön plana çıkartmayı başarabilir.
Ancak bilinçli farkındalığa çıkan küçük bir bölüm var. Sanki bir çeşit projektör makinesi var beynimizin içinde de, projektörün o belirli anda aydınlattığı bölge farkındalığa ulaşıyor. Baktığınız bir resmin farkına varmanız için, görsel sisteminizin önce mekanın farkında olması lazım. Resim o mekan içindeki bir ayrıntıdır. Eğer mekanda resim dikkatinizi çekiyorsa oraya odaklanıyorsunuz. Başlangıçta çalışan, o mekansal analizi yapan kısım demin söylediğim görsel sistemin evrimsel olarak daha eski bölgesidir. O ayrıntıya takılıp o ayrıntının özelliklerini incelemeye başladığınızda, ne olduğunu söylediğinizde evrimdeki daha yeni bölge çalışmaya başlıyor. Üstelik bir de dil yeteneği ile donanmış olduğundan insan beyni bunları bir takım semboller aracılığı ile daha sonra hatırlanmak üzere saklıyor ki böylelikle diğer türlerin hiçbirinde olmayan bir özel avantaj sağlamış oluyor. Böylelikle her birimiz birbirimizden apayrı, emsalsiz tek tek bireyler oluyoruz. Dolayısıyla tabiri caiz bu emsalsizlik bir bireysel evren gibi algılanabilir. Bu çok eski bir felsefî perspektif olan klasik idealist anlayışa doğru gidiyor: “emsalsiz olan ben yoksam evren de yoktur. Evren ‘’ben’in varlığıyla mümkündür.”
Kendimizi, bize çok benzeyen Şempanzeler ile kıyaslarsak, “aramızdaki fark nedir” diye sorarsak, işte tam da bunu anlattım. Sırf sembolik bir düşünce ile donanmış olduğumuzdan, şempanze hiç ilgilenmiyor kaç tane paralel evren olduğu ile. Yaşantısının emsalsizliğine, kendisini ben olarak adlandırmaya, eylemlerinden bireysel olarak sorumlu olduğunu düşünmeye vs. Oysaki bir homoloji taşıyoruz şempanze ile. Şempanzenin beyninin % 20'si prefrontal kortekstir. Bu hiç de azımsanmayacak bir büyüklüktür. Ama ne zamandır ki bir nesneyi fizik varlığı yokken sembolize etme yeteneği var, işte o zaman bir takım illa ki karşılaşılan sıradanlıklara, ya da ard arda gelen rastlantılara bir teori uydurmak ve o teorinin aracılığı ile bakmak gibi bir derdi oluyor insanın. Her yeniliği kurcalamak gibi bir derdi oluyor.
Sn.Prof.Dr. Barış Korkmaz; son bilimsel tespitlere göre her insanın beyninde 28 milyar nöron var olduğunun tespit edildiğinden bahsetmişti. Her insanın beynindeki sinaps ağı da parmak izi gibi benzersiz. Dolayısıyla her insan benzersiz düşünsel ve duygusal yaşama sahipken, aslında çevresel etkiler bilinçli bir şekilde düzenlenir ve insanlar daha çocukluk çağından itibaren zihin süreçlerine uygun obje, olay ve uğraşlarla eşleştirildiğinde, keşfedilmeye çalışıldığında her insan potansiyel bir dahidir diyebiliriz.
Muhtemelen bu alnımızın arkasındaki beyin parçası en karmaşık bir sosyal düzeni içselleştirelim diye var. Yoksa şempanzeler de pekala gayet iyi topluluklar halinde duruyorlar.
Hafıza dediğimiz olaya gelirsek; bu, beynimizdeki sinaps bağlantıları ile yakından ilgilidir. Kalıcı bağlantılar bilginin kaydolmasında ve geri çağrılmasında önemlidir ve sinaps bağlantılarının kalıcılığı birbirileri ile entegreli olmasına ve zihin süreci şifresine uygun alanlarda etkileşlimesine bağlıdır.
Hafıza dediğimiz şey aslında insan beyninde üniform bir şey değil. Dolayısıyla bilgisayarın hafızasına benzemiyor. Birçok farklı paralel hafıza biçimleri var. Ama en popüler olarak bilinen zaman ve mekan bütünlüğü içinde yaşantıdıladığımız anı parçalarımızı aktarıp daha sonra hatırladığımız bilinçli otobiyografik hafızadır. Bu, hafıza biçimlerinden bir tanesi. Bu sistem dejenere olmaya başladığında bir Alzheimer hastası unutmaya başlıyor. Ama Alzheimer hastası bisiklete binmeyi öğrendi ise onu unutmuyor. Bu da “Prosedürel Hafıza” denilen farklı bir hafıza türü. Motor yeteneklerin hafızası dediğimiz şey.
İşte en yakın dönemde öğrendiklerimizi kaydedebilmek için yani sinaptik değişiklikler yaparak kaydedebilmek için hippokampus denilen beyin parçasına ihtiyacımız var. Ama bir anı parçası amigdala tarafından da yeterince bir emosyonel yük ile yüklenmişse, kayıt öyle sağlam oluyor ki neokorteksin bir yerinde artık hipokampusun onu desteklemesi gerekmiyor. Buna “Uzak Bellek” deniliyor.
Her şeyi öğrenip her şeyi hatırlamak, karşı karşıya olduğumuz uyaran bombardımanında mümkün değil. Dolayısıyla sinaptik yapımıza bireysel motivasyonumuz için gerekecek kadarını tutmalıyız, gerekmeyeni de atmalıyız. İşte amigdala ve hippokampusun böyle bir partnerliği var. Örneğin, size ilkokul öğretmeninizin adını sorsam, eminim ki söyleyeceksiniz. O sırada da size bir fonksyonel MR taraması yapsak hippokampusunuz aktive olmayacak. Bu çoktan hippokampusunuzdan bağımsızlaşmış otobiyografik bir bilgi sizin için. Bakın Türkiye’nin başkenti Ankara’dır da bilinçli bir bellek ama otobiyografik değil. Ama size “Honduras’ın başkenti neresidir?” diye sorsam bilemeyebilirsiniz.
Türkiye’nin başkenti Ankara’dır derken bunu ne zaman öğrendiğinizi bile hatırlamıyorsunuz değil mi? Yani hangi koşullarda öğrendiğinizi hatırlamıyorsunuz. Bu cevabı düşünürken de fonksiyonel MR’da hippokampusunu yine aktive değil. Fakat semantik bellek denilen farklı bir bellek sistemine ait nöral ağ aktive. Hondurasın başkentinin Tegucigalpa olduğunu öğrenmek için hippokampusunuz şu anda devrede, bu bilgiye ileride ihtiyacınız olacak ve kullanacaksınız, kullandıkça hippokampus devreden çıkacak ve bilgi semnatik belleğin bir malı olacak, yok kullanmayacaksanız (ne işinize yarayabilir ki Honduras’ın başkenti bilgisi) o zaman beyin iktisadı kurallarına uygun biçimde basitçe unutacaksınız.
Sanırım özetle özetle, en fazla bu kadar özetlenebilir. Umarım yeterince anlaşılır ve faydalı bir yazı sunabilmişimdir. Diğer yazılarımda tekrar görüşmek dileğiyle…
https://www.facebook.com/diamondtemaofficial/notifications/
NOT: Bu yazı ve diğer yazılarım benden özel izin alınmadan ve kaynak belirtilmeden hiçbir ortamda kullanılamaz, kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz. Benden özel izin almadan ve kaynak belirtmeden kullandığınız taktirde hakkınızda yasal işlem başlatılacaktır.