Bir Ufak Hoşgeldin

Duygu Aktan
4 min readApr 18, 2016

--

Uçaktan içeri adımımı attığım anda gözlerimin içine bakarak koca bir gülümsemeyle “Hoşgeldiniz” diyen o canayakın hostes benim Türk olduğumu bir bakışta anlamıştı. Çünkü biz böyleydik, Türk insanı olarak birbirimizi tanır, iyi bilirdik. Beş yıldır New York’ta yaşıyor ve o kadar uzun süre sonra ilk defa Türkiye’ye gidiyor olmam bunu değiştirememişti işte. Aynı samimiyetle “Hoşbulduk” dedim. Sağolun değil, mersi değil ya da en fenası yapmacık bir sırıtma değil. Hoşbulduk.

İngilizce’de tam karşılığı olmayan kelimeleri kullanmayalı epey zaman olmuştu. Güle güle, estağfurullah, kolay gelsin ve tabiki hoşbulduk. Ağzımdan çıkar çıkmaz tarifi zor bir ruh haline girdim. Ağlamaklı oldum desem yeridir. Çünkü unutmuşum; Amerikan dünyasında tam karşılığı olmayan duyguları da kullanmayalı epey zaman olmuş. İşte böyle bir ufak “Hoşgeldiniz” ile başlamış oldu Türkiye maceram, gerisi tam bir şenlik.

On günde üç şehir gezdim: Ankara, İzmir ve büyük final İstanbul. İlk başta dikkatimi çeken bana aylarca yapılan “Her şey çok değişti. Çok şaşıracaksın” uyarılarının ne kadar yersiz olduğuydu. Her şey aynıydı. Sadece Ankara’yla İstanbul’a fazladan bir iki çirkin bina eklenmişti o kadar. Onun dışında benim en çok özlediğim her şey aynıydı. İnsanlar, sohbetler, kişisel tercihler, öncelikler…İnsan ancak yaşadığı yerin dışına çıkınca anlıyor; bir ülkeyi eşsiz kılan içindeki binalar ya da geçirdigi sözde ekonomik gelişim değil; sadece insanlar ve onların aralarındaki ilişkilermiş. Evet İstanbul’u İstanbul yapan, onu tanıyanların ömürlerini, tüm yaratıcı enerjilerini adadıklari o mistik etkinin çoğu şehri kaplayan binlerce yıllık tarih olabilir belki ama tarihe sebep insanlar olmasa, ne o şehir olur ne de mistisizm.

New York’ta benzerlerini kurmaya çalıştığımız rakı sofraları mesela... Dünyanın neresine giderseniz gidin, rakı adabı kadar özel ve hassas içki ritüeli bulamazsınız. Nedir bizim için onu bu kadar değerli kılan? Bardakların şekli mi? Beyazının tonu mu? Sohbettir elbette onu unutulmaz yapan. Avustralya’dan Amerika’ya nereye giderse gitsin Türkler, beyaz peynirini kesip (yoksa bavulunda, olmadı ceketinin cebinde getirir ama getirir) kavununu koklayıp o rakıyı içmek ister dostlarıyla. Dostları olmadan da canı bile istemez uğraşmayı.

Fotoğraf: http://meyhanedeyiz.biz

Yıllardır yapamadığım en güzel rakı sohbetlerini yaptım Türkiye’de. Ege’nin ta en dibinden ne çıkarabildiyse balıkçılar soframızdaydı. Rakı, su, buz sırasını kimseye açıklamak zorunda değildik ve kimse beyaz peynire feta demiyordu. Doğuştan biliniyordu sanki bunlar. Hep beraberdik ve yeniden bizi biz yapan şeylerin başladığı yerdeydik; sofra sohbetlerinde. Tabiki yaşlar aktı gözlerimizden; önce kahkahadan, sonra dostluktan, huzurdan, sonra geçmiş ve en sonunda da memleketi kurtararak gelecek umutlarımız için aktı. Amerika’da kimse memleketini kurtarmak zorunda değildi mesela. O konuyu unutmuşuz, hatırladık yeniden ve kurtardık defalarca. Bu sefer oldu galiba…

Sonra hasretle kavuşmayı beklediğim eski usul alışkanlıkların yanında bir de heyecanla karşıladığım yeni nesil prensipler gördüm yaşıtlarım arasında. Mesela galiba birbirimizi dinlemeye başlamışız biz. Sürekli konuşarak birbirimizi ikna edemeyeceğimizi, ortak paydada o şekilde buluşmanın mümkün olmadığını anlamışız sanki. İlla konuşacaksak da önce dinliyor sonra konuşuyoruz gibi. Bir de birbirimizi daha az eleştiriyoruz, illa eleştireceksek de daha az köşeli laflar buluyoruz sanki. Sözlerimizle, bakışlarımızla insanın kalbine kalbine değil de daha az öldürücü yerlerine saplıyoruz oklarımızı sanki. Değişen bir şeyler varsa Türkiye’de eğer, işte bunlar olabilir belki. Ekonomik kalkınmaları, yüksek binaları, orantısızca artan lüks tüketimi çok da kafaya takmamak lazım sanki. Günün sonunda Türkiye’de olması hasretle beklenen değişimi işte bu kafa getirecek gibi. Dinleme kafası.

O kadar güzel geldi ki bu yeni durum bana, favori Türkçe şarkı seçimimi bile etkiledi sanırım. Kafamın arka fonunda tekrar tekrar Bedük’ten Bizde Kafa Yok çalarken, ben dönüş yolunda Atatürk’te oturmuş son Türk efesi gibi Efes’imi yudumluyorum; bir yandan da genç bir anneyle bağıra çağıra ağlayan çocuğunun sohbetine kulak misafiri oluyorum.

“Emiiiir, Emir sen hiç uçağa bindin mi? Emir ya uçaktan korkarsan sen? Ya uçaktan düşersen Emir?! Emiiiirrrr ağlama Emir uçaktan düşersin” diyor anne. Emir’i de annesini de çok seviyorum bir anda; yüzüme bir gülümseme oturtuyorlar.

Türkiye hak ettiği yere insanı sayesinde gelecek, buna şüphem kalmadı artık. Çocuğunun ağlamasını onu uçaktan düşme ihtimaliyle korkutarak durdurmaya çalışan anne ve nasıl olduysa bu taktiğe rağmen ağlamaya var gücüyle devam eden Emir sayesinde. Aziz Nesin’in Türkiyesinden bir gram bile kaybedersek biz biz olmaktan çıkarız. Biz böyle olduğumuz için birbirimizi anlayabiliyor, bu şekilde bir arada yaşayabiliyorduk yüzyıllardır. Bundan sonra da yeni jenerasyonların beraberinde getirecek gibi göründüğü dinleme ve anlama alışkanlıklarıyla beraber bu bütünlük katlanarak devam edecek, bize güç katacaktır.

Tüm bunlar yüzünden beş yıl sonra ilk kez gelip gördüm ki Türkiye hiç değişmemiş ve bir o kadar da değişmiş. Onu eşsiz kılan insanı hala güzel mi güzel yeter ki bakmayı bilelim. Girdiğimiz yol güzel, bizi güçlendiren, bizi sadece biz olarak yola devam ettirecek doğru bir yol. Evet Amerika’da çocuklar ağlamıyor, köpekler havlamıyor ve insanlar korna çalmıyor çünkü orası Amerika. Bırakalım bizde çocuklar yaramaz, köpekler arsız, arabalar da hırslı olsun. Biz biz olmaya devam ettiğimiz sürece bize bir şey olmaz. Uçakta son kez İstanbul’a bakıp hoşçakal derken, kafamda bu düşünceler ve arka fonda hala aynı şarkı: Bizde kafa yok; kalp var. O da bize yeter.

--

--

Duygu Aktan

Partner at Ango AI || Accelerating the development of AI applications