New York’ta Beyaz Yakalı

Duygu Aktan
7 min readMay 5, 2016

--

Bu yazıya başlarken en çok istediğim şeylerden biri havalı bir insan izlenimi çizebilmek. Gerçek havalı kişiye yakışır biçimde karşınızda rahat olduğumu gösteren vücut diliyle oturmuş, belki gevşekçe bacak bacak üstüne atmışım. Bir elimle fındık fıstık yiyor öbürüyle de kristal bardağımdan viskimi yudumluyorum. New York iş hayatında başarılı olmak için her şeyden önce ileri zekalı, çalışkan, yetenekli ve özellikli bir insan, yani bir android olmanız gerektiğini yoksa çiğ çiğ yenileceğinizi anlatıyorum tüm bilgeliğimle. Siz de hayranlıkla beni dinliyor, ne kadar da başarılı bir insan olduğumu hayal ediyorsunuz.

Sonra tabi viski bardağı elimden kayıp yere düşüyor, bardak kırılıyor, viski yeni aldığınız süet ayakkabılarınızı lekeliyor. Ben yardım edeyim derken panikten fındık fıstığın altındaki peçeteyi sertçe çekiyorum, onlar da hoop bir güzel önce havaya sonra yere saçılıyor. Tam siz benim yetenekli ve özellikli bir insan olduğumdan şüphe etmeye başlarken, telefonum çalıyor. Arayan patronum. Öğlen öğlen nereye kaybolduğumu soruyor ve derhal işimin başına dönmem gerektiğini hatırlatıyor, tabi bağırarak; siz bile duyuyorsunuz. Böylece çalışkan olmakla ilgili iddiam da orada son buluyor. Zeki olmamla ilgili zaten sadece siz değil kendim de şüpheye düşüyorum; orada hemfikiriz en azından. Göz göze geliyoruz.

“Tabiki efendim! Derhal!” diyorum telefondakine ve size doğru dönüp ekliyorum: “Benim acil kaçmam gerek. Hesabı halledersin.”

Bu hayali ve bir hayli olası senaryodan da anlaşılacağı üzere New York iş hayatı denilince akla gelmesi gereken resim aslında İstanbul iş hayatının aynısı olmalıdır. Son dönemde epey dalga geçilen “beyaz yakalı” karakter var ya, işte onun aynısının bir beden büyüğü de burada yaşıyor. Sabah uyanıyor, mümkün olan en son dakikaya kadar saatinin alarmını tekrar tekrar çaldırdıktan sonra kalkıp giyiniyor. Metroya atlayıp ofise ulaşıncaya kadar belki ikinci kahvesini bitirmiş oluyor. Haftada beş gün bunu tekrar edip, cumaları heyecanlı, enerjik, pazartesileri de bitkin bir ruh halinde geçirerek hayatının akıp gidişini izliyor. İşinde başarılı, patronunun sevdiği bir kuluysa birinci yılını doldurmadan, yok çok kuralcı bir şirketteyse birinci yılının sonunda bir hafta tatile çıkıyor. Fazlasıyla hak ettiğine inancı yüksek olduğu için güç bela kazandığı paraları da tatilde, restoranlarda, Amazon’da, Apple’da falan başkalarının cebine koyup, pazartesi geri geliyor gri masasının başına.

Mezun olduğu okula, çevresine, mesleğine göre değişen maaş skalasında hayatı boyunca maaşlı çalışan olarak kalırsa boyu belki bir ev alacak kadar uzuyor, belki hiçbir yatırım yapamayacak kadar kısa kalmaya devam ediyor.

Bana sorarsanız ne New York’ta, ne İstanbul’da ne de Mars’ta, Jüpiter’de kimsenin maaşlı elemanı olmayın derim. Batacaksak da çıkacaksak da kendimiz için yapalım. Ama bu yüksek riskli, bol iniş çıkışlı, duygusal hız treninin herkes için olmadığını da biliyorum elbette. O yüzden alırım maaşımı bakarım keyfime diyenleri de anlıyor, hatta bu yazıyı tümüyle onlar için yazıyorum. Onlar okuyadursun, biz kendi kendimin patronuyumcular ya borçtan harçtan sokaklara düşmüşüzdür ya da Empire State’in Penthouse’undaki ofis havuzumuzdan size öpücük gönderiyoruzdur. Ortası?Yok elbette.

Amacım New York’taki beyaz yakalıları İstanbul’daki benzerlerinden ayıran bir şey var mı yok mu onu anlatmak. Mesela New York’ta başarıyı yakalamak için üçüncü bir göze ya da ikinci bir apandisite ihtiyaç var mıdır (birinciye var mıydı ki?) ya da Çince, Fransızca, İngilizce bilsek yeterli midir yoksa yok olmaya yüz tutmuş, yerel Afrika diyalektlerini de öğrensek mi gibi elzem sorulara cevaplar getireceğim ama önce belirteyim üniversite öğrencisiyken yaptığım şişirme stajları ve barmenlik, turist rehberliği, serbest çevirmenlik gibi geçici işleri saymazsak ben hiç Türkiye’de çalışmadım. Daha doğrusu kendime bir kariyer yaratma çabasına girmedim; ben o tuzağa New York’ta düştüm. Dolayısıyla iki ülkeyi yüzde yüz doğru karşılaştıramayabilirim. Ama orada yaşayan dostlarımdan dinlediklerimi ve medyadan takip ettiklerimi göz önünde bulundurarak, New York’u New York yapan ve buradaki iş yaşamını başka şehirlerden, özellikle de İstanbul’dan ayırdığına inandığım üç temel prensibi şu şekilde özetleyebilirim diye düşünüyorum.

Profesyonellik

Senaryo A: Akşam iş çıkışı iyi ilişkiniz olan patronunuzla bir şeyler içip dertleşmeye gidersiniz. İçtenlikle onun belki ailevi sorunlarını dinleyip ona destek olur, belki de hayatında yapması gerektiğine inandığınız değişiklikleri dile getirirsiniz. Ne de olsa onun sizin işvereniniz olması ne ofiste ne de ofis dışında dürüst olmanıza engel değildir. Metroya binmeden önce her ikiniz de çakırkeyif ve bir dostla dertleşmiş olmanın verdiği iç ferahlığıyla mutlusunuzdur.

Senaryo B: Takım arkadaşlarınızdan biri başka bir şirkete geçecektir; akşam iş çıkışı bütün takım ve patron, arkadaşınızın başarısını kutlamaya gidersiniz. Herkes dağıtır. Kravatlar kafaya bağlanmış şekilde en son masaların üzerinde dans eden vahşi bir gruba dönmüşünüzdür. Shot’lar patrondandır. Gecenin sonunda nispeten ayık olanlar tümüyle sarhoş olanları taksiye bindirirken herkes mutludur.

Her iki senaryonun sonunda da, sabah saatinde işe gelinir. Günaydınlar alınır verilir ve ne güzel bir akşam olduğuna dair kısaca sohbet edilir; dikkat, dedikodu değildir yapılan; herkes bir aradayken dökülür bütün şakalar ortaya, sistemden atılır. Dedikodunun özellikle de iş ortamında itici olduğunu erken yaşta öğrenir Amerikalı. 9:05 itibariyle iş başlamıştır ve sadece birkaç saat önce size shot ısmarlayan arkadaşınız yeniden kendisine aylık raporları hazırlayıp göndermenizi bekleyen patronunuza dönüşmüştür. Aradaki fark kafa karışıklığına, herhangi bir beklentiye veya haksızlığa sebebiyet vermeyecek kadar net ve güzeldir.

Her iki senaryoda da cinsiyet görünmez bir detay, arkadaşlık ise ilişkilerin sınırlarını çizmede belirleyici tek unsurdur.

Yaratıcılık

Senaryo: Tüm kariyeri satış kotalarını tutturmak etrafında geçen biri olarak en iyi bildiğiniz iş satış diyelim. Modern sanat eserlerinden tutun da traktör motoru parçalarına kadar önünüze ne konsa satabilirsiniz. Öyle yetenekli, öyle başarılısınız.

Sorun: Yaptığınız iş sizi tatmin etmiyor. Kendinizi on yıl sonra hala satış yaparken göremiyorsunuz. Siz insan psikolojisinin daha geri planda olduğu, daha pragmatik bir iş peşindesiniz.

Çözüm: Kendi ofisinizden dünyayı satadurun, algılarınız bir yandan sistem analizi yapan departmanın işlerinde. Hem kendi işinizi yapıyor hem de her gün ufak ufak onların dünyalarının nasıl çalıştığını öğreniyorsunuz. Çünkü neden olmasın?

On yıldır sadece satış yapıyor olmanızın bundan sonra başka alanlara geçmek için engel değil fırsat olduğunu sizden iyi kimse bilemez. Patronunuza durumu anlattığınız ilk görüşmede ondan kesin ve net bir hayır duydunuz ya artık sizi durdurmak mümkün değil. Önce iyi bir satış insanı olduğunuz için sizi kaybetmek istemeyen patronunuzun ve hatta onun patronlarının dikkatini aylar içinde yavaş yavaş yarattığınız satış verimliliği arttırma analiziyle üzerinize çekmeyi başarıyorsunuz. Sonra arzu ettiğiniz gibi kritik analiz içeren bir role getirilirseniz, şirketin satışlarını nasıl arttırabileceğinize dair somut örnekler veriyorsunuz ve bu sizin için çocuk oyuncağı çünkü aylardır analistlerin dünyasında vakit geçiriyordunuz. Onların satışçılar için ne gibi fırsatlar yaratabileceğini ilk elden öğrendiniz. İki departman arasında daha önce hiç kurulmamış bir bağ kurdunuz ve kendinize hiç yoktan bir proje yarattınız. Artık bir değil iki koca departmanın işleyişine dair engin bilgi sahibisiniz.

Bu noktada aklı başında herhangi bir şirket sahibinin yapabileceği en iyi hamle sizi rakip firmaya kaptırmadan önce istediğinizi size vermek olabilir. Yeni açılan Analitik Satış Departmanı’nda yeni oluşturulan Bölge Müdürü pozisyonuna getirildiğiniz için sizi tebrik ediyor, yaratıcı enerjinizin hiç bitmemesini diliyoruz. Sadece kariyerinizde büyük bir dönüm noktasına başarıyla ulaşmadınız aynı zamanda yüksek bir sıçrayış da yaptınız. Bazı iş arkadaşlarınız başka şansları olmadığına emin oldukları için sonsuza kadar satış yapadursun, siz belki de geleceğin CEO’su olma yolunda gerçek bir adım attınız. Çünkü açık olmayan pozisyon yoktur, henüz yaratılmamış pozisyon vardır. New York sizi öpüp de başına koysun.

Hak Etmek

A işinde iyi, arkadaşlarınca sevilen, yalan söylemek yerine karşılaştığı problemleri dürüstçe çözmeye çalışan iyi bir arabulucudur. Görevinin her zaman bilincinde, ona verilen sorumlulukları orijinal iş tanımı kapsamımda mi değil mi diye seçmek yerine, kendisine katacağı yeni yetiler olarak değerlendirir. Ondan beklenileni başarmayı hedeflemez, kendisinden hiç beklenilmeyene ulaşmayı amaçlar. Sadece dürüst ve azimli değil, zeki ve hırslıdır da.

B de işinde iyidir. Eğitim ve deneyim olarak A ile rahatlıkla yarışır. Kariyerinde ulaştığı noktada işini hızlı ve efektif olarak bitirmeyi öğrenmiştir. Arta kalan zamanını yeni sorumluluklar üstlenerek değil, komplike iş ilişkisi ağları kurarak geçirmeyi tercih eder. Altında çalışanlar varsa kendi işini delege etmek en büyük hobisi haline gelir. Gereksiz e-postalar ve sonuçsuz toplantılarla bütün gününü doldurur. Gün sonunda çok çalışmıştır. Kendi için yarattığı bu imaj onu bir iki yıl hatta belki farklı şirketlerde bir iki pozisyon götürür. Ama kendisini geliştirmeksizin ulaştığı doyum noktasından sonra yükselebileceği bir yer kalmaz ve hayatının geri kalanında tatminsiz, mutsuz ve en beteri yıkıcı bir çalışan olmaktan öteye gidemez.

Yüksek bir pozisyon için kritik terfi anı geldiğinde A işi kapar, hak ettiği zammı ve yeni ünvanı alır. Bu başarı kimsenin ona hediyesi değil, kendi bileğinin gücüdür. Zira kariyerden hediye olmaz. Olursa ağırlığı en umursamaz kişiyi bile çökertir ve sonuçlarına bir ömür boyu katlanılır. Değmez.

Eğer kendiniz için çizdiğiniz kariyer bu üç prensibi temel alıyorsa, New York’ta iş hayatına atılmak için iyi bir başlangıç yapmışsınız diyebiliriz. Amerikan filmleri daha zalim iş ortamları resmedebilir. Hatta günün birinde gerçekten bir elinde viski size New York adamı bitirir beybi diyen bir dangalakla bile karşılaşabilirsiniz. İnanmayın, sadece bu üç prensibi aklınıza getirin.

Günün sonunda bu temel ilkelerin iki ülkenin çalışma etiğinde yarattığı farkları saymazsak eğer, beyaz yakalı her yerde beyaz yakalı gibi geliyor bana. Hayatını çevreleyen dertlerin rengi farklı belki ama hayatı benzer bir akış içerisinde. Kurumsal itiş kakış, hiç bitmeyen terfi mücadeleleri ve mikroskobik zam beklentilerine karşılık kimin arabası daha iyi, kimin evi daha büyükle geçen ömürler ve arada kaçırdığımız tüm gerçek mutluluklar…

Başta da dediğim gibi, bence topyekün bırakın bu maaşlı işleri. Gelin kendi işimizi kuralım. Biraz eli yüzü düzgün, evcil kedi, köpeklerin bile yüksek kar getiren Instagram hesaplarının olabildiği bir çağda yaşıyoruz. Azmedersek girişimcilikte dünya devi olabiliriz. Bir Facebook, bir Apple yaratamasak da en kötü al, sat yapar yine para kazanırız. Yok illa maaş, illa maaş diyorsanız o zaman bu yazının ikinci bölümünü bekleyin bari de maaşlı eleman olarak hayatınızı nasıl güzelleştirebiliriz onu tartışalım.

Fikirler benden, shot’lar sizden.

Bu yazı hoşunuza gittiyse sol alt köşedeki minik kalbe basın ki daha fazla kişiye ulaşsın. Hayat paylaşınca güzel.

Duygu Aktan Ankara’dan çıkma New York fatihidir. Gezer tozar, üstüne utanmadan yazar çizer. Yazılarının tamamına bir de hayatının kaosunawww.duyguaktan.com adresinden ulaşılabilir. Takip etmek isterseniz size haftalık e-postalar bile atar.

--

--

Duygu Aktan

Partner at Ango AI || Accelerating the development of AI applications