Yabancı Damat

Duygu Aktan
5 min readApr 21, 2016

--

Fotoğraf: Yeliz Atıcı

Yirmi dört yaşında New York’a taşındığım sene ilk üç ay geride bıraktığım tüm arkadaşlarım malum soruyu sormadan sabırla beklemeyi başarmıştı. Telefonda ya da Skype’ta yeni okulum, ev arkadaşım ya da ucuz alış veriş gibi “temel konular” etrafında sohbet ederek saatler geçiriyorduk. Bana kalsa iletişimimize nerde ne konseri var ya da metroda ne matrak olaylar yaşanıyor tadında konulardan devam ederdim ama fırtına öncesi sessizlik maalesef çok uzun süremedi. Üniversiteden yeni mezun, körpecik Türk kadınlarının daha fazla dizginlemesinin mümkün olmadığı evlilik merakı üçüncü ayın sonunda arkadaşlarımla sohbetlerime damgasını vurmaya başladı.

Ufukta evlilik gözüküyor muydu? Yabacı damat adayı mavi gözlü, sarışın mıydı? Boyu iki metre miydi? Vücudu Lost’taki Sawyer’a mı yoksa Jack’e mi benziyordu? Amerikalı mıydı yoksa Avrupalı mı? Ne de olsa New York epey metropolit bir şehirdi. Eğer Avrupalı biriyle beraber olmayı seçersem beni anlayışla karşılayabilirlerdi. Ama ne olursa olsun onca yol katedip dünyanın öbür ucuna, New York’a taşınmıştım; elbette kendim için yapabileceğim en mantıklı hareket yabancı bir adamla evlenmekti. Kaderim çizilmişti.

Çok kısa bir süre içinde İzmirli birine aşık olduğumu ilan ettiğim zaman tepkiler farklı şiddette geldi ama içerik hep aynıydı: NE? Nasıl yani?

Nasıl olmuştu da o kadar yabancı, yakışıklı adamın arasında yine gidip Türk sevgili yapmıştım acaba? Normalde hiç de sıkıcı bir hatun değildim ama nerden çıkmıştı şimdi bu İzmirli adam? Onları hiç mi düşünmemiştim? Yabancı damada rakı içmekten tutun da göbek atmaya kadar teker teker öğretmeyi planladıkları Türk adetleriyle dolu şen şakrak yaz tatilleri, efendime söyleyim, yabancı damadın düğünümüze katılacak yabancı, yakışıklı ve bekar arkadaşlarıyla tanışmaları ya da melez olacağı için şirin olması da garanti olan çocuklarımızla çektirecekleri fotoğraflarla dolu Amerika tatilleri üzerine kurulu hayallerini yıktığımı hiç mi fark etmemiştim? Beni ta Amerikalara bunun için mi yollamışlardı?

İzmirli eşimle tanışmamızın üzerinden yedi, evlenmemizin üzerindense iki yıl geçtikten sonra yaptığım kısa Türkiye ziyaretinde uzun süre sonra ilk kez gördüğüm bir teyze

O kadar Amerikalının içinde gide gide yine bir Türk’e mi gittin kız? diye sorunca hatırladım bu mevzuyu yeniden.

Biz yabancı damatları severiz; ilginç oldukları, çaktırmadan not vermek gerekmediği aksine göz çıkara çıkara, rahatça incelenebildikleri için severiz onları. Türkçe’yi bağırarak konuşunca öğretebileceğimize emin olduğumuz için severiz. Bir de her şeyin ithalini daha değerli bulduğumuz için yakıştırırız sevdiklerimizin yanına yabancıları. O yüzden sırf beni düşündüğü için İzmir’i yeterince gavur bulmayan tüm sevdiklerimi anlıyor, onlara minnet duyuyorum. Ama iki Türk yan yana geldi mi ortaya çıkan minik kıvılcımın ne hızda büyüyebileceğini unutmamak gerek diye düşünüyorum.

Neden sebep çıkar ortaya bu kıvılcım ve ne hızda koca bir yangına dönüşür anlatayım. Mesela Amerikalı ev arkadaşınızla markete gitmişinizdir evde sadece ketçap ve bira olduğu için; peynir reyonuna geldiğinizde gözünüz istemsiz olarak ezine arar. Sizin arka planda otomatik pilotta çalışan beyninizin alışkanlıklarla ilgili bölümü inşallah yumuşağından vardır diye dursun bir bakarsınız cheddar ve krem peynirinden başka opsiyonunuz yok. Orda kendinizi tutamaz ezineyi anlatmaya kalkışırsınız yanınızdaki Amerikalıya, o da zavallım anlamsız tariflerinizi dinler dinler ve sonunda yani feta mı demek istiyorsun diye sorar. O zaten Yunan peyniri değil mi ya?

Böylesi durumlara fazlasıyla alışmış bir Türk kadını, İzmir tulumu mu daha güzel yoksa Erzincan mı tartışmasında her ikisini de tanıyıp bilmekle kalmayıp üstüne üstlük birini ateşli bir şekilde savunan bir adamla tanışırsa, o adam kendisine kaçınılmaz olarak “My name is Bond, James Bond” diyor gibi görünecektir.

Tulum, İzmir Tulum.

Haydi yeme içme işlerini geçtik (ki bir Türk için geçmesi en zor konu bu olsa gerek), Türkiye’yi ziyaret ede ede yıllar içinde her şeyi gayet güzel öğrettik diyelim; peki sadece biz Türklere has kültürel kavramlarla nasıl başa çıkarız?

Üniversite eğitimini üç dilde çeviri üzerine yapmış biri olarak belki de en iyi anladığım konudur iki kültür arasında kusursuz çeviri yapmanın imkansızlığı. Siz açıklarken muhakkak arada anlamından bir şeyler kaybeder anlatılmaya çalışılan. Mesela belli bir jenerasyona ait Türk annelerinin temizlik günlerinden önce muhakkak evi “üstünkörü” temizlemeleri. Hepimizin zamanında ya annesinden ya da en kötü anneannesinden duyduğu bir cümledir:

“Yarın kadın gelecek de evi bir toparlayım dedim.”

Gel de John’a, Michael’a açıkla bu durumu. Tahminen onun annesinin hayatında yardımcı kavramı ya hiç olmadı, kendi işini hep kendi yaptı ya da olduysa da görevi zaten evi temizlemek olan birinden utanıp onun yerine onun işini asla yapmadı. John’un annesi elinde portakal likörü, bitter çikolatası yıllarca ya tennis klüplerine gitti ya da çalışan bir anneyse kariyerine odaklandı, Facebook’un COO’su, yeni nesil kariyer kadınlarının ruhani lideri Sheryl Sandberg oldu. Ama hangi eğitim ya da sosyo-ekonomik seviyede olursa olsun, o kadın çamaşır sularıyla gömlekler çitelemedi ya da ayıp olur diyerek evde en akla gelmeyecek köşeleri parlatmadı (bkz: buzdolabı arkası, kalorifer peteklerinin içi ya da tavanla duvarın birleştiği köşeler).

Sonra bir de benim içinde büyüdüğüm seksenler ve doksanlar Türkiye’sini tanıma durumu var. Benim eşim İzmir sokaklarında gezdi tozdu, ben Ankara ama eninde sonunda Olacak O Kadar’ın müziğini mırıldanmaya başlasam hemen eşlik eder, hem de hoşuna giderek, benimle birlikte nostalji yaparak. Ya da arada bana “Bizimkiler’den Sevim gibisin yine” dediğinde ne demek istediğini biliyor olmam bence paha biçilemez bir bağdır.

Hiç unutmam bir pazar sabahı aklımda Barış Manço’dan Domates, Biber, Patlıcan şarkısıyla uyandım. Bilinçaltım kim bilir nerelere gitmişti gece boyunca…Manhattan’ın orta yerinde tavaya sucukları doğrarken “Bir anda bütün dünyam karardı bu sesle sokaklar yankılandı…” nağmelerime cevap içerden Domastes Biber Patlıcaaaaan” diyebilen bir adamla birlikte yaşamak inanın sizi ve geçmişinizi hiç tanımayan ve daha da beteri bununla hiç ilgilenmeyen bir dünyada ilaç gibi geliyor insana.

Bu gibi durumlara sonsuz sayıda örnekler ekleyebilirim elbette: favori Cem Yılmaz esprilerinden tutun da ikimizin de en güzel yazlarının geçtiği Çeşme mekanları ya da Türkiye yıllarımızda kurduğumuz güçlü dostluklarımız ve uzun süre sonra hala onlara verdiğimiz eşsiz değer; bütün bunlar elbette iki Türk’ü -çoğu zaman farkında olmasak da- birbirine yaklaştıran unsurlar, özellikle de yurt dışında yaşarken.

Evet belki artık sabahları canımız ince bellide çay yerine çorba kasesi büyüklüğünde kupalarda zift rengi kahve çekiyor; yanında da simit değil bagel yiyoruz. Evet, pek çok alışkanlığımız da değişti, cümlelerimizin arasına İngilizce laflar sıkıştırıverir olduk. Türkiye’deki vergi sisteminin, sağlık sigortasının ya da emeklilik hesaplarının nasıl işlediğine dair ikimizin de en ufak bir fikri yok ama biz yine de Türküz ve ne kadar Amerikalılaşıp, ikinci bir kimlik daha kazanmış olsak da bunun içimizden sökülüp alınması imkansız.

Benim bir Amerikalıyla evlenmemi hayal etmiş, iyi niyetleri sebebiyle bunun benim için en iyisi olacağına karar vermiş tüm aile dostlarımızı, arkadaşlarımı, onların annelerini, karşıda oturan komşu teyzeyi, anneannemin hayatımı detaylarıyla konuştuğu kuaförünü, manikürcüsünü, eczacısını ve hatta taksi durağındaki bütün sürücüleri, herkesi ama herkesi seviyor, onlara hakkımda yaptıkları yorumlar için teşekkür ediyorum.

Elimden geldiğince açıklamaya çalıştım konu aşk olunca bile, hatta belki de özellikle bu konuda, niye kan çekti de gittim kendim gibi birine aşık oldum. Bunlar benim kişisel sebeplerim elbette. Bunun tam tersini yaşayan, kendi geçmişiyle, kültürüyle yakından uzaktan ilgisi olmayan bir insana gönlünü kaptırmış Türk dostum da çok. Gerçekten yurt dışına göçmenin hakkını yüzde yüz vermiş, yabancı biriyle ortak bir hayat kurmuş dostlarımın istisnasız hepsine hayranım. Onların en büyük destekçisiyim. Ama ben kendim için Erzincan Mandıra’dan peynir almış, Paparazzi’de Yüksek Sadakat’le yerlere düşüp Athena’yla zıplamış ve yanı başında deniz olmadan rakı-balıktan zevk almamış bir adam seçtim. Çünkü yabancı damatlar çok şirin ama yerli malı daha güzel be arkadaş!

Bu yazı hoşunuza gittiyse sol alt köşedeki minik kalbe basın ki daha fazla kişiye ulaşsın. Hayat paylaşınca güzel.

Duygu Aktan Ankara’dan çıkma New York fatihidir. Gezer tozar, üstüne utanmadan yazar çizer. Yazılarının tamamına bir de hayatının kaosuna www.duyguaktan.com adresinden ulaşılabilir. Takip etmek isterseniz size haftalık e-postalar bile atar.

--

--

Duygu Aktan

Partner at Ango AI || Accelerating the development of AI applications