Kendim ve ben [B0]

Ender Ahmet Yurt
5 min readDec 5, 2022

--

Merhaba.

Yakın bir zamana kadar benim için en zor soru Bize Ender’den veya kendinden biraz bahseder misin? sorusuydu. Bu soruya genelde katıldığım podcast’lerde ya da bir takım yayınlarda hep değişik, kestirme ve beni anlatmayan cevaplar veriyordum. Bir insanın kendini tanıtması hatta bunu kısaca yapması baya baya bana zor geliyordu. Bir de kendinden pek bahsetmeyi seven, yaptıklarını, yapacaklarını ve duygularını pek anlatmayı beceren bir tip değildim ki bunlar yüzünden sanırım kendini anlatır mısın sorusu bana resmen ahiret sorusu gibi geliyordu. Peki ben neden bu ilk giriş paragrafında geçmiş zaman kullanıyorum? Sonra noldu?

Photo by Clay Banks on Unsplash

Bir sabah alarmdan önce uyandım. Bu çok sık olan bir şey değildir. Gözlerim hop diye açıldı. Gözden de hop sesi gelir mi demeyin gelebilir, neden olmasın? Gözlerimi açar açmaz genelde sağ tarafıma doğru yatarım ama sol tarafıma doğru veya yüz üstü bazense yatağın dışında yerde uyanırım. Bu sabah da sevgili kendimin sırt üstü uyanasım gelmiş. Uyanır uyanmaz sabah sabah tavandaki minik siyah bir örümcek ile bakıştık. Ben ona, ona bana bakıyordu. Gerçi emin değilim örümcek bana bakıyor muydu? Bakıyorsa hangi gözü ile bakıyordu? Bildiğim kadarı ile örümceklerin ikiden fazla gözleri var. Ya da yok. Bilmiyorum. Araştırmaya da üşendim açıkcası. Hemen aklıma acaba gece yatarken orada mıydı sorusu geldi her normal düz insan evladının aklına gelebilcek türden bir soru olarak. Canım bizzat örümceğin kendisine sormak istedi ama yapamazdım çünkü ben örümcekçe bilmiyordum. Dualingo’da olsa keşke diye düşündüm bir an. Bir ara İsveççe öğrenmeyı denemiştim. Baya da güzel gidiyordum. Seni seviyorum demeyi biliyorum mesela. Bir gün İsveçli bir partnerim olursa diyebilirim. Jag älskar dig. Ben bunları düşünürken örümcek kendi yoluna verdiği moladan sonra devam etti. Belki de mola vermedi. Bilmiyorum. Ama resmen o bile takmadı beni. İnsan bir hoşçakal der. Der de Ender anlar mı o ayrı. Sonra ne sabah, ne güzel güne başlangıç ama dedim kendi kendime sesli bir şekilde. Evet böyle arada konuşurum sesli sesli kendimle. Yalnız yaşamanın avantajları. Tavsiye ederim deneyin. Konuşmayı değil, yalnız yaşamayı. Yataktan kendimi attarken kafamda tek bir soru vardı, acaba örümcek bütün gün ne yapacak?

Günün en önemli öğünü kahvaltı. Bu uydurmasyon lafı seneler boyunu kaçımız kahvaltı niyetine yedi kim bilir. Tabi çok sonraları ben de fark ettim ki kahvaltı günün en önemli öğünü falan değil. Belki bana göre öyleydi bir zamanlar ama şimdi değil. Kahvaltı etmiyorum. Bilmiyorum ne zamandır yapmıyorum artık bu eylemi. Kahvaltı etmek. Yoksa kahvaltı yapmak mı? Hangisi daha doğru diye düşünürken kahve çekirdeğini öğütmek için basıyorum makinenin tuşuna. Vay be o nasıl ses. İşte yalnız yaşamanın bir avantajı daha. İstediğiniz gibi ses çıkartabilirsiniz. Hem de nerenizden veya nereden isterseniz. Kimse size gık diyemez. Çünkü o kimse yoktur. Kahve çekirdekleri bir ona bir bu yana kaçarken ve paramparça olurken kendi hayallerim de acaba böyle hayatın bıçak darbelerine daha az maruz kalmak için sağ sola mı kaçışıyor, yoksa öylece duruyor ve zaten bıçaklar bir şekilde hayallerimi alt üstü mü ediyor diye düşünüyorum. Ne güzel de kokuyor yeni çekilmiş kahve. Mis gibi. Az sonra onu demleyip, içeceğim ve günün en sevdiğim aktivitesi ile güne başlamak ne kadar da mutluluk verici. Aslında sadece bunu yapıyor olabilmek ve hissedebilmek de bir o kadar mutluluk verici. Altı üstü kahve ve bu kadar anlamı hak etmiyor belki ama benim için bir nevi sabah ritüeli. Mesela başkasına kahve yaparken bu kadar keyif almıyorum. Tabi bir önceki akşam yaşadıklarımız ile doğru orantılı oluyor sabah ki misafirime kahve yapma keyfim. Kahvenin, bende önce çekirdeğin görüntüsü ile başlayan ve demlendikten sonra dilime deyip, o tadı aldıktan sonra boğazımdan geçerek mideme inişi ile sonlanan bir yolculuğu var. Ben bu yolculuğu belki her zaman olmasa da düşünmeyi ve orada olmayı seviyorum. Anda kalın! Hayır bunu demicem. Ne zaman da kalmak istiyorsan kalırsınız bu benim sorunum değil. Ben kendi hikayemi anlatıyorum. Kahve ile olan sabah kaçamağım. Görüntüsü, kokusu, tadı ve o sıcak dokunuşu. Keşke hiç bitmese demiyorum. Bitsin ki tekrar başlayayım.

Yeşili renk olarak pek sevmem. Mesela yeşil bir arabam olsun istemem. Kim ister ki? Belki biraz radikal biri olsam olabilirdi. Yeşil bir takım elbise. Aslında ilginç olabilirdi eğer cadılar bayramı partisine gidiyorsam. Kesin giderim. Çok severim cadıları ve partileri. Ama kısmet olmadı işte çünkü yeşil takım elbisem yok.

Bir elimde kahve cam kenarında oturup dışarı bakarken gördüğüm tek şey yeşil. Çimenler, ağaçlar ve değişik bir takım bitkiler. Muhtemelen yaban bitkileri. Ben koymadım onları oraya. Onlar hep vardı sadece misafir olarak geldim ve bir ev yapıp bakalım yaşayabiliyor muyuz diye deniyoruz. Evlenmeden aynı evde yaşayan partnerler gibiyiz. Şimdilik iyi gidiyor. En azından benim için iyi. Onlar için de öyledir sanırım. Ormanın ortasına ki aslında tam da orman değil ama gene hatrı sayılayacak bir şekilde ağaç falan var. Böyle bir yere ev dikme fikri geldi aklıma. Tam yalnızlığın ortası. Yeşil ile yalnızlık benim için iki kardeş gibi. Çünkü bir yer ne kadar yeşilse orada o kadar az insan vardır. İnsan ne renk bilmiyorum. Çok da dert değil ama bi renk olaydı kesin yeşil onu sevmezdi. Renk ırkçılığı da böyle başlardı galiba.

Kahvem tam bitmeden yukarı çalışma odama doğru yol alıyorum. Artık aşkımı görme zamanı. Yaklaşık olarak sekiz saattir görüşmüyoruz. Kendisini sekiz sene de görmesem onun için fark etmez. Bu aşk platonik sanırım ama ne yapayım seviyorum işte. O kadar süre de ayrı kalamam zaten. Bilgisayarım. Gene geldim bak buradayım. Sana da günaydın, naber? Aslında cevap verebilir. Teknoloji çok ilerledi. Siz bilmezsiniz. Biz yazılımcı olduğumuz için her şeyi biliriz. Bize sorun, gerisini boş verin. En iyi kahveyi biz biliriz. En iyi müziği, sporu ya da bir film veya diziyi. Nerede ne yenir gene biz biliriz. Biri ile mi flört ediyorsun. Sor bana söyleyim sizden olur mu diye. Burçları da biz biliriz. Çünkü biz sosyal medyayı yarattık. Evet, özür dileriz. Böyle bir canavara dönüşeceğini bilemezdik. Belki de bilirdik. Sonuç, kuş artık Trex oldu.

Ben uyurken neler olmuş diye RSS feed’ime bakıyorum. Severim böyle cümlelerim arasına İngilizce kelimeler veya kalıplar atmayı. Neden atmamayım ki? İngilizce biliyorum. Öyle çok biliyorum ki İngiltere vizem red edildi. Yani diyorlar ki sen çok İngilizce biliyorsun burada senin gibi insan çok, gelme. Kalabalık etme. Tamam dedim gelmiyorum. Reddi yedik. Sonra noldu, ben de Kaş’a gittim. Orası da güzel. İngilizce de konuşuluyor. Çok Rus var. Rusça konuşmayan Ruslar var. Sanırım Rus olduklarını belli etmek istemiyorlar. Benim de derdim değil. Ben de Türk olduğumu belli etmek istemiyorum ama üstümde Beşiktaş Efendi tişörtü var. En azından Ruslar anlamıyor.

Beni hep yabancı sanıyorlar. Ama hep sanıyorlar. Küçükken daha çok yabancıydım sanırım. O zaman daha çok sanıyorlardı. Şimdi biraz sakal kıl olunca Türkleştim galiba birilerine göre. Bir keresinde sanırım 10 yaşında falanım lahmacuncu bana sen Danimarkalısın dedi lahmacun yerken. Evet Danimarkalılar öğlenleri lahmacun yer. Bunu herkes bilir. Hatta Hygge felsefesinin kökeni lahmacundur. Neden çünkü sen lahmacun değilsin herkesi mutlu edemezsin.

Kaş’ta benimle ilk konuşulan dil İngilizce. E tabi ben de biliyorum insanları bozmayayım diye İngilizce cevap veriyorum. Sonra present perfect tense kullanıyorum ve anlıyorlar bu Türkmüş diyorlar ve gidiyorlar. Neden yani? Türkçe’de bu zaman dil bilgisi olarak yok diye mi beni sevmediniz. Bu benim mi suçum. Paşam, Atam öyle istemiş. Ben ne yapayım? O’nun lafının üstüne laf mı diyeyim? Bir gecede bekar da kaldık be Atam. Neyse öyle olsun. Ne güzel başlamıştık noldu yani? Yalan mı söyledim hayır. Sadece size eşlik ettim. Sizi bozmayayım dedim. İyilik yap denize at demişler. Ben de denize girdim. Bir Karadenizli olarak Akdeniz bana iyi geliyor. İyilik bende kalsın, Deniz de değil.

Sevgiler.

--

--