“Kaçarken Vahdettin’le beraberdim”

Enes Bahadır Kızak
4 min readSep 30, 2016

Vahdettin’in İstanbul’dan kaçarken beraberinde götürdüğü, tam kırk yıllık emektar tütüncübaşısı Kayserili Şükrü Bey, sonraları bu kaçış olayını uzun uzadıya anlatırken şöyle demişti:

“ Sabah, Yıldız Sarayı’nın arka kapısından, yani Şişli-Kağıthane yoluna bakan kapıdan bahçeye çıktık. Başmabeyinci Yaver Paşa, Mızıka-i Hümayun Kumandanı Miralay İbrahim Zeki Bey, Doktor Reşat Paşa, başseccadeci, esvapçıbaşı İbrahim, Berberbaşı Mahmut ve haremağalarından Mazhar da bavulları ellerinde oradalar.

Biraz bekledikten sonra, Sultan Vahdettin de oğlu Ertuğrul’la beraber yanımıza geldi. O sırada General Harrington da göründü. Kapalı otomobiller de önümüzde sıralandı. Hemen çantaları yerleştirdik.

Padişah; oğlu Ertuğrul ve General Harrington’la birlikte otomobile bindi. Arkadakilere de bizler bindik. O kadar erkendi ki ortalıkta kimsecikler yoktu. Geçtiğimiz yolu silahlı İngiliz askerleri tutmuştu. Yanımızda ve peşimiz sıra içleri yine İngiliz askerleriyle dolu kamyonlar geliyordu.

Doğru Tophane’ye vardık. Otomobillerden iner inmez, rıhtımda bekleyen İngiliz istimbotuna buyur ettiler, bindik. Yıldız’dan buraya gelinceye kadar zaten Türk olarak kimseye tesadüf etmemiştik. İstimbot, açıkta demirli duran ‘Malaya’ zırhlısına yanaştı. Padişah, arkasında biz, ağır ağır merdivenleri çıkarak güverteye vardık. Sultan Vahdettin, kendisini merdiven başında selamlayarak karşılayan amiralin elini sıktıktan sonra salona girdi. Orada kahve ikram ettiler. Doktor Reşat Paşa tercümanlık etmeye çalışıyordu; ama iyi İngilizce bilmediğinden beceremiyordu.

Beş dakika kadar geçince İngilizler salondan çekildiler. Padişah da ayağa kalktı, bana döndü, “Gel Şükrü” dedi. Peşi sıra yürüdüm. Kamarasını gösterdiler, oraya girdi. Çok yorgun bir halde koltuğa çöktü, sesi titriyordu: “Ertuğrul’un yeri ayrı, dikkat edin, çocuğu deniz falan tutarsa başından ayrılmayın” diyordu.

“Merak buyurmayınız efendimiz” diye kekeledim. Ama dilimin ucuna geldiği halde böyle nereye gittiğimizi soramıyordum. Maiyetini teşkil eden bizler, emri ve arzusunu kıramayarak -doğrusu istemeye istemeye; fakat kırk yıldır hizmetinde, her iradesine boyun eğmeye olan alışıklığımız tesiriyle- peşine takıldığımız bu yolculukta, nereye gittiğimizi bilmiyorduk ve kendisi o kadar mahzun ve kederli idi ki, işte soramıyordum da… Ama meraktan da çatlıyordum.

Bu halimi sezmiş gibi, “Mukadderat” diye konuşmaya başladı, “Mukadderat Şükrü… Şimdilik Malta’ya gidiyoruz, öyle icap etti. Oradan sonra bakalım, kısmet neresi ise… Sen şimdi çantaları aç, gecelikleri falan çıkar, sonra geminin mutfağını bul, kahvemle yine sen meşgul ol!”

Dediklerini yaptım. O gün altmıştan fazla sigara ve sekiz fincan kahve içtiğini hatırlıyorum.

Artık yoldayız.. Her yanına gidişimde ilk sözü şu oluyordu: “Heyhat… Mukadderat böyle imiş!”

Sultan Vahdettin Malta’ya ayak basıyor.

Gemide alaturka yemekler yapıyorlar ve hünkârın et sevmediklerini bildikleri için sebze, makarna, pilav, börek gibi şeyler pişiriyorlar, hele bayıldığı muhallebiyi sofradan hiç eksik etmiyorlardı. Bu üç günlük yolculukta, yemeklerini oğlu Ertuğrul’la beraber yiyor, yemekten sonra iki saat kadar yatıyor ve kamarada entarisi arkasında, terlikleri ayağında, bir aşağı bir yukarı dolaşarak boyuna kahve ve sigara içiyordu.

Yalnız, sabahları kahvaltıdan sonra giyinip güverteye çıkar, biraz oturur, gezinir, amiralle üç beş -işaret dili- laf eder, kamarasına dönerdi. Kamarada yanındaki çantalardan birinin içinde, üç bin altın lira vardı. Daha ilk gün onu göstererek, “Vakıa emniyetteyiz ama ne olur ne olmaz, sen yine ihtiyatlı ve dikkatli bulun…” dediği zaman, ben birdenbire boş bulunmuş, bir anda, onbir kişilik kafileye bu kadarcık paranın kaç gün yeteceğini düşünerek, “Hepsi bu kadar mı efendimiz?” diye soruvermiştim.

Benim endişeli halim hoşuna gitmiş olmalı ki ilk defa gülümseyerek, “Merak etme Şükrü…” dedi. “Yirmi bin İngiliz Lirası da Londra Bankası’nda var.” Dedi. Ben ise yine kendimi tutamadım: “Başka yok mu efendimiz?”

“Daha ne olsun Şükrü?” diye yüzüme baktı.

-“Kalabalığız da efendimiz.”

-“İdare ederiz, Allah kerim.”

-“Efendimiz, Kur’an-ı Kerim de o çantada mı?”

-“Hangi Kur’an-ı Kerim’den bahsediyorsun?”

-“Hani, Hazreti Osman’ın yazısı…”

Hünkâr öfkelenivermişti birdenbire… Sonradan öğrendim ki, bu meşhur ve çok kıymetli kitabı nasılsa yanına alıp beraber getirmeyi akıl edememiş. Ve buna ömrünün sonuna kadar yanmıştı. Hazreti Osman’ın bizzat kendi eliyle yazdığı -kat’i şekilde ifade edilen- bu Kur’an-ı Kerim’i İstanbul’dan hareketimizden bir ay kadar evvel Topkapı Sarayı’ndan getirtmiş; odasında, yanında alıkoymuştu. Fevkalâde nefis cildi bile nadide taşlar, değerli elmaslarla süslü olan bu kitaba elli bin altın kıymet biçiliyordu. Biz Hünkârın bunu mutlaka cebine koyduğunu sanıyorduk. Meğer geri vermiş…

Uzatmayayım, İstanbul’dan ayrılışımızın dördüncü günü sabahı Malta’ya vardık. Hünkâr, bu seyahatin ilk iki gününü nispeten sakince geçirmiş; fakat son günü sabahtan akşama kadar yalnız İstanbul’dan, orada kalan üç kadın efendiden -eşinden- ve bilhassa en gözdesi olan Nimet Sultan’dan bahsetmişti. Vahdettin, Nimet Sultan’ı delice seviyordu… O yaşında, bütün bu başına gelenlere, her şeye rağmen halâ bu sevgi ile yanıp tutuşuyordu.

O gün, sevdiğinden bahsederken, dünyada en sevmediği adam olan Abdülmecit Efendi’den bahsetmeyi de ihmal etmiyordu: “Bizim budala, demek saltanatsız hilafete razı, yani tekke şeyhi olacak. Gerçi bu kadarı da çoktur ya… Ben O’nun bunca yıl evvel yüzünü ilk gördüğüm günden beri sana kaç defa demedim mi ki divanedir bu biçare…”

Ve o gün ilk defa öğle yemeğinden sonra benden kahve istediğini görmüş, hayretle yüzüne bakmıştım. Çünkü yemeği müteakip, ‘dokunuyor’ diye katiyen kahve içmezdi.

“Zarar yok Şükrü, bütün sıhhatim artık sarsılmış olduktan sonra, bir de midem bozulmuş, ne çıkar?”

Malta’da açıkta demirleyen ‘Malaya’ zırhlısından istimbotla rıhtıma çıktık. Yine ortalıkta kimsecikler yok. Galiba emniyet tertipleri… Her ne ise, otomobillerle tenha yollardan geçerek bizi, ikametimiz için hazırlanmış döşeli dayalı konağa götürdüler

Hizmetçiler, aşçılar, her şey tamam; ama Malta pek berbat bir yer, hiç hoşlanmadık… Ve burada kaldığımız otuz yedi gün içinde Hünkâr, bir gün dahi sokağa çıkmadı. İstediği öteberiyi bana aldırırdı, bunların başında da daima konyak vardı.

Kendisi odasında kapalı, ne kitap okur, ne yazı yazar; sadece düşüne düşüne, arada bir de yine odasında dolaşa dolaşa vakit geçirir ve İstanbul’dan, hele Nimet Sultan’dan haber beklerdi. “

--

--