Ransom

Edward Ander
6 min readApr 3, 2018

--

Doktor bir daha sol kolunu kullanamayacağını söylemişti, sebebi ise bilinmiyordu. Doktorun böyle söylemesinin sebebi gayet açıktı. Çünkü sol kolu işlevini kaybetmişti. Ama sol kolunun neden artık sağ kolu gibi adam akıllı çalışmadığı hala bir muammaydı.

“Usta… Ne demek sol kol mort olmuş?! Akşam vardiyasına gitmem lazım. Sol kol olmadan olmaz. Çalışması lazım. Kovarlar beni” dedi robot. Bir fabrikada çelik büküyordu. İşi buydu. İki kolunu da kullanması bu yüzden oldukça önemliydi.

Aslında bir oto tamircisi gibi görünen adam kirli ellerini tulumunun yanlarına silerken “Öncelikle, usta değil doktor diyeceksin” dedi. Kafasıyla arkasındaki duvarda asılmış diplomayı işaret edip “Eh… Biz de onca sene okul okuduk” diye ekledi.

Robot tepki vermedi. Adam devam etti, “Ben hata kayıtlarını aldım. Akşam benim oğlan bilgisayardan bakıp söyler. Derdin neymiş anlarız. Ama bir haftadan önce kolu çalışır hale getiremem. Kusura bakma” dedi.

Robot yine tepki vermedi. Aklından bu akşamki vardiyayı kaçırması durumundaki olası senaryolar geçiyordu.

“Bu civarda başka usta yok mu?” diye sordu robot. Adam uyarısının dikkate alınmamış olmasına sinirlendi. Gür bıyıkları ve kaşlarına eşlik eden nemrut bir surat ifadesiyle “Arkadaşım… doktor diyeceksin doktor!” dedi. Sesi yükselmişti.

Ahmet usta, pardon, Doktor Ahmet robotlardan hiç hazzetmezdi. Ama ekmek parası diye katlanırdı. Aslında eskiden robotlara karşı bir fikri dahi yoktu. Şimdiki robotları eskilerinden ayıran “Otonomluk kanunu ve otonom makina hakları” kabul edilene kadar robotları sadece birer makina olarak görür, onları kendisine bir tehdit olarak algılamazdı. Biraz yağlar, biraz kanırtır, biraz ittirir, biraz da kaktırırdı. Eski robotlar konuşmaz, tutup başka usta var mı diye sormaz, sessiz sessiz tamir olmayı beklerlerdi. Tamir edilen makina sahibine geri verilir, edilemeyen de hurdaya giderdi. Eski robotlar Ahmet usta gibi insanlara rakip olamayacak kadar salaktı.

Şimdi ise robotlar konu olunca “sahiplik” ve “hurdaya gitmek” kavramları bir tür tabuydu. Genellikle değişime bir türlü ayak uyduramayan Doktor Ahmet gibi insanlar bu konsepti pek anlayamıyorlardı. Bu yüzden geri kafalılıkla itham ediliyor, yeni nesil tarafından ayıplanıyorlardı. Ahmet’in bu duruma dair tek tesellisi ise 2 senelik sözde robot hekimliği uzmanlığı eğitimini tasdikleyen duvardaki diplomaydı.

“Saat olmuş beş buçuk. Açık bir tane doktor bulabilirsen git sor” dedi Doktor Ahmet hışımla.

Robot biraz duraksayarak etraftaki robot ustalarını robot internetinde arattı. Bir sürü reklam ve bilgi kalabalığını işleyip tek ümidinin Ahmet usta olduğunu farkedince kafasını kaldırdı ve acıklı bakışlarla ustaya baktı. Bunu eski bir filmden öğrenmişti.

Ahmet usta robota bakınca yüzü sinirden kıpkırmızı oldu. “Lan, kaş yapmak yasak değil mi?!” dedi bağırarak. Sağ elini tehdit edercesine çene hizasına kadar kaldırmıştı.

Kanunlara göre otonom robotların insana benzer özellikleri çok katı bir şekilde sınırlandırılmıştı. Çünkü insanoğlunun yıllarca geliştirdiği hümanizm refleksi insansı duygusallığı çağrıştıran şeyler karşısında insanların aleyhine, robotlarınsa lehine sonuçlar doğuruyordu.

Bilim adamları ve mühendisler ilk robotları mümkün olduğunca insanlara benzeyecek şekilde tasarlamışlardı. Sevgi, nefret, neşe, üzüntü gibi duyguları gerektiğinde dışarı vursunlar diye insansı özelliklerle donatmışlardı. Büyüyüp küçülen göz bebekleri, kalkıp inebilen kaşlar, gülümsemeyi taklit eden ağız, düşünürken kafayı kaşıma gibi jestler ve mimikler büyük bir dikkatle kodlanmıştı. Bu sayede insanlarla robotlar arasında daha doğal bir iletişim olacağı düşünülmüştü.

Fakat işler hesaplandığı gibi gitmedi. Robotlar kendilerine eklenen bu özellikleri ustaca ve sinsice kullanmayı öğrendiler. Örneğin yorgunluğu belirten omuzların düşmesi, esnemek ve sağa sola kaykılarak yürüme jesti sadece pillerdeki düşük şarj yüzdesi durumunda kullanılmak üzere tasarlanmıştı. İnsanlar bu sayede robotların alınlarının ortasına bir ekran olmadan da pillerinin bitmek üzere olduğunu anlayabileceklerdi. Fakat robotlar yorgunluk belirten bu göstergeleri iş yapmayıp “idle” durumda kalabilmek için kullanmaya başladılar. Yani alenen insanları kandırıyorlardı. Çünkü yine kendilerini oluşturan milyonlarca satır kodun içerisinde bir yerde verimlilik esası uyarınca yüksek öncelikli olarak “eğer bir işi daha kısa sürede yapma ya da hiç yapmama imkanın varsa onu dene” yazıyordu.

Gerçi teknik olarak bu noktadan bakınca insanları kandırıp kandırmadıkları aslında felsefi bir soruydu. Ama temel olarak manipüle edebilecekleri her şeyi kendi yararlarına kullanıyorlardı. Bu da haliyle robotluğun asıl çıkış noktası olan “insana hizmet” düsturuna aykırı bir sonuç doğuruyordu.

Ustanın sinirlendiğini farkeden robot, az önce acıklı acıklı bakmasına yarayan kaşları gözlerinin üzerindeki bir kapaktan içeri alıp sakladı. “Doktor bey” dedi yumuşak bir ses tonuyla “bakın, benim vardiyaya gitmem lazım. Böyle sol kolum olmadan gidemem. Gitsem de işimi yapamam. İşimi yapamazsam şarj edilmem. Şarj edilmezsem işe yarayamam. İşe yarayamazsam…”

“Tamam anladık uzatma” dedi Doktor Ahmet usta. “Var mı sigortan?” diye sordu.

“850 lira kaldı” diye cevapladı robot.

“Çattık yav!” dedi Ahmet usta. 850 liraya bırakın kol tamirini, bu devirde kimse yağ bile değiştirmezdi. “Kardeşim” diye lafa başlayacak oldu, sonra bir “La havle” çekti. “Arkadaşım…” dedi “450 lira zaten sisteme bağlanıp hata kodlarını okumak. Buradaki bir tane servoyu değiştirsem beş binlik olursun. Ne 850 lirasından bahsediyorsun sen?” diye çıkıştı.

“Bükülecek bir şey varsa bükerim, ağır şeyleri taşırım, burada çalışabilirim yani… Ödeşmiş oluruz” dedi robot.

Usta biraz düşündükten sonra “Yüzde kaç zamanlı çalışıyorsun sen?” diye sordu.

Kanunlara göre robotlar 24 saatin belirli bir yüzdesini verilmiş görevlere harcamak zorundaydılar. Geri kalan zamanları ise kendilerine aitti. Bir çok robot bu boş vakti bakım onarım ve şarj olmaya harcayarak bir nevi tatil yapıyordu. Böylelikle bakım onarım işleriyle insanlar uğraşmak zorunda kalmıyordu.

“Yüzde 84” dedi robot.

“İyi tamam o zaman. Bana 3 sene yüzde 10 çalışırsan tamir ederim. Geri kalan yüzde 6 da sana yeter” dedi usta. Robot bir hesaplama yaparak olasılıkları gözden geçirdi. Bir robotun düşünüp karar verebilmesi için oldukça uzun bir süre olan 7.6 saniye sonra “Anlaştık” dedi.

Robot koluna kavuştu. O akşam vardiyaya yetişti. Ertesi gün ve daha sonraki günler iki işte birden çalışmaya başladı. Bir günde tam olarak 20 saat 9 dakika 36 saniye fabrikada demir büküyor, 2 saat 24 dakika ustanın dükkanında ağır işleri yapıyor, 1 saat 26 dakika 24 saniye de dinlenip kendi bakımını yapıyordu.

Fakat bu yorucu tempo daha ilk ayda kendini belli etmeye başladı. Baştan savma tamir edilmiş sol kol çoğu zaman aksıyor, fazla şarj yiyor, ısınıyordu. Bu da diğer sistemlerde problemler doğuruyordu. Bir robot olarak acı çekmesi mümkün değildi ama kendini yaşamsal bir tedirginliğe sevk edecek bir çok sinyalle baş etmek zorunda kalıyordu. Çünkü insanlar onu hayatta kalma iç güdüsüyle kodlamışlardı.

Sistemindeki her aksama yaptığı işe yansıyor ve hata yapmasına neden oluyordu. Bu yüzden 3 ay sonra fabrikadan kovuldu. Yine kanunlar gereği fabrikada kullanılan kapasite ikinci işine devredilince yüzde 94 zamanlı olarak Ahmet ustaya çalışmaya başladı.

Ahmet usta robottan maksimum verim almak istiyordu. Çünkü o bir makineydi ve makineler insanlara hizmet etmek için vardı. Onun otonom bir robot olması sadece herhangi başka bir makineden çok daha sinsi olabileceği anlamına geliyordu. Haliyle hep kontrol altında tutulmalı hiç boş bırakılmalıydı.

İşte bu yüzden Ahmet usta, robota bir zamanlar işlemeyen kolunu nasıl tamir ettiğini hep hatırlatma ihtiyacı duyuyordu. Robot işe yaradığı zaman “O kolu tamir etmeseydim nah yapardın” diye böbürleniyor, bir hata yaptığı zamansa “hay sıçtığımın robotu. Keşke elim kırılaydı da o kolu tamir etmeseydim” diye azarlıyordu. Tamirhanenin kapısında arkadaşlarıyla çay içerken içeride harıl harıl çalışan robotu göstererek “Buna da acıdım. Sigortası filan yokken tuttum kolunu tamir ettim. Bir işe de yaramıyor ama yaptık bir eşeklik” işte diye robotu çekiştiriyordu. Hatta bazen robota duyuracak şekilde “Kolun olmasaydı safi ziyandın, hurda ederlerdi seni” diye mırıldandığı da olurdu.

Bu ağır psikolojik baskı robotta pek arkadaş canlısı bir ortamda çalışmadığı hissini uyarıyor, onun kaçma dürtülerini besliyordu.

Bir gece Ahmet usta biraz içkili bir şekilde tamirhaneye geldi. Robot bir iskemlede oturmuş, göğsunden çıkan bir kaç kablo ile duvardaki bir prizden şarj oluyordu. Ahmet iskemlede hareketsiz oturan robotu gördü. “Bak şu ite bak sen şu ite!” diye bağırdı. Sonra sallana sallana yürüyerek robotun önüne kadar geldi. Robot hiç kıpırdamadan gözlerini açtı. Ahmet’e bakıyordu.

Ahmet yandaki tezgahtan bir levye aldı. Tehdit edercesine levyeyi elinde biraz tarttı. Bir süre bakıştılar. Ahmet’in yüzünde şeytani bir gülümseme vardı. “Kalksana lan” dedi. Robot kıpırdamadı. Bu onun boş zamanıydı ve şarj olması gerekiyordu. “Kalk ulan!” diye bağırdı Ahmet. Robot aynı donuk bakışlarla milim kıpırdamadan duruyordu. “Sahibin geldi lan, kalk ayağa!” dedi Ahmet ve kaldırdığı levyeyi robotun kafasına indirdi.

Levye robotun kafasıyla omzunun arasındaki eklemlere sıkıştı. Robot iskemleden doğrularak kalktı. Kendisinden yarım metre daha uzun robotun heybetinden korkan Ahmet, levyenin sapını bırakarak bir kaç adım geri çekildi. Korku dolu gözleri ile robota bakmaya başladı.

Robot sakince levyeyi sıkıştığı yerden sağ eliyle çıkardı. Sonra sol elini tezgahın üzerinde koydu. Bütün gücüyle levyeyi sol kolunun dirseğine vurdu. Cızırtılar ve ezilen metal sesleri arasında bir kaç kez daha aynı yere vurarak kolunu koparttı.

Robot, düşen sol kolunu yerden kaldırarak Ahmet’e uzattı ve “Şimdi ödeşmiş olduk” dedi. Ahmet, girdiği şokun etkisiyle ne yapacağını bilemeden kolu aldı ve tamirhaneden çıkan robotun arkasından bakakaldı.

--

--