Alev Almış Bir Tiyatronun Portresi

Emre Yüksel
4 min readJan 14, 2020

--

Yeni tiyatro sezonu açıldığından bu yana bir “altın çağ” tartışmasıdır sürüp gidiyor. Sosyal medyada birçok sanatçının dahil olup fikir beyan ettiği bu tartışmayı Türkiye tiyatrosunun bugünkü durumunu ve yaşadığımız dönemi ele almak adına önemli bir fırsat olarak görüyorum.

Yakın zamanda altın çağ tartışmasının zeminini hazırlayan yazılardan ilki 2019’un Eylül ayında Sabah gazetesinde yayımlanan “Tiyatroda Para Var[1]” başlıklı Nisan Ceren Göçen söyleşisi olmuştu. Bu söyleşide Göçen, doğru ölçeklendirme ve planlama ile tiyatrodan para kazanmanın mümkün olduğunu dile getiriyordu. Yine aynı yılın Ekim ayında Bahar Çuhadar imzasıyla Hürriyet Kültür Sanat’ta yayımlanan “Sezon açıldı: Sahnenin altın çağı[2]” başlıklı haber ise büyük bir coşkuyla selamlayacaktı okuyucuyu: “Tiyatroya ilgi dört bir koldan artmış durumda” cümlesiyle açılan haber, tiyatronun “gümbür gümbür” bir akışta olduğunu tarif ediyordu. Bu haberde yer alan mini-söyleşilerde dikkat çeken bir ayrıntı vardı. Tiyatroya yöneltilen olağanüstü ilginin ekonomik boyutu yalnızca büyük prodüksiyonlara imza atan yapımcıları ve sahne sahiplerini mutlu etmişti. Küçük ölçekli alternatif tiyatro yürütücülerinin endişesi henüz geçmiş değildi ve ortada bir altın çağın olmadığı açık bir biçimde hissediliyordu.

2019 yılı devam ederken ve sahneler oyunlarını seyirciyle buluşturmayı sürdürürken, tiyatro dünyasında yaşanan gelişmeleri takip eden basılı medya ve internet okuyucuları bu ana temaya sahip iki yazıyla daha karşılaştılar. Aralık 2019’da Based Istanbul’da “Tiyatronun Altın Çağı[3]”başlığıyla yayımlanan ve yapımcıların, yönetmenlerin ve oyuncuların düşüncelerine yer veren söyleşi türündeki yazının girişinde Alper Bahçekapılı tiyatronun bir altın çağdan geçtiğini dile getirmenin abartı sayılamayacağını savunuyordu.

2020’nin ilk haftasını yaşadığımız günlerde ise Hürriyet gazetesinde Bahar Çuhadar tarafından kaleme alınan “Özel tiyatroların müthiş yükselişi… Hevesten zirveye![4]” başlıklı haber, istatistiki bilgileri temel alarak özel tiyatroların son yıllarda gerçekleşen yükselişini okuyucuya aktaracaktı. Bu yazı yazarın Ekim 2019’da yayımladığı yazısında olduğu gibi büyük prodüksiyonların bu yükselişini alternatif tiyatroların 2000’li yılların başından bugüne dek süregelen çabalarıyla açıklıyor, dişleriyle tırnaklarıyla Türkiye’de bir tiyatro kültürü oluşturanların haklarını onlara teslim ediyordu.

Yine aynı yazıda “Tiyatro kazandırıyor mu?” sorusunu soran ve bu soruyu yine kendisi cevaplayan Çuhadar, iki farklı yanıt sunacaktı okuyucuya. “Evet” yanıtını yalnızca büyük prodüksiyonlarda sahne alan oyuncular açısından değerlendiren yazar, “hayır” yanıtını ise alternatif tiyatroların yaşadığı sıkıntıları belirten bir paragrafın içerisinde ele almıştı. Yazının özünü oluşturan ve başlığı atan ana mesele ise özel tiyatroların yükselişiydi. (Bkz. “Bunu da yazdım, onu neden görmüyorsunuz?”) Yazıda 2010’dan sonra başladığı iddia edilen alternatif/bağımsız tiyatro serüveninin başlangıcı çok daha uzun bir geçmişe dayanıyordu ve günümüzde hiçbir şey görüldüğü kadar ışıltılı değildi.

Bugün büyük prodüksiyonların yalnızca büyük salon sahiplerine, yapımcılara ve “çok takipçili” oyunculara iyi para kazandırdığını, perde arkası görevlerde çalışan tiyatro emekçilerinin oldukça komik sayılabilecek günlük yevmiyelere çalıştığını bilmekteyiz. Onlara bir kere olsun sordunuz mu, siz bu altın çağın neresindesiniz diye? Elbette aynı anda hem büyük tiyatro patronlarını hem de alternatif tiyatrolardaki dostlarımızı mutlu etmek mümkün olmayacaktı. Başlığı içeriğinden vahim olan bu yazıya karşı çıkanlara “okuduklarınızı anlamıyorsunuz”, “sadece başlık okuyorsunuz” şeklinde tepki göstermek ise ne yazık ki bu sıkışmışlığın son tezahürü olarak karşımıza çıktı. Fakat kimse kimseyi kandırmasın. Kimse ertesi ay salonun kirasını nasıl öderim, çalışanlarımın maaşlarını nasıl öderim diye gecelerini gündüzlerine katan insanlara matematik öğretmesin. İçi boş, sahte altından bir tepsi sunmasın kimse kimseye. Yalvarırım. Lütfen.

***

Yakın zamanda yayımlanan bu yazılara sosyal medyada tepki gösterenlerin aslında ortak ve haklı bir endişesi vardı. Bu endişenin kaynağı nitelik ve nicelik arasındaki korkunç dengesizlikti. Her sene yeni oyunları seyirciyle buluşturabilmek adına ekonomik savaşlar veren alternatif tiyatro emekçilerinin içlerinde uyanan ilk korku elbette dişleriyle, tırnaklarıyla yarattıkları mirasın seyirciyi para olarak gören niteliksiz işler sebebiyle yok oluşunu izlemek olacaktı. Yazının bu bölümünde kafamı bilgisayardan kaldırıp tavana bakıyorum ve kendi kendime soruyorum: Ben bunları kime anlatıyorum? Sıkıldığımı, yorulduğumu hissediyorum. Hiçbir şeyin değişmeyeceğine dair bir umutsuzluk var içimde. Çünkü tiyatronun altın çağını taşıyan gemi limandan ayrılalı çok oluyor ve içinde 1960’ların coşkun üretimini, 1990’ların başından günümüze kadar verilen özgür, bağımsız ve alternatif tiyatro mücadelesini taşıyor.

***

Artık ısrarla tiyatromuzun altın çağını yaşadığını anlatmaya çalışan haberler yapmaktan vazgeçin. Böyle bir düşünce kafanıza yerleştiğinde ve bu düşünceleri kaleme almaya karar verdiğinizde aklınıza borç harç içinde yüzen tiyatrolar gelsin, o tiyatroların aylarca paralarını alamayan emekçileri gelsin. Ne zaman tiyatro altın çağını yaşıyor diye düşünürseniz telif ücretlerini alamayan yazarlar gelsin aklınıza. Bu ülkede bir oyuncu sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek tutuklandı, aylarca cezaevinde kaldı. Tiyatronun gümbür gümbür aktığını düşündüğünüzde Cenk Dost Verdi gelsin aklınıza. “Bu suça ortak olmayacağız” diyerek Barış Bildirisi’ne imza atan DTCF Tiyatro Bölümü akademisyenleri görevlerinin başında olmadan altın çağımızı yaşayabilir miyiz diye düşünün yalnızca iki dakika. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü bu yıl mezuniyet oyunu sahneleyemeyecek, çünkü sahneleyebilecekleri bir sahneleri yok. Hayallerini coşkularını içine atan öğrenciler gelsin aklınıza. Gezi direnişinin ardından yaşadıkları baskı sebebiyle ülkeyi terk etmek zorunda kalan tiyatrocular var. Mehmet Ali Alabora’yı düşünün, Pınar Öğün’ü, Meltem Arıkan’ı. Sahneleri ellerinden alınmak üzere olan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuarı öğrencileri aylardır mücadele veriyor. Devlet Tiyatroları’nda geçtiğimiz hafta 150 personelin sözleşmeleri fesh edildi. Antalya Şehir Tiyatrosu perde kapattı. Dünya gözüyle bir tiyatronun kapısına polis yığıldığına tanıklık etmedik mi biz geçtiğimiz senelerde? Tiyatro oyunları içerikleri sebebiyle belediyeler tarafından sansüre uğramadı mı? Farklı illerde faaliyet gösteren alternatif tiyatrolar İstanbul’daki meslektaşlarıyla benzer sorunlarla karşı karşıya. Her yıl mezun olan onlarca tiyatro öğrencisi umutsuzluğun pençesinde farklı işlerde çalışmak zorunda kalıyor. Belki unuttuğum onlarca şey vardır. Tüm bunlar Türkiye tiyatrosunun tarihi boyunca karşılaştığı en korkunç dönemini yaşadığının en büyük kanıtıyken, artık insanları ve kendinizi kandırmaktan vazgeçin. Bugün tiyatro varsa, tüm bu çetin rüzgara karşı ayakta kalmaya çalışan inatçı insanlar sayesinde var. Siz bu fırtına şiddetlenirken nerede duruyorsunuz? Ona karar verin. Hâlâ tiyatronun altın çağını yaşadığına mı inanıyorsunuz? Buna cevap verin.

[1] Tiyatroda Para Var, İlker Gezici, Sabah Cumartesi, https://www.sabah.com.tr/cumartesi/2019/09/07/tiyatroda-para-var

[2] Sezon açıldı: Sahnenin altın çağı, Bahar Çuhadar, Hürriyet, http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/hurriyet-cumartesi/sezon-acildi-sahnenin-altin-cagi-41348909

[3] Tiyatronun Altın Çağı, Alper Bahçekapılı, Based Istanbul, https://www.basedistanbul.com/2019/12/tiyatronun-altin-cagi/

[4] Özel tiyatroların müthiş yükselişi… Hevesten zirveye!, Bahar Çuhadar, Hürriyet, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/ozel-tiyatrolarin-muthis-yukselisi-hevesten-zirveye-41414676

--

--