Corbyn’in İşçi Partisi üzerine notlar

Emre Eren Korkmaz
12 min readOct 13, 2018

--

Britanya’da İşçi Partisi lideri Corbyn üzerine tartışmalar devam ediyor. Bu yazıda kısaca son dönemde Corbyn’e yönelik son dönemdeki gelişmeler değerlendirilecek hem de Corbyn’in görüşleri özetlenecek. Britanya’da İşçi Partisinin liderliğine 70’lerden bu yana savaş-karşıtı bir sosyalist olarak bilinen Corbyn’in hangi şartlarda geldiğinin anlaşılması Britanya özelinde yaşanan toplumsal krizin sosyal etkilerini deşifre etmeye yardımcı olacaktır.

Anti-semitizm kampanyası

Corbyn yönetimine yönelik en başından bu yana yapılan en önemli suçlama anti-semitist ve ırkçı oldukları üzerinedir. Bunun sebebinin Filistin davasına verdiği destek olduğu açık. Parti yönetimi seçimleri öncesinde Yahudi örgütlenmeleri sokaklara çıkıp eylemler yapmaya, İşçi Partisinin sağ kanadında yer alan ve genel seçimlerden bu yana sesini çıkarmayan vekiller medyada boy göstermeye başladı.

Uluslararası Holokostu Anma İttifakı (IHRA) yakın dönemde anti-semitizm tanımını değiştirmiş ve 11 madde ile bunu açıklamıştı. Maddelerden biri de güncel İsrail politikalarını Nazilerle karşılaştırmanın da anti-semitizm olduğudur. Corbyn yönetimi de söz konusu maddenin İsrail’in politikalarını meşrulaştırmaya yarayacağını savunarak bu maddeyi onaylamayı reddetmişti. Söz konusu kampanya da bundan sonra hareketlendi.

Corbyn Parti içinde anti-semitizm konusunda bir rapor hazırlaması için ülkenin önde gelen ırkçılık karşıtı aktivistlerinden ve düşünürlerinden olan Shami Chakrabarti’ye görev verdi, raporda parti içinde anti-semitizmin yaygın bir sorun olmadığı ama tekil örneklere karşı net ve hızlı tutum alınması önerildi. Yine Eylül 2017’deki parti konferansında Yahudi Emek Hareketinin teklifi üzerine parti içinde anti-semitizme karşı daha sert bir tutum takınılması kararı alındı.

Mart 2018’de Britanya’daki Yahudi toplum önderleri Corbyn’e açık mektup yazdılar ve kendisinin anti-semitistlerle saf tuttuğunu öne sürdüler. Ardından İşçi Partisi vekili Margeret Hodge Sky TV’ye 17 Temmuz’da yaptığı açıklamada Corbyn’in “lanet olası” bir ırkçı ve anti-semitist olduğunu söyledi ve hakkında soruşturma açılınca da kendisine yapılanın anne-babasının Nazi kamplarında öldürülmesine benzer bir tutum olduğunu, kendisini 30’lu yıllarda Almanya’da yaşayan bir Yahudi gibi hissettiğini öne sürdü. Bunun üzerine üç Yahudi gazetesi ortak bir metinle çıkarak olası bir Corbyn hükümetinin Britanya’daki Yahudiler için yaşamsal bir tehdit olduğunu yazdı.

Ardından the Daily Mail gazetesi Corbyn’in İşçi Partisi lideri seçilmeden bir yıl önce, 2014’de Tunus’ta katıldığı bir toplantıda Filistin Kurtuluş Örgütü üyelerinin mezarlarına çelenk bıraktığı fotoğrafları yayınladı. Mezarlardan bir kısmında 1985 yılında İsrail’in bombalaması sonucunda Tunus’ta ölen FKÖ liderleri varken diğerlerinde de 1972 yılında Münih Olimpiyatlarında 11 İsrailli sporcuyu öldüren FKÖ’lüler bulunuyordu. Bu fotoğraflar Corbyn’in teröre desteği olarak sunuldu ve İsrail Başbakanı Netanyahu twitterdan Corbyn’i suçlayan mesajlar paylaştı. Yine Corbyn’in seçilmeden önce bir etkinliğinde Hamas temsilcisinden “arkadaşımız” olarak bahsetmesi gündeme geldi.

3 Eylül’deki Ulusal Yürütme Komitesi seçimlerini Corbyn’i destekleyen Momentum ekibinin 9 adayının hepsi kazandı. Momentum yaklaşım 70 bin üyenin oyunu alırken Blairci sağ, “ılımlı” kanat ise 40 bin civarında oy aldı. Böylece 15 kişilik yürütme komitesinin 9 yeni üyesi de Corbyn ekibinden seçildi. Ancak yeni yönetimin ilk kararlarından biri reddedilen anti-semitizm tanımının tamamen kabul edilmesi oldu. Bunun üzerine tartışmalar azalsa da 23–26 Eylül arasında gerçekleşen İşçi Partı Ulusal Konferansında delegeler Filistin bayrakları ve nutukları ile desteklerini gösterdiler.

Yeni Parti ve Dış Politika meseleleri

Dış politika alanında ise son dönemde iki temel konuda Corbyn ulusal çıkarlara ters tutum sergilemekle suçlanıyor. İlki Salisbury şehrinde zehirlenen eski Rus ajanı Skripal ve kızıyla ilgili gelişmede Britanya’nın Rusya’yı suçlaması ve müttefikleriyle beraber Rusya’ya yaptırım uygulamaya kalkması üzerine Corbyn eleştirel bir tutum almış ve Rusya’yı suçlamadan önce açık, şeffaf bir araştırma yapılması gerektiğini belirtmişti. Diğer konu ise Suriye’de Duma şehrinde kimyasal saldırı olduğu iddiasıyla ABD, Britanya ve Fransa’nın ortak saldırısına destek vermemesiydi.

Tüm bu gelişmeler içinde İşçi Partisinin artık iktidar olamayacağı, olsa dahi bu politikalarla tehlikeli sonuçlar doğurabileceği gerekçesiyle yeni bir AB yanlısı, merkez, sosyal demokrat parti kurulması çalışmaları da devam ediyor. Bu işin başında da İşçi Partisine yıllardır bağışta bulunan milyoner Simon Franks var. Yakın dönemde partinin sağ kanadından bir vekil de artık yeni bir partiye ihtiyaç olduğunu, yoksa radikal grupların 10 Numara’ya (Başbakanlığa) taşınacağını Facebook grubundan paylaştı.

Bununla beraber bir yandan Liberal Demokrat Parti son seçimlerde İşçi Partisine kaybettiği oylara yeniden talip olurken, 7 Ekim günü Observer gazetesine yazan Başbakan May de İşçi Partisinin ılımlı destekçilerine Corbyn’e değil, kendisine oy vermesi çağrısında bulundu.

Corbyn’in mücadelesi

Jeremy Corbyn Britanya siyasetinde 1970’lerden bu yana “demokratik” sosyalist ve savaş karşıtı düşünceleriyle bilinen bir kişi. Kendisi Filistin mücadelesini 70’lerden bu yana destekleyen; Güney Afrika’daki apartheid karşıtı mücadeleye destek için kampanyalar düzenleyen; Irak, Afganistan ve Suriye başta olmak üzere tüm askeri işgal girişimlerine karşı çıkan ve kitlesel savaş karşıtı eylemlerin organize edilmesinde yer alan; NATO’ya ve Britanya’nın nükleer programı olan Tridente karşı çıkan; AB’ye mesafeli yaklaşsa da açıkça karşı çıkmayan; refah devletini savunan bir hat izliyor.

Corbyn kendisine IRA ve Hamas destekçisi suçlaması olduğunda Hamas’a değil Filistin hakına destek verdiğini, IRA konusunda da her iki tarafın şiddetine karşı çıktığını dile getiriyor. Temsil ettiği seçim bölgesinde İrlanda kökenli işçilerin yoğun yaşaması nedeniyle bilhassa 1980’lerde Corbyn Britanya devletinin IRA ile mücadele adı altında işlediği suçlara, işkencelere, jürisiz mahkemelere, ölüm mangalarına karşı çıkmıştı.

Hamas, IRA destekçiliği veya Çekoslovakya için ajanlık yaptığı iddiaları belki bir kısım yaşı ileri muhafazakar tabanda etkili oluyordur ancak görülen o ki gençler üzerinde medyanın saldırmasının Corbyn’e olan desteği arttıran bir etkisi oluyor.

Medyada Corbyn’in ilk yılında hakkındaki haberlerin % 60’ı olumsuzken olumlu sayılabilecek haberler sadece % 13’tü. Kraliçe önünde eğilmedi mi, ulusal marşı söylemedi mi gibi konuların yanı sıra daha ciddi konular da gündeme geldi. Britanya’nın nükleer programı (Trident) karşıtı söylemler üzerine the Sunday Times gazetesi ismini vermeyen üst düzey bir askeri yetkilinin bu durumda askeri müdahale olabileceğini söylemesi ve sonrasında Genelkurmay Başkanının BBC’de açıkça Corbyn’ın fikirlerinin iktidara gelmesinden kaygılı olduğunu ifade etmesi ve tüm bu söylemlerin eleştiri almadan sunulması, yine olası bir Corbyn iktidarında “devletin” nasıl engel olacağına dair bir planın sızdırılması Britanya için alışılmış konular değil.

Corbyn nasıl seçildi?

Corbyn’in fikirlerinden öte nasıl seçildiği ve koltuğunu nasıl koruduğu ilginç bir konu ve Britanya’daki toplumsal kargaşayı anlamaya yardımcı olmaktadır. Corbyn 80’lerin başından bu yana İşçi Partisi vekili ve her zaman parti yönetimine muhalif kimliği nedeniyle arka sırada oturan bir kişi. Normal şartlarda Corbyn’in İşçi Partisinin başına geçebilmesi mümkün değildi. Ancak Blairci yönetimin İşçi Partisi içinde farklı amaçlarla yaptığı değişiklikler, ekonomik kriz ve Britanya toplumundaki sosyal çalkantılar gibi çok sayıda sebep Corbyn’in önünü açabildi.

İşçi Partisi her zaman düzenin partisiydi ancak işçi örgütlenmeleri tarafından kurulduğu için işçi sendikalarının oy ve karar alma süreçlerine tüzüksel olarak katılma hakları var. Kıta Avrupasındaki sosyal demokrat partilerin aksine İşçi Partisinin hiçbir zaman Marksizmle ilişkisi olmadığı gibi söylemde dahi sosyalizm hedefi olmadı. İlk kurulduğu 19. yüzyılın sonlarından 1. Dünya Savaşına kadar genel olarak siyasi yönetime katılmak, sosyal diyalog, sınıf işbirliği, dini kavramlar üzerinden adalet ve temsiliyet söylemleri ve emperyal gelirlerden paya odaklanan bir yaklaşım sergilendi. 1. Dünya Savaşını şartsız şekilde desteklemiş, emperyal çıkarlar sınıf çıkarının üzerinde tutulmuştur. 1. DS’deki tutumu sistemin içine çekilmesi ve toplumsal tepkiyi pasifize etmesi için gerekli bulunmuştur. Ekim Devriminin etkisi ve tabanın bir kısmının Komünist Partiye geçmesi üzerine sosyalizme yakın söylemler parti programına girse de her zaman anti-komünist bir hatta durulmuştur.

2. Dünya Savaşı sonrasında, bugün Britanya’da çokça bahsi geçen sosyal devlet kurumlarının oluşması (ücretsiz eğitim ve ücretsiz sağlık) İşçi Partisi iktidarında gerçekleştirilen reformların sonucu olsa da bu dönem aynı zamanda işçi sınıfı hareketinin asker ve polis zoruyla bastırıldığı ve sınıfsal ilişkilerin disiplin altına alındığı bir dönem olmuştu. Bu dönem kamulaştırmalar da yapılmıştı, ancak kamulaştırılan şirketler zaten ayakta duramıyordu ve hepsinin parası ödenmiş, bu şirketler de daha verimli alanlara yatırım yapmıştı. Yine bu dönemde Malezya gibi ülkelerdeki sömürgecilik karşıtı hareketlerin şiddetle bastırılması da unutulmamalıdır.

1980’lerde Thatcher’in sol ve emek hareketini ezmesi ve ardından gelen neo-liberal politikalar İşçi Partisinin de buna uygun dönüşümünü sağlamış ve Blair yönetiminde kurulan hükümetlerle 1997’den itibaren Parti içindeki dönüşüm büyük oranda tamamlanmıştır.

Parti yönetiminin uyguladığı neo-liberal politikalar ve Irak işgali gibi suçlar yüz binlerce kişinin protestolarıyla karşılanmıştı. Bu dönemlerde sendika liderleri tabanın baskısını dengelemek ve diğer örgütsel hesaplarla parti yönetimini rahatsız edebiliyorlardı. Bu nedenle parti yönetimi sendikaların ve diğer toplulukların İşçi Partisi yönetimindeki federal, tüzüksel haklarını sınırlamak istedi.

Her üyenin bir oy hakkı olmalı diyerek sendikaların blok oy hakkına son verilmiş, bireysel ve hareketsiz geniş bir üye tabanı ve profesyonel yönetici ekiple partinin yönetilmesi planlanmıştır. Bu sayede sendikaların farklı çıkarlarla veya solun sendikalar üzerinde baskı oluşturup muhalefet yapması da mümkün olmayacaktı. Yine vekillerin belirli bir oranda (%15) onay verdiği kişilerin parti liderliğine aday olması ve üyelerin bu adaylar için oy vermesi kararı alınmıştı. Ancak tam da bu değişiklik Corbyn’in liderliğinin önünü açtı.

O dönemki İşçi Partisi yönetiminin genel yaklaşımı aslında oldukça tanıdık. Buna göre Britanya sağ kökenli, muhafazakar bir toplumdur. O halde iktidar olunmak isteniyorsa sağa doğru gidilmeli, merkezde yer alınmalı ve bu beklentilere göre politika oluşturulmalı. Bu yaklaşım sayesinde zamanla İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti arasındaki fark silikleşmiş, seçimlere olan ilgi azalmış, en çok da İşçi Partisinin klasik tabanında oy vermeye olan ilgisizliğin arttığı anlaşılmıştır.

2015 yılında seçimden yenilgiyle çıkılması parti tabanında ciddi bir tepki oluşturmuştu. Ed Miliband yönetimi Blairci bir hat izlese de kampanya döneminde görece sol jargona yer vermiş ve Blairciler açısından yenilginin esas sebebinin bu sol jargon olduğu kabul edilmişti. Miliband’ın istifa etmesi üzerine Blairci hattan çıkan 3 aday da heyecan yaratmadığı gibi tabandaki tepkiyi arttırmıştı. Bu koşullarda konferansa ilginin artması ve farklı ama kazanamayacak bir adayın olması yararlı görülmüş ve kelimenin gerçek anlamıyla son dakikada vekillerden yeterli imzayı (36 imza) alan Corbyn aday olabilmişti.

Adaylığının ardından Corbyn enerjik bir kampanya başlatmış ve oldukça yoğun ilgi görmüştü. Söz konusu kampanya döneminde binlerce insan İşçi Partisine üye olmuş, özellikle diğer sol hareketlerden insanlar “kayıtlı destekçi” statüsüne gelerek oy kullanma hakkına sahip olmuştu. Sendikalar da hem taban baskısı hem de zayıflayan etkileri nedeniyle Corbyn’e destek vermiş ve bir anda Corbyn’in lider seçilmesi ihtimali ortaya çıkmıştı. Bu dönem seçimlerin iptal edilmesi dahi önerilmişti ama tabanın tepkisi buna engel olmuştu.

Brexit ve Tavuk Darbesi

Corbyn 2015 yılında % 59.5 ile seçildi ama yönetimde halen Blairciler etkilerini sürdürüyordu, mesela yardımcısı Blairciydi. Bu dönem medya da yoğun bir kampanya ile Corbyn aleyhinde çalışma yapıyordu. Tabii medyanın prestijinin giderek azalması bunu Corbyn’in lehine çevirmişti. Corbyn tabanda seviliyordu ama parlamento grubunda yalnızdı. Gölge kabinesi dahi kendisine açıkça karşı çıkıyor ve aralıklı olarak planlı şekilde istifa edip yeni tartışma konuları açıyorlar, Corbyn’e istifa baskısı yapıyorlardı. Corbyn de tabanda başta Momentum gibi sol akımların desteğiyle bu sürece cevap olmaya çalışıyordu.

Bu dönemki bir diğer gelişme Brexit referandumu oldu. Parti yönetimi AB’de kalma yönünde karar aldı ve Blaircilerin yönetiminde bir kampanya ekibi oluşturuldu. Corbyn ise parti lideri olarak AB’ye “eleştirel evet” konumu aldı. Buna göre, AB’ye yönelik eleştiriler doğruydu, ama AB içinde kalınmalı ve AB dönüştürülmeliydi. Yine referandum vesilesiyle göçmen karşıtlığı yapılmamalı, toplumsal sorunlardan göçmenler sorumlu tutulmamalıydı. Corbyn ayrıca Muhafazakar Parti’den başbakan D. Cameron ile ortak kampanya yapmayı da reddetti.

Brexit kararının çıkmasıyla beraber referandum öncesi planlandığı ses kayıtlarıyla ortaya çıkan Corbyn’i yönetimden uzaklaştırma planı devreye sokuldu. Tavuk darbesi denilen bu plana göre referandumdan ne sonuç çıkarsa çıksın Corbyn’e karşı güvensizlik oyu verilecekti. Brexit kararı çıkınca vekiller açıktan Corbyn’i suçlamaya başladı ve kendisini istifaya davet ettiler. Kendisi AB’ye karşıydı ve gönülsüzce hareket etmişti. Sonrasında yapılan anketlerde AB karşıtı oy veren İşçi Partisi tabanının SNP gibi diğer partilerle hemen hemen aynı olduğu, esas çözülmenin Muhafazakar Parti tabanında olduğu görüldü. Medya da % 80 ayrılma lehine çalışmıştı zaten.

Parlamento grubu güvensizlik oyu verince yeniden kongre kararı alındı ancak Corbyn’i hiçbir vekil aday göstermek istemediği için adaylığı tehlikeye girmişti. Yine yoğun taban desteği sonucunda Ulusal Yürütme Komitesi (NEC) mevcut lider olarak otomatik olarak aday olabileceği kararını verdi. Ancak bu kez Ocak 2016’dan itibaren üye olanların oy kullanmasına engel konuldu. Bu da yaklaşık 130 bin kişi ediyordu ve hemen hepsinin Corbyn için oy kullanması bekleniyordu. Tavuk darbesi isminin verilmesine dair en önemli neden Corbyn’e karşı aday olarak ismi geçenlerin kısa süre içinde bundan vazgeçmesiydi. Corbyn bu kez seçimlerde % 61.85 ile yeniden liderliğe seçildi.

Baskın Seçim ve Manifesto

Ancak Corbyn için işler pek iyi gitmiyordu. O dönem iki şehirde yapılan ara yerel seçimlerde İşçi Partisi kötü sonuçlar almıştı, birini kaybetmiş, diğerini zar zor kazanmıştı. Medya ablukası ve parlamento üyelerinin açıktan eleştirmeye devam ediyordu. Sürekli istifa çağrısı yapılıyordu. Anket şirketleri Muhafazakar Parti ile arasındaki farkı en az 20 puan gösteriyordu. Theresa May de İşçi Partisini bu durumda yakalamışken muhalefeti ezmek için baskın seçim kararı aldı.

Parti yönetimindeki Blairciler için çözüm artık seçimde partinin ağır bir yenilgiye uğraması ve ardından Corbyn’in gitmesiydi. Bu sadece bir iddia değil, seçimlerden sonra bunun kayıtları da ortaya çıktı. Bir TV kanalının seçim döneminde çektiği belgeselde Corbyn karşıtı vekiller bir hezimetin olması gerektiğini söylüyorlar ve bunun uzun vadede iyi sonuçlar getireceğini iddia ediyorlardı. Hatta seçim akşamı İşçi Partisinin yüksek oy oranı açıklandığında kıpkırmızı kesildikleri görüntüler de yayınlandı.

Medyaya çıkan vekiller Corbyn çok iyi, namuslu biri ama biz iktidara gelebilmeliyiz, Corbyn ile sadece protesto partisi oluruz, en fazla % 25 oy alırız diyorlar, ayrıca bir de mazlum, kurban rolü oynuyorlardı. Taban baskı yapıyordu, militan örgütler tehdit ediyordu vb.

Corbyn buna karşın etkili bir kampanya yürüttü. Manifestosunda verdiği sözlere göre enerji, su, posta ve demiryolu şirketleri kamulaştırılacak, üniversite harçları kaldırılacak, altyapı yatırımları artacak, asgari ücret yükseltilecek, sosyal konut inşaatları yapılacak, kira gelirlerine sınır belirlenecek, en zengin % 5’den ekstra vergi alınacak, tasarruf önlemlerinden vazgeçilecek ve sağlık sisteminin sorunlarını çözmek için kaynak ayrılacak gibi başlıklar öne çıktı.

Theresa May’in kamuoyu önüne pek çıkmaması, Brexit sürecinde güçlü bir liderlik lazım demekten öteye gitmemesi, kötü bir manifesto yayınlaması ve hatta okullarda öğle yemeklerinin kaldırılması ve yaşlıların bakım masraflarını karşılamak için öldükten sonra evlerinin satılması gibi vaatler de büyük tepki çekti.

Anaakım medya dışlasa da sosyal medyada Corbyn etkiliydi. Hatta bu etki kendi ekibinden çok, örgütlü olmayan geniş gençlik kesimlerinin kendi üretimleriyle devam ediyordu. Konserlerde, etkinliklerde bir futbol marşı Corbyn için bestelenerek söyleniyordu. Tüm bu coşkuya karşın seçimlere bir hafta kala anketlerde % 7 geri görülüyordu.

Seçim günü sandık sonuçlarında Muhafazakar Parti ve İşçi Partisi % 40’ar görünüyordu. Günün sonunda meclis çoğunluğunu kaybetse de Kuzey İrlanda’nın birlik yanlısı partisinin desteğini kazanarak Theresa May iktidarını korudu. İşçi Partisi İskoçya’da yeniden vekiller aldı, Canterbury gibi muhafazakar kalelerde 2. Dünya Savaşından bu yana ilk kez kazandı (Bunda Canterburry’deki Kent Üniversitesi öğrencilerinin kampanyası ve oy vermesi etkili oldu).

Parlamento grubu büyük oranda değişti. Neo-liberalizmin alternatifsiz olduğu, gençlerin siyasetten kopuk olduğu gibi iddialar sorgulanmaya başladı. Sosyal konut inşaatı gibi birçok fikri Muhafazakar Parti de gündemine almak zorunda kaldı.

Corbyn’e kimler destek veriyor?

Corbyn özellikle gençler ve işçi sınıfı içinde yüksek destek alıyor. Oy verenlerin çoğunluğunun yıllık geliri 40 bin pounddan az (% 74). Gençler içinde öğrencilerin yanı sıra yeni mezun ve yıllık geliri 25 bin poundun altında olanlar ağırlığı oluşturuyor. Bu da üniversite mezunu gençlerin sosyal taleplerinin önem kazandığını gösteriyor.

Yapılan araştırmalarda önceki seçimlerde oy vermekten vazgeçenlerin önemli kısmının eski İşçi Partisi taraftarları olduğu bulunuyordu. Muhafazakar Parti iktidara tüm seçmenlerin % 24’ünün desteği ile geliyor, diğer yandan tasarruf önlemlerine karşı eyleme 250 bin kişi katılıyordu. 1997 ile 2010 arasında İşçi Partisi 5 milyon oy kaybetmişti. Bunların üçte biri Liberal Demokratlara gitmişti, kalanı ise oy vermemişti. 2010 seçimlerine katılım % 65’ti ama bölgelere göre katılım % 44 ile 78 arasında değişiyordu. Daha az katılımın olduğu yerler işçi sınıfının yaşadığı, işsizliğin fazla olduğu bölgelerdi.

Seçim sonrasında iki genç kadına sorulan IRA bağlantısı iddialarına rağmen neden Corbyn’e oy verdiniz sorusuna verdikleri cevap “biz yeni bir gelecek istiyoruz” oldu. Yine Avrupa Birliği üyeliğine destek veren gençlere sorulduğunda aslında AB’nin merkezi öneme sahip bir konu olmadığı, esas odaklanılan konunun iyi bir gelecek olduğu anlaşılıyor.

Corbyn’in planı

Corbyn’in ekonomik programı yukarıda bahsi edilen Manifesto’da belirtilenler etrafında şekilleniyor. Aslında bu programın özel bir radikalliği yok, klasik sosyal demokrat bir yaklaşım. Onu radikal kılan neo-liberal tasarruf önlemlerinin hakimiyeti altında farklı alternatiflerin olamayacağına duyulan inanca karşı çıkmasından kaynaklanıyor. Corbyn’in seçim manifestosunda mevcut ekonomi yaklaşımında kapitalizmin sınırlarını aşmaya odaklanmak bir yana kapitalist sistemin yeniden üretimi “girişimci devlet” gibi söylemlerle öneriliyor.

Girişimci devletten anlaşılan devletin altyapı yatırımları ile sermayeye destek sunması. Buna göre özellikle teknoloji şirketlerine önem verilecek. Bu konuda Apple örneği veriliyor. ABD’de devletin fon ve altyapı desteği sayesinde Apple gelişti ve bugünkü konumuna geldi.

Parasal genişleme yaklaşımı ile ticari bankalarla rekabet etmeyen Ulusal Kalkınma Bankası kurulacak. Yaklaşık 500 milyar poundluk kaynak borç ve vergilerle elde edilecek. Bu para banka kamulaştırmalarla altyapının modernleşmesi için çaba harcayacak, şirketlere düşük faizli krediler verecek. Verimli yatırımlarla ekonomi canlanacak ve borçlar ödenecek.

Ayrıca alternatif mülkiyet biçimleri de desteklenecek. Bunlardan ilki ulusallaştırılacak şirketler olacak. Demiryolları, posta hizmeti gibi şirketler devlet mülkiyetine alınacak. İkinci mülkiyet bölgesel-yerel düzeyde olacak, yerel yönetimler kontrol edecek. Örneğin enerji ve su firmaları yerel yönetimlerin kontrolünde olacak. Toplum buradan gelen gelirle nereye yatırım yapacağına karar verecek, yerel kalkınmayı geliştirecek. Son olarak da kooperatifçilik desteklenecek. Halihazırda Britanya’da kooperatifçilik ve sosyal işletmeler oldukça yaygın ve köklü kurumlar, bunlar daha da desteklenecek. Bu yaklaşımın hayat bulmasında Brexit’in avantaj getirdiği de vurgulanıyor. AB dışına çıkıldığı için daha esnek ve kontrollü şekilde süreci yönetmek mümkün olabilecek.

Bu sosyal demokrat politikalar dahi radikalizmle suçlanırken Britanya’nın devlet yapısı da dikkate alındığında hükümete gelinse dahi politikaların uygulanmasına ciddi engeller çıkarılacaktır. İşçi Partisi içinde liderliğini korumakta dahi oldukça zorlanan Corbyn’in salt sosyal hareketlere güvenerek esaslı bir dönüşüm yapması mümkün olmayacaktır. Bununla beraber Corbyn her ne kadar sosyal hareketlerin öneminden bahsedip bu yönde çağrılar yapsa da gelinen aşamada İşçi Partisine üye olan genç sayısındaki artış dışında özel bir gelişimden veya bir toplumsal hareketten bahsetmek de mümkün değil. Öte yandan, diğer emperyalist merkezlere göre daha dengesiz bir konumda olan Britanya’da toplumsal ve sınıfsal mücadelenin yaratacağı olasılıkları da küçümsememek gerekir.

Burada sorun sistemin, sermayenin Corbyn’i güvenilir bir kişi olarak görmemesi, Corbyn’le (henüz) uzlaşılamaması. Bu konuda kamuoyu baskısı, ayrı bir parti gibi müdahalelerin dışında Blairci ekibin daha sol söylemli, Corbyn’in bahsi edilen vaatlerinin bir kısmını da alıp yeni bir adayla ortaya çıkması ve sürece el koymaya çalışması da mümkün. Örneğin “genç, karizmatik, yakışıklı, mülteci dostu” David Miliband bu role hazırlanıyor. Corbyn’in kısa sürede taban desteğine dayanarak attığı adımlar başarılı olsa da bunun geleceğe nasıl evrileceği de önemli bir konu.

Blairci İşçi Partisinin çıkmaza girmesi ve ekonomik kriz, Brexit referandumu ve erken genel seçimle Corbyn ve ekibi zorlu bir süreci aşabildi. Erken seçim olmasaydı Corbyn halen liderliğini kanıtlamış olmayacak ve eski parlamento ekibiyle düşmanca bir ortamda yalnız kalmış olacaktı. Ancak artık anketlerde de genel olarak önde görülüyor. (Ağustos 2018 anketinde İşçi Partisi % 40, Muhafazakar Parti % 37 görülüyor) Brexit sürecinin ardından genel seçimlerde hükümete gelmesi de ciddi bir olasılık. Tüm bu çalkantılı süreç olmasa hareketi geliştirmesi mümkün olmayan Corbyn birkaç yıl içinde başbakan olma ihtimaliyle karşı karşıya.

Bu süreci Britanya’daki toplumsal krizin ve hareketliliğin bir sonucu olarak okumak mümkün. Yıllara dayanan kriz ve tasarruf politikalarından bunalan ve değişim istediğini her şekilde belli eden toplum da kendi cevabını veriyor. Anketlerde 1989’dan bu yana ilk kez sosyalizmin kapitalizme karşı daha iyi bir alternatif olabileceğini belirtenlerin sayısının artması da bu açıdan ilgi çekici. (Eylül 2017’de YouGov’un yaptığı ankete göre seçmenin çoğunluğu daha sosyalist bir hat izlenmesine ve kamu mülkiyetine sıcak bakıyor. Destek oranı suyun kamulaştırılmasında % 83, demiryollarında % 76 seviyesinde. Şubat 2016’daki YouGov anketine göreyse Britanya’da sosyalizm kapitalizme göre daha popüler. % 36’lık destek içinde gençlerin desteği son 2 yılda % 17 arttı.) Ancak halen sol güçler, Corbyn’i destekleyen Momentum da dahil olmak üzere oldukça zayıflar.

Not: Bu yazıda ilgili konularda Guardian, Independent, Observer, Conversation ve Canary gibi medya organlarının yanı sıra Richard Seymour tarafından yazılan “Corbyn: The Strange Rebirth of Radical Politics” adlı kitaptan yararlanılmıştır.

--

--

Emre Eren Korkmaz

I am a Lecturer in Migration at University of Oxford’s Dept. of Int. Development and a Research Associate at Centre for Technology and Global Affairs in Oxford