İşittiğim Alparslan Türkeş

Erkan Özben
8 min readApr 3, 2020

--

Alparslan Türkeş…

Alparslan Türkeş’in adını ilk duyduğumda liseye giden bir çocuktum. Her 4 Nisan’da mezarına ocak ile beraber gider, “Başbuğ Türkeş” diye slogan atar, dağılırdık. Ocakta onun hakkında konuşur, ona olan aşkımızı pekiştirirdik. Aşk diyorum ya gerçek bir aşk, romanlardaki gibi filmlerdeki gibi bir aşk…

Alparslan Türkeş, gerçek adı Ali Arslan olan, 25 Kasım 1917’de Kıbrıs’ın Lefkoşa ilinde doğmuş olan biri… Öğretmeninin “Evladım, bundan sonra senin adın Alparslan olsun, sende ‘Alparslan’ gibi ol.” demesiyle adı Alparslan olarak kalmış, 1934’teki soyadı kanunu ile beraber de “Türkeş” soyadını almış biri… Aynı Atatürk gibi… O da Kemal ismini öğretmeninden almıştı, o da Anadolu topraklarında doğmamıştı. Biri Türkiye Cumhuriyeti’ni kurup büyük Türk Milleti’ne bağışlamış, diğeri ise 1980 öncesi ülkemizdeki Sovyet işgalini evlatları ile önlemiş, Türk Milleti’ni büyük bir felaketten korumuş, vatanı “Allahsızların” eline bıraktırmamıştı. Binlerce evladı bu vatan için şehit olmuştu. O evlatları “Bedr’in arslanları kadar şanlı idi.”

Bana göre Türkeş, Atatürk’ten sonra Cumhuriyet tarihindeki en büyük liderdir. Demirel öldü Demirelci yok, Özal öldü Özalcı yok, Ecevit öldü Ecevitçi yok. Türkeş vefat etti ama hâlâ kendine Türkeşçi diyen milyonlar var. Türkeş’in; mücadele azmi, inancı, cesareti, kurmaylığı, zekâsı diğer hiçbir liderde yoktu. Yazımın devamında dediklerimde ne kadar haklı olduğumu anlayacaksınız.

Ocak hayatımız devam ederken Allah’ın lütfu ile onun evlatları ile tanışmaya başladık, onun elini sıkanların ellini sıkabildik, onun hatırasını, yaşantısını, mücadele azmini ve birçok özelliğini onun evlatlarından dinleme şansı bulduk. Dinledikçe hayran olduk, sevgimiz kat ve kat arttı. Türkeş’e olan aşkımız içimizde kor gibi yandı, tanışamamanın verdiği üzüntüsü ise bizi derinden etkiledi. Türkeş gibi bir liderin yüz yılda bir çıkacağını bilmenin üzüntüsünü ise kelimelerle maalesef anlatamayacağım.

Türkeş, 80 yıl yaşadı. 80 yıl, bir insan hayatı için uzun gibi dursa da bir milletin ömrü içinse çok azdır. 80 yıllık ömrüne bütün Türk Dünyası’nı sığdırdı, milletinin kaderini kaderi bildi, hep mücadele etti. Bu uğurda işkence gördü, hapiste yattı ama pes etmedi. Doğru bildiği yolda karşısına kim çıktıysa umursamadı, yarı yolda bırakanlar, ihanet edenler oldu yine de yılmadı. Türkeş iyi bir teşkilatçıydı, vefatının üzerinden 23 yıl geçmesine rağmen insanlar onun sayesinde tanışıyor ve onun inandığı ülkü için mücadele ediyor. Bunu zaten Türkeş’ten başka kimse başaramazdı.

Başbuğ ile ilgili yüzlerce hikâye dinledik, bazı hikayelerde duygulandık, bazı hikayelerde gülümsedik, bazılarında gururlandık. Türk Milleti’ni başsız bıraktığını çok iyi anladık. Türkeş’i tanıyamamak ise senden sonraki nesillere en büyük ceza oldu. Bu nesil durmadan, usanmadan, yılmadan senin fikirlerini öğreniyor sana lâyık olmaya çalışıyor Başbuğ’um. Ben bu yazımda sizlerle Alparslan Türkeş’i anlatan bazı dinlediğim hatıralardan bahsedeceğim.

Birincisi:

Azmi Karamahmutoğlu’ndan dinlediğimdir:

“-Bir gün Alparslan Türkeş’in kızı Prof. Dr. Umay Günay Türkeş, Başbuğ’a sormuş:

“Baba, senin Türk gençliğinden istediğin nedir? Bu gençlerle ne yapmak istiyorsun?”

Başbuğ ise şunu söylemiş: “Ben gençlerle Türk Entelijansiya’sını oluşturmak istiyorum, onlara da bu yönde seminerler veriyorum.”

Alparslan Türkeş, çoğunluğu kasabalı, köylü ailelerin çocuğu olan, o ailelerin şehirlere üniversite eğitimi almaya gelmiş, çocuklarına seminerler verir, bu taşralı ailelerin çocuklarından “Türk Entelektüel” kesimini oluşturmaya çalışırdı. Harbiyeli olması ve uzun yıllar devlet görevi yapması hasebiyle, saygınlığını yükseltmiş birisiydi. Seçkinliğin ve seçkin olmanın ne olduğunu bilirdi. Türk gençlerinin standartlarını her zaman yükseltmek içinde büyük mücadeleler verdi.”

İkincisi:

Yine Azmi Karamahmutoğlu’ndan dinlediğim bir hatıradır:

“Ben bu kadar şehit verilmişken, bu kadar acı yaşanmışken Başbuğ nasıl hayatta kalabiliyor, nasıl yıkılmıyor diye kendi kendime sorarken özel eğitim grubunda sanki bu sorumu bilirmişçesine bu iki anekdotu anlattı:

1-Sultan Avcı Mehmed (IV. Mehmed) devlet işleri ile pek ilgilenmez sürekli avla meşgul olurmuş. Rus ordusu Kırım’dan itibaren Kuzey Karadeniz’den kaleleri düşüre düşüre Balkanlara doğru geliyormuş. Ruslar en son Balkanlar’da bir şehirde fazla kıyım yapmışlar, fazla can almışlar. Avcı Mehmed bu duruma o kadar üzülmüş ki kahrından hastalanmış ve ölmüş. Ben Başbuğ, “İşte devlet adamı budur, böyle olmalıdır, vatandaşın derdiyle dertlenen, acısıyla acılanan bir insan olmalıdır.” diyecek diye beklerken tam tersini yaptı. Birden sesini yükseltti “Çok üzülmüş de ölmüş, geber! Marifet mi? Marifet mi sanki… Sen devlet adamısın onların canı, malı, ırzı sana emanettir. Neden işini yapmadın? Neden tedbirini almadın?” dedi.

2-Fransızlar, Güney Avrupa üzerinden büyük kuvvet toplayarak Cezayir’e çıkarma yapıyorlar. Oruç Reis’in kuvveti yetmiyor, vuruşa vuruşa ülkenin içlerine doğru çekiliyor. Bir nehir var, nehirden karşı tarafa geçerlerse ordu derlenip toparlanmak için zaman kazanacak. Oruç Reis ordusu ile birlikte karşı tarafa geçiyor. Askerin bir kısmı, özellikle yaralılar, zayıf düşmüş olanlar nehrin diğer yanında kalıyor, düşman ordusu da arka taraftan geliyor ve yakalıyor. Fransızlar, nehri geçemeyecek ama orada kalanları öldürecekler. Nehrin o yakasında kalmış olanlar sesleniyorlar, “Bizi bırakma” diye ağlıyor ve yalvarıyorlar. Komutan vicdana geliyor, askerleri almak için sandalla geri nehrin diğer yakasına dönüyor fakat o sırada düşman ordusu yetişiyor ve Fransızlar, Oruç Reis dahil oradakileri şehit ediyor. Başbuğ, tekrar “Olmaz! Hata! Bu vicdan değildir.Sen şimdi ordunu başsız bıraktın, bütün ordu darmadağın oldu, tüm ordu sahipsiz kaldı ve tüm ülkeyi kaybettin.” dedi. İşte o zaman ardına bakmamak değil ama acıyı yüreğime gömüp önüme bakıp devam etmem gerektiğini anladım.”

Alparslan Türkeş, tam anlamıyla bir devlet adamı idi. Acısını içine gömer, vatanı ve milleti dışında hiçbir şey düşünmezdi.

Üçüncüsü:

Mehmet Nuri Yılmaz’dan dinlediğimdir:

“Benim yeni Diyanet İşleri Başkanı olduğum zaman Türk Devletleri özgürlüklerine kavuşuyordu. Kendisinin ve Demirel’in olduğu bir heyetle birlikte yaklaşık 15 gün birlikte vakit geçirdik. Türk Cumhuriyetlerini ziyaretlerde bulunduk, otellerde birlikte konakladık. Akşamları sohbet ederdik, o memleketlerde yüzü çok güleçti, keyfi yerindeydi. “Mehmet Bey, ben soydaşlarımızın özgür olmasını istediğimi söylediğimde bana Turancı, hayalperest dediler. Şimdi dediklerim çıktı, çok mutluyum.” demişti. 15 yaşındaki bir genç çocuk gibi havalara uçuyordu. En büyük itibarı da Azerbaycan’da gördü kendisi, uçaktan indiğimizde her yer onun resimleri asılı idi. Demirel’in resmi yok, Türkeş Bey’in resmi vardı. Türkeş Bey orada Elçibey’e çok ciddi destekte bulundu. Demirel de Elçibey’i destekliyordu ama Türkeş Bey mitingler düzenliyordu. Havalimanına bir geldik,baktık ki Türkeş Bey yok, biraz bekledik sonra baktık ki Azerbaycanlılar onu omuzlarında getiriyor. Türk Dünyası için çok önemli bir insandı kendisi…”

Alparslan Türkeş, ömrü boyunca “Türk Birliği” için uğraşmıştı oralarda hep saygınlık gördü. Sovyetler yıkılınca Türkler özgürlüklerine kavuşmuşlar, devletlerini kurmuşlardı. Bunda Türkeş’in payı yüksekti, Sovyetler’in yıkılması için evlatları ile birlikte büyük mücadeleler vermişti.

Şehit Kâşif Kozinoğlu: “Bana; Afganistan, Azerbaycan, Kazakistan dağlarında yaşayan çobanlar Alparslan Türkeş’i soruyorlar. Ben ona nasıl “Başbuğ” demeyeyim?” demişti. Türkeş oralarda her kesim tarafından saygı duyulan bir isimdi.

Rahmetli Ozan Arif ise şiirinde şu dizelerle bahsetmişti ondan:

O, Türk Birliği’nin düşüp peşine,

O aşkla girmişti seksen yaşına,

Bana göre Türkeş başlı başına,

Kızıl Elma yani “Turan” adamdı.

Dördüncüsü:

Akkan Suver’den dinlediğimdir:

“1997 yılında Kadri Keskin Başbakanlık Müsteşarı oluyor. Yaşayan Başbakan Müsteşarlarını bir yemekte bir araya topluyor. En yaşlı Müsteşar da Alparslan Türkeş…

Kadri Keskin yemekte, Başbakanlık Müsteşarlığı’nda birtakım eşyaları da teslim aldığını anlatıyor ve “Efendim, teslim aldığım emanetler arasında gümüş leğenler, kıymetli halılar, değerli hediyeler var, bunların bize nasıl intikal ettiğini bilemiyorum. Maliye Bakanlığı’nda intikallerin kaydı var mı araştırıyorum.” diyor. Türkeş bunun üzerine 27 Mayıs ihtilalinden sonra Başbakanlıkta dört büyük kasa bulduklarını bunlardan ikisinin merhum Adnan Menderes’e birisinin merhum Fatin Rüştü Zorlu’ya diğerinin de zamanın Başbakanlık Müsteşarı merhum Ahmet Salih Korur’a ait olduklarını tespit ettiklerini söylüyor. Daha sonrasında ise Türkeş, on sivil hâkim ve altı askeri hâkimi Başbakanlığa davet ettiğini, bunların huzurunda kasaları açtırdığını ve açılan bu kasalara ait zabıtların bir suretinin kendisinde olduğunu belirtiyor.

Bu kasaların içinden çıkan eşyaların bir değerlendirmesini de yapıyor Türkeş. Gümüş leğenler, pırlatanlarla süslü sigara tabakaları, özel dokutulmuş Hereke halıları, kıymetli taşlarla bezenmiş sigara, puro kutuları, güzel keselere yerleştirilmiş altın liralar, nadire hediyeler de bulduklarını da ilave ediyor.

Türkeş: “O zaman öğrendim ki, Başbakan Adnan Menderes ülkemizi ziyaret eden yabancı devlet adamlarına, misafirlere, durumlarına göre hediyeler takdim edermiş. Ayrıca yabancı misafirlerin verdiği kıymetli hediyeler de bu kasalara bırakılıyormuş. Takdim edilmek üzere hazırlanmış bu hediyelerden ve emanet olarak bırakılanlardan geride kalanları bir zabıtla orada bıraktırdım. Para gibi altın gibi nakitleri de Maliye Bakanlığı’na gönderttim. Daha sonra görevi bırakırken, bu hediyeleri benden sonra gelene bıraktım.” diyor. Kadri Keskin bunun üzerine hemen söze giriyor ve “İşte devlete bağlı olmak budur. Bakın otuz altı sene sonra bırakılanlar hâlâ yerinde duruyor.” diyor.”

Kadri Keskin Bey’in de dediği gibi, Alparslan Türkeş devletine bağlıydı. Devletini bütün menfaatlerinin üstünde tutmuş abide bir şahsiyetti.

Beşincisi:

Yine Akkan Suver’den dinlediğim bir hatıradır:

“İşkenceye rağmen, nezaketsizliğe rağmen Türkeş, Mamak Mahkemeleri’nde uğradığı haksızlığı şuurla ve mantıkla başından defetmiştir.

Türkeş hapiste kaybolup giden beş yılını daha sonraları: “Bugüne kadar yaptığımız tahsili az gördüklerinden olsa gerek, beş yılda Yusufiye’de tahsil etmemi uygun gördüler.” diye değerlendirirdi.

Başına gelenlere her zaman gülüp geçmiştir. Yüklendiği misyondan taviz vermeden, yolunda devam etmiştir. Mamak Mahkemeleri’nde ortaya koyduğu kararlı ve inançlı tavrı, uzun yıllar mazlumlara örnek olacak bir savunma galerisidir. Bu arada eklemek istiyorum, kafası kızdığında “Bu da geçer yahu” derdi.”

Altıncısı:

Namık Kemal Zeybek’ten dinlediğim bir hatıradır:

“Sene 1989, Kültür Bakanı’yım. Bakanlığın camından dışarıyı izliyorum, izlerken bir anda Alparslan Türkeş’i gördüm. Yanında bulunan grup ile bir binaya girdi. Merak ettim, bu binada kimi var acaba? Yıllarca yanında yol yürüdüm, bu binada bir tanıdığı olsa kesin bilirdim? diye düşünmeye başladım. Özel kalemimi çağırdım. Alparslan Türkeş karşıdaki binaya girdi, git bak, bakalım. Kime gelmiş? Niye gelmiş? diyerek” gönderdim.

Biraz sonra geldi: “Efendim, Alparslan Türkeş, 8 katlı -asansörsüz- bir binanın en üst katında oturan liseli gençlere ders vermeye gelmiş.” dedi. Bunu duyunca duygulandım ve onlara şunu söyledim: “İşte, Alparslan Türkeş budur. Herkes Alparslan Türkeş’i bitirmek isterken o dizlerinde rahatsızlık olmasına rağmen, 72 yaşında olmasına rağmen bunlara aldırmadan gelmiş, liseli gençlere dersler vermiş. Alparslan Türkeş’i bitiremezler, gençleri en baştan eğitir, devlet kadrolarına yerleştirir. O, azimlidir, kararlıdır, iyi bir mücadele adamıdır.” dedim.

Alparslan Türkeş, 80 yıllık yaşamında bir kez olsun duraksamamış, hiç sapmadan hedefine yürümüş bir insandır.

Yedincisi:

Veysel Aydoğan’dan dinlediğimdir:

“MSP ve AP gibi partiler, MHP’ye oy vermeyin, oylar bölünmesin CHP iktidara gelmesin diyerek propaganda yapıyorlar. Necdet Sevinç de bunun üzerine ağır bir yazı yazdı. Bakanlar Kurulu’nda MSP’li bir bakan yazının olduğu gazeteyi buruşturup Başbuğ’a fırlattı. Başbuğ bunun üzerine sinirlendi. -sinirlenince çenesini oynatırdı.- Bakan’ın yanına gidip tokadı vurup ağır adımlarla dışarı çıktı. -biz o ara dışarıdaydık, yaşananları izliyorduk.- Başbuğ, gerekli cevabı her zaman verirdi.”

Alparslan Türkeş, evlatlarına hiçbir zaman laf söyletmemiştir. Onları hep canından bir parça olarak bilmiştir.

Daha birçok hatıra eklenebilir. Her özelliği bir hatırada anlatılabilir. Uzun bir yazı olmaması için sadece sizlerle 7 tane hatıra paylaşıyorum. Biraz da anekdot ekleyip yazımı bitireceğim.

*Alparslan Türkeş’in boğaz deliği küçüktü ve suyu dahi çiğneyerek yutardı. Yavaş ve çok yemek yerdi. Haplarını eliyle boğazına doğru ittirerek yutardı.

*Alparslan Türkeş, 42–43 numara ayakkabı giyerdi.

*Alparslan Türkeş, hızlı araba kullanırdı, hızı çok severdi.

*Alparslan Türkeş, Fenerbahçeli idi.

*Alparslan Türkeş’in hafızası çok kuvvetliydi, yıllar önce gördüğü yüzü unutmaz, yaşadıklarını birebir hatırlardı.

*Alparslan Türkeş, yaz-kış farketmeksizin soğuk su ile duş alır, her sabah sarımsak yutar, üstüne karanfil çiğnerdi.

*Alparslan Türkeş’in; TÜBİTAK’ın, Devlet Planlama Teşkilatı’nın, Türkiye İstatistik Kurumu’nun kurulmasında büyük payı vardır. Alparslan Türkeş bilime çok önem verirdi.

*Başbuğ dakik adamdı, verdiği seminerlere bir dakika geç kalanı içeri almazdı, zaman mefhumuna çok önem verirdi.

*Alparslan Türkeş Atatürkçülüğü böyle tanımlardı: Atatürkçülük; İnsanlığa sevgi, Türklüğe sevda, İlme dayalı imandır.

* Alparslan Türkeş, üniversite düzeyi gençlere üç kitabı muhakkak okumalarını emrederdi:

Başımıza Gelenler, Zağra Müftüsünün Anıları ve Kesin İnançlılar

Alparslan Türkeş, devrinin en delikanlısıydı. Kınından çıkmış hançerdi, ihanete saplandı. Karla kaplı bir 4 Nisan günü Rabbine kavuştu. O gün gökyüzü, Başbuğ’a ağlıyordu, milyonlarca kişi karla abdest alıyordu.

Türk Milliyetçiliği kıyamete kadar yaşayacak ve bu bayrağın altında Başbuğ Türkeş bir yıldız gibi parlayacaktır. Ruhu şad, mekânı cennet olsun.

“Nisan’da karla abdest almak,

Kaç kere nasip olur ki her kula.

Peygamber gönlüdür gül fatiha,

Son Başbuğ’un ruhuna el-fatiha…”

“Bir oğlun, bir kızın, bir Ata’nın Başbuğ’u,

Zindanlarda bir ömür hür yatanın Başbuğ’u,

Kosova’dan Maçin’e bir vatanın Başbuğ’u,

O siyah uykuları yırtıp bölemez misin?

Bir sabah gün doğarken çıkıp gelemez misin?”

--

--