Bazen kalkınma için nice nesillerin fedakarlığı gerekir — Amerika örneği

Ersin Nakışçı
4 min readApr 21, 2019

--

Günümüzde çok fazla şeyi karşılaştırıyoruz. Cep telefonunda, Samsung mu Apple mı yoksa sol kulvardan hızlı bir atak yapan Huawei mi daha iyi veya şu start-up yatırım almış ancak aynı sektördeki bu proje fail olmuş gibi, birçok kombinasyonda birçok şeyi karşılaştırıyoruz. Sıklıkla yaptığımız bir diğer karşılaştırmada, ülkelerin gelişmişlik düzeyi arasında yapılan karşılaştırmadır. “1990 lara kadar Türkiye ve Güney Kore aynı gayrı safi milli hasılaya(GSMH) sahipti ancak ‘adamlar’ şimdi dünya devi oldu” cümlesi sıklıkla duyduğunuz bir örnektir. Ülkemizi, Amerika ile Almanya ile de kıyaslamaya bayılıyoruz. Bazen işin içine PISA testlerinin sonuçlarını da koyup, diğer ülkelerle aramızdaki eğitim seviyesi farkını eleştiriyoruz bazen de akademik düzeyde dünya çapında kabul görmüş dergilerde yayınlanan bilimsel yazılar arasındaki uçurum gibi farklılıklardan dem vuruyoruz.

Bu tarz karşılaştırmaların bir çoğunun arka planında söylenmek istenen şey, ‘adamlar yapmış, biz yapamıyoruz’ ve ‘bizden birşey olmaz, azizim’ bağlamındaki bilinçaltı düşüncelerdir. Bu söylemlerin elbette haklı olan yanları var ancak gerçekten derinlemesine düşünüyor muyuz? Bu ülkelerin hangi sıkıntıları çekerek bugün varmış oldukları noktaya geldiklerini biliyor muyuz? Biz bu sıkıntılar çekmeye hazır mıyız? sorularının cevabını vermeden bazı şeyleri konuşmak havada kalıyor. Ne demek istiyorum gelin biraz daha açalım:

Amerika, keşfedilmesinden tutun sonrasında İngilizler, Fransızlar, İspanyollar, Hollandalılar gibi Avrupa’nın güçlü devletleri tarafından kolonileştirilmesine kadar birbirinden ilginç hikayelerle dolu bir ülkedir. Mesela, Amerikan filmlerinde gördüğünüz hani bütün ailenin bir araya toplandığı, hindi yenilen, kutlamaların yapıldığı Şükran Günü dedikleri olay var ya, İngilizcesi ‘Thanksgiving’ olan bu şükran gününü neden kutluyorlar biliyor musunuz; hayatta kalmayı başarmalarından. Amerika’ya ilk yerleşen koloni, yaklaşık 60 kişilik bir insan topluluğu. İngiltere kökenliler. Bir insan neden doğduğu büyüdüğü ülkesini bırakır o yıllarda hiç bilmediği bir coğrafyaya dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkar? Ya istediği gibi yaşayamıyordur, yani dinini, inançlarını, hayat tarzını istediği gibi yerine getiremiyordur, ya ekonomik olarak toplumun en alt kesimlerinde yer aldığı için artık bu ülkede bir şey sahibi olamayacağını anlamıştır ve sıfırdan bir hayat kurup bir şeyler sahibi olmak istiyordur, ya da fazlasıyla maceraperesttir. Bu insanlarda hepsi var. Şimdi hikaye şöyle başlıyor, bu insanlar hiç bilmedikleri bir ülkeye gelip yerleşiyorlar ancak toprağı tanımıyorlar, ne ekip biçeceklerini bilmiyorlar, ve yanlarında belirli bir miktarda erzakları var. Uzun süren çabalar sonunda topraktan bir türlü istedikleri verimi alamıyorlar. Üstüne ağır ve çetin kış şartları vuruyor, erzaklar tükenmek üzere, bir çok kişi hastalıktan ve açlıktan ölüyor. Bir zaman sonra, Amerika’nın yerlileri bunlara acımış olacak ki toprağı nasıl biçeceklerini ve nasıl verim alacaklarını bu yeni gelen acemilere öğretiyorlar.

Thanksgiving temsili

İşin sırrı ise toprağı gübrelemek için balık kullanmak. Bu tekniği öğrenen bu ilk grup insanlar en sonunda topraktan verim almayı başarıyor ve Kasım ayında ilk mahsüllerini alıyorlar. Bu ilk mahsülün sonunda, kendilerine yardım eden kızılderilileri bir ziyafete davet ederek, yakaladıkları hindiyi pişirip ikram ediyorlar. O zamandan bu zamana kutlanan şükran gününün asıl dayanak noktası yola 102 kişi çıkmış ancak gerek yolculuk sırasında, gerek Amerika’ya yerleştikten sonra çetin yaşam şartlarının sonunda geriye kalmayı başarmış 20–30 kişilik bir grubun hayatta kalma şükranıdır.

Amerikaya ilk ayak basan göçmenlerin, bugün refah içerisinde yaşayan torunları gibi dubleks evleri yoktu. O zamanın arabası kabul edilen atları bile yoktu. Ölümle burun buruna yaşamayı başarmış ve sonradan bunların hayatta kalmasından alınan cesaretle diğer kitleler bu yeni kıtaya göç etmeye başlamışlardı. Bu süre zarfında önceden gelip bu yeni ülkeye yerleşenler, sonradan gelen aç ve hırslı göçmenlerden, evlerini, mallarını ve tarlalarını korumak için silahlanmak ve yer yer çatışmalara girmek zorunda kalmıştı. Bu topraklarda, birbirlerine silah çekip savaşmadan hiç bir şey sahibi olamıyorlardı. Bu yüzdendir ki, Amerikan Anayasasının ikinci maddesi, herkesin kendini korumak için silah sahibi olma hakkı olduğunu söyler. Bu madde bugün her ne kadar modern bir ülkeye yakışmasa da ülkenin ne kadar zorluklarla kurulduğunun en basit göstergesidir.

Yıllar boyu nice nesillerin çektiği sıkıntı, büyük mücadeleler, hayatta kalma azmi sonrasında bugün gördüğümüz Amerika kurulmuştur. Avrupa’da kraliyet altındaki yönetimlerden, Lordlardan, soylu ve şovalyelerden, Katolik kilisesi ve papanın baskılarından bıkıp usandıkları için kaçıp Amerikaya gelen kitleler, başlarında kesinlikle bir kral istememişler ve dolayısıyla Amerika başkanın görev süresini maksimum iki dönem olarak tanımlayıp anayasalarına sokmuşlardır. Yine özgürce düşündüklerini söyleyemedikleri için ülkelerinden kopup gelen kitleler, özgür düşünce özgür konuşma haklarının anayasa içinde koruma altına almış, ülkenin daha sonraki ekonomik, kültürel ve akademik düzeydeki başarıları bu özgür düşünce ortamının fazlasıyla korunması ve yaşatılması sayesinde olmuştur. Bu kazanımların hiçbiri kolay olmamış, defalarca mücadeleler gerektirmiştir. Önce başlarından İngiliz krallığını kovmak için özgürlük mücadelesi verip bağımsızlıklarını kazanmışlar ve yeniden bir ülke inşa etmeye koyulmuşlardır. Fikir ayrılıkları, mücadeleler, çekişmeler hiç bitmemiş hatta bu uğurda Kuzey ve Güney arasında savaş bile yaşanmıştır. Bu zorlukların aşılması sonucunda, biz bugün bulunduğumuz noktadan bakıp ‘Ya Amerika ne kadar gelişmiş bir ülke, dolar ne kadar değerli bir para, adamların üniversiteleri ne kadar verimli ne kadar üretken’ diyebiliyoruz. Tabi ki Amerikan film sektörü Hollywood’un bu imaj çalışmasına katkısı yadsınamaz ancak ekonomi denilen şey rakamlarla ölçülür ve rakamlar imaj çalışmasıyla makyajlanamaz. Ülkelerde bir şeylerin değişmesi maalesef kolay olmuyor, yüzyıllar geçmesi gerekebiliyor, bir kaç jenerasyonun neredeyse köle şartlarında çalışması, çok düşük refah koşullarına katlanması ve sesini çıkarmaması gerekiyor. Ancak bu takdirde üretilen değer gelecek nesillere refah olarak aktarılıp, ülkenin dünya rekabetinde ön plana geçmesi sağlanabiliyor. Aynı durum Güney Kore , Almanya gibi ülkelerde de yaşanmış olduğunu başka bir yazıda yine size göstermek istiyorum. Umarım bakış açınıza ufakta olsa yeni değer katan bir yazı olmuştur.

--

--

Ersin Nakışçı

Yazmaya başlayınca ne düşündüğümü öğreniyorum!