Sivil toplumun dilindeki üstenci kelimeleri değiştirmemizin zamanı gelmedi mi?

“250 yararlanıcıya ulaştığımız kadınların güçlendirilmesi kapasite geliştirme eğitimleri için önce sahaya indik.” Bu cümlede sizi rahatsız eden bir şeyler var mı?

Gizem Kendik Önduygu
5 min readJul 28, 2021

Eşitlik, katılımcılık gibi prensipleri temel alarak işe başlayan sivil toplum aktörlerinin kullandıkları dil birçok zaman bu amaçlara ihanet eden, patronluk taslayan ve karşısındakini pasif gören kelimeler içerebiliyor. Muhtemelen kökleri koloni zihniyetine dayanan bu sözcükler ve kalıplar sivil toplumu kendini beğenmiş, kendini bir kahraman karşısındakini ise zavallı bir alıcı olarak gören bir söyleme mahkum ediyor. Bu konuda bir tartışma ve iyileştirme sürecine ilham verebilmek adına, bahsettiğim problemi üreten ve çoğaltan bazı örnekleri derleyeyim dedim.

‘Kapasite Geliştirme’

1990’ların ortalarından beri neredeyse tüm kalkınma aktörleri kapasite geliştirmeyi (capacity building) kilit bir unsur olarak programlarına dahil etti. Bugün hala kapasite geliştirme yaklaşımını kalkınma dünyasının her alanında görmek mümkün; açılan fon başvurularında, yayınlanan rehberlerde, düzenlenen atölye çalışmalarında.

Dünya Sağlık Örgütü kapasite geliştirmeyi kurumsal ve insani kaynakların geliştirilmesi ve güçlenmesi olarak tanımlıyor. Kaynak alışverişini karşılıklı kılan bir gelişim anlayışı kalkınma için elzem. Fakat kapasite geliştirme yaklaşımının kalkınma dünyasındaki serüveni; yüce, bilge ve kahraman olan sivil toplum ve onun ‘uzmanlarının’ (genellikle erkeklerin) aciz, pasif ve yardıma muhtaç yerel aktörlere (genellikle kadınlara) kaynakları ilettiği tek taraflı bir aktarım sürecine dönüştü.

Halbuki sivil toplum tecrübesi bize öğretti ki anca riskleri ve sorumlulukları paylaştığımızda, karşılıklı bir hesap verebilirlik ve bilgi alışverişi anlayışı geliştirdiğimizde kalıcı dönüşüme katkıda bulunabilecek birliktelikler sağlayabiliyoruz. Bu kapasite geliştirme retoriği, desteklemeyi vaat ettiği toplulukların tecrübe, bilgi ve yeteneklerini görmezden geliyor, hizmet veren ve alan arasına hiyerarşik bir bariyer koyuyor ve en önemlisi insanların birbirlerinden öğrenme süreçlerini engelliyor. Bu durum ise güçlüyü daha güçlü zayıfı ise daha zayıf hale getiriyor.

Finansal veya entelektüel anlamda kapasite geliştirme yaklaşımını tek taraflı bir transferden çıkarıp iki taraflı bir alışverişe çevirmek, karşılıklı öğrenme olanakları yaratmak ve bir denklik sistemi oluşturmak bizim elimizde.

‘Kadının Güçlendirilmesi’

Uzun zamandır özellikle toplumsal cinsiyet bağlamında empowerment sözcüğünün iyi bir Türkçe karşılığı aranıyor. Çoğu yerde ‘kadının güçlendirilmesi’ olarak geçtiğini görmek mümkün. Burada üstenci bakış açısı bizi yine iki sorunla baş başa bırakıyor.

Birincisi, sözcüğün Türkçeye edilgen şekilde geçmiş olması. Çoğu yerde ‘güçlenme’ yerine ‘güçlendirilme’ kullanılıyor. Bu kullanım kadınları pasif konuma düşürüyor, onları değişimin nesnesi olarak görüyor: anca başka birilerinin kadınları dönüştürebileceğine, veya kadınların gücü kendi başlarına ellerine alamadıklarına, gücün anca onlara verildiğine işaret ediyor. Halbuki ‘güçlenme’ derken ihtiyacımız olan, kadınlara patronluk taslayan, üstten bakan, onları edilgen konuma düşüren bir yaklaşımdan ziyade onları değişimin gerçek öznesi olarak konumlandıran, aktif ve eşit bir paydaş olarak gören bir yaklaşım.

İkinci sorun ise kelimenin işaret ettiği sürecin birçok açıdan ölçeğinin küçültülmesi. 1980’lerde özellikle kadın hareketinden ivmesini alan empowerment kavramı uzun soluklu, hayat boyu süren, karmaşık bir süreci ifade ederken kalkınma dünyasında bu kavram tek boyutlu, kısa vadeli, hemen çıktı vermesi beklenen etkinlikleri tarif eder oldu. Bunda fon veren kuruluşların hızlı sonuç talepleri ve sivil toplumun çıktı odaklı proje döngüsü de etkili. Sivil toplumun veya özel sektörün iletişim kanallarında “x sayıda kadının güçlendirilmesi için atölye düzenledik”, “x sayıda kadın güçlendirme eğitimlerimize katıldı”, “Proje sonunda x sayıda kadını güçlendirdik” örneklerine denk gelmeniz mümkün. Bu çabalar elbette çok kıymetli ancak güçlenme kavramının öyle bir atölye çıkışı gerçekleşmeyecek, uzun soluklu, hatta hayat boyu sürecek olan bir süreç olduğunu aklımızdan çıkarmamız gerekiyor.

‘Yararlanıcı’

Kalkınma dünyasının yine kolonyal zihniyetten Türkçeye transfer ettiği diğer bir kavram ise ‘yararlanıcı’ (beneficiary). ‘Yararlanıcı’ terimi genel olarak sivil toplum kuruluşları, sosyal girişimler, uluslararası yardım kuruluşları ve kalkınma ajansları tarafından hizmet sundukları kişi ve toplulukları tanımlamak için kullanılıyor.

Sivil toplumun hizmet götürdüğü her kişiyi baştan ‘yararlanıcı’ olarak adlandırması size de garip gelmiyor mu? Üzerimize güneş gibi doğan kalkınma dünyasının her projesi her zaman iyi, ve çalıştığı tüm topluluklar bundan her defasında yarar mı sağlıyor? Sivil toplum hep mi kahraman ve yarar sağlayan, karşısındakiler ise her zaman kurtarılmayı bekleyen ve yararlanıcı?

Çalıştığı topluluklara üstten bakan, onları pasif gören bir anlayış yerine insanların değişimin gerçek sahipleri olduğunu kabul eden bir yaklaşıma ihtiyacımız var. ‘Yararlanıcı’ yerine kullanılacak kelimeler bağlama göre değişiklik gösterebilir; örneğin kalkınma dünyasında birçok kurum yakın zamanda ‘hizmet sağlanan topluluklar’, ‘paydaşlar’, ‘ortaklar’ gibi alternatiflere geçmeye başladı. (Çocuk oyun hakkını destekleyen sosyal girişim Toyi çocuk veya yetişkin birlikte çalıştığı tüm topluluklara ‘Oyun Arkadaşı’ demeyi tercih ediyor.)

‘Sahaya İnme’

‘Sahada olma’ kalkınma dünyasında genellikle raporlar ve teori dünyasından öğrenilenlerden farklı olarak birinci elden öğrenme ve uygulama çalışmalarını anlatmak için kullanılıyor. Bu kavramın kalkınma dünyasında günlük kullanımında ise karşımıza iki problem çıkıyor.

Birincisi bu terim genellikle kentten kırsala veya uluslararası alandan yerele gelenler için kullanılıyor ve genellikle bu kişilere ‘saha uzmanı’ deniyor. Nedense hiç kimsenin kent merkezlerini veya bir yardım kuruluşunun Amerika/Avrupa ofisini ‘saha’ olarak tanımladığını görmüyoruz. Bu anlayış başlı başına bir üstencilik içeriyor.

İkinci sorun ise Türkçede ‘saha’ ile fazlasıyla eşleşmiş olan ‘inmek’ fiili. ‘Sahaya inme’ ifadesi baştan hiyerarşik bir anlayışla yola çıkıyor: kalkınma dünyası aktörlerini üst konuma, birlikte çalıştığı toplulukları alt konuma yerleştiriyor. Kanaat önderleri veya sivil toplum kuruluşu temsilcilerinin “Fildişi kulelerinizden inin, masa başından kalkın, toplantı odalarınızdan çıkın, elinizi kirletin” ve “Sahaya inin” diye öğütlediklerini görmek mümkün.

‘Saha’ kelimesinin üstenci çağrışımları konusunda henüz bir çözüm önerim yok ancak en azından ‘sahaya inmek’ yerine ‘sahaya gitmek’, ‘sahada olmak’ gibi alternatifleri kullanmaya başlamak iyi bir ilk adım olabilir.

Kalkınma dünyasında üstenci bakış içeren söylemlerin çok daha fazlasına Andrea Cornwall’ın Deconstructing Development Discourse: Buzzwords and Fuzzwords adlı kitabından ulaşabilirsiniz. 15 yıl önce yazılan bir kitapta geçen kavramların bugün hala aynı bağlamda geçerliliğini koruması biraz üzücü. Bundan sonrası için iş yaptığımız, hizmet verdiğimiz insanlarla birlikte düşünmek, birlikte üretmek ve denkliğe dayanan bir sistem kurmak bizim elimizde. Sivil toplumun dilindeki üstenci kelimeleri değiştirmemizin zamanı gelmedi mi?

Türkçede denk geldiğiniz, kolonyal zihniyetin izlerini taşıyan, üstenci bakışı yansıtan kelimeleri yorumlara eklemeyi lütfen unutmayın. ❤

--

--

Gizem Kendik Önduygu

Programs Director at Ashoka Türkiye 💬 civil society, changemakers, social entrepreneurship, narrative change, care, dialogical methods to drive social change