Minos Medeniyeti — Tarih.

Lethe Unutmanehrisu
10 min readDec 21, 2021

--

Moiralar kader tanrıçalarıdır; hem insanların hem de diğer tanrıların yazgı ipliklerini bükerler. Tanrıların efendisi Zeus bile karşı çıkamaz onlara; kişi doğumundan ölümüne, kaderinde ne varsa onu yaşamak zorundadır, bir tanrı bile olsa. İnsan kimi zaman tıpkı yaşlanır gibi; güçten düşerek, yavaşça silinir bu dünyadan… O zaman geride onu saygı ile anan kuşaklar bırakır. Ama kimi zaman kaderinde zamansızca yok olmak vardır. Gücünün doruğundadır, bu dünyayı doyasıya yaşıyordur, bir tanrı gibi asla ölmeyeceğine inanmıştır. Ama dedim ya, tanrılar bile yazgıyı değiştiremez. Ve insan bir anda, beklenmedik bir şekilde sonsuzluğa karışır. İnsanlığın kolektif hafızası olan mitoloji bu şekilde yitip giden kahramanların trajik sonlarını tekrar ve tekrar anlattıysa, en sarsıcı ölümler işte bu ikinci kategoriden olduğu içindir.

Uygarlıklar da tıpkı insanlar gibi doğar, yaşar ve ölürler. Bazen onlar da zamansızca yok olurlar. 24 Ağustos 79 tarihinde görkemli Pompei şehrindeki bütün o şehvet, kavgalar, kahkahalar, aşklar, düşmanlıklar, hayaller, kalp kırıklıkları sadece on beş dakika içerisinde sonsuza dek sustu. Geride bıraktıkları izler tam 1748 yılına dek sessizce keşfedilmeyi bekledi. Bu hikayeyi hepimiz duymuşuzdur ama Pompei’nin trajik yazgı ipliği aslında ondan asırlar evvel yaşamış bir başka medeniyet ile sıkıca bağlıydı.

Ladies in Blue Freski, Knossos Sarayı, 1600–1450 BCE

Ege’de, Girit Adası’nda, Antik Yunan’dan çok önce uygarlığın meşalesini taşımış bir uygarlık vardı. Büyük surların içine hapsolmamışlardı, dört bir yanlarına baktıklarında engin denizi görürlerdi. Saray duvarları boğaların üzerinde akrobasi hareketi yapan insanları gösteren freskler, birbirinden güzel doğa manzaraları, saçları bukle bukle kadınlar ile süslüydü. Kralların sarayları diğer yapılardan sadece biraz daha görkemliydi, kadınlara büyük saygı duyulurdu, anlayacağınız sınıflar arasında pek de bir ayrım yoktu.

İnsancıl, yaşam dolu, barış timsali Girit uygarlığı; Pompei’nin bir günde yok oluşunu çok benzer bir şekilde yaşadı: M.Ö. y. 15. Yüzyıl’da gerçekleşen Santorini Volkan Patlaması. İnsanlığımız, tıpkı Pompei’de olduğu gibi, asırlar boyunca onların varlığından haberdar değildi ya da öyle sanmışlardı. Çünkü aslında Helenlerin hafızasına öyle derinden kazınmışlardı ki tarihte değil ama mitik gerçekliğin sisli perdeleri ardında bahisleri hep geçti. Theseus’un Minotour’u öldürmesi, Dionysos ve Ariadne’nin evliliği, Zeus’un mağaradaki kutsal doğumu ve belki bütün bir Ana Tanrıça kültü onların adını gizlice yaşattı. Daha da ötesinde; Platon, Timaios ve Kritias diyaloglarında altın çağlarında ansızın ortadan kaybolmuş Atlantis efsanesinden bahsederken yüksek ihtimalle Girit’i işaret ettiğinin farkında bile değildi. 1900 yılıydı, Homeros’un anlattığı mitsel kahramanların gerçek izlerinin Miken’de bulunmasının üzerinden yirmi beş yıl geçmişti; İngiliz arkeolog Sir Arthur Evans, Knossos Sarayı’nda büyüleyici bir medeniyet keşfettiğini duyurdu. Ve ona Girit’in efsanevi kralının şerefine, Minos adını verdi. İşte bizim de Girit’te M.Ö. 2600 ile 1600 arasında, bir milenyum boyu Ege’ye hükmetmiş bu gizemli uygarlıktan haberdar oluşumuz bu şekilde gerçekleşti.

Minos ilgi çekici bir keşfin ötesinde, bütün bir Yunan tarihini ve dolayısıyla mitolojisini incelemeye baştan başlamak demekti. Çünkü Yunanistan’a ilk gelen Hint-Avrupalı istilacılar olan Mikenler onların ileri kültürlerinin etkisi altında çok fazla kalmış ve daha sonraki göç hareketleri ile birlikte Minoslulaşmış Mikenler bu kültürü bütün bir Yunan coğrafyasına yaymıştı. Bütün bir Yunan mitolojisi; tüm o destanlar, kahramanlar, savaşlar ve aşklar, anaerkil toplumun zengin ve incelikli uygarlığını yağmalayan istilacıların zafer türküleridir. Ve onları anlamamız için, önce Minos’u bilmemiz gerekir.

Minos’un Doğuşu — Saraylar Öncesi (M.Ö. 2600–2000)

Öncelikle, nasıl olmuştu da M.Ö. y. 2000'de bu denli gelişmiş bir uygarlık ortaya çıkmıştı? Aslında Minos’un yıldızının parlaması, tarihe damga vuran bazı olaylarda karşılaştığımız o tüm koşulların mükemmel birleşimiydi. Minos’un bu hazırlık dönemi, “Saraylar Öncesi Çağ” olarak adlandırılır ve M.Ö. 2600 ile M.Ö. 2000 arasında tarihlenir.

Saraylar Öncesi Çağ, Bir Medeniyetin Emeklemesi

Anadolu, Neolitik Devrim’i M.Ö. 10.000 yılı gibi erken bir tarihte yaşamıştı. Pek çok farklı kültürün durmaksızın etkileşime geçtiği bir bölge olarak Anadolu; zaman çizelgemiz M.Ö. 3000'i gösterdiğinde bakır madenini kullanmaya başladı ve Tunç Çağı’na girdi. Nüfus fazlalığından dolayı yeni imkanlar bulmak isteyen insanlar buradan Kiklad Adaları’na, Girit’e ve Kara Yunanistanı’na göç etmeye başladılar. M.Ö. 2500–2000 yılları arasında Anadolu kökenli göçmenler bu bölgelerde köyler kurdu, hayvanları evcilleştirdi ve bakır madenini işlediler. Girit’te Minos, adalarda Kiklad, Kara Yunanistanı’nda ise Hellas olarak adlandırılan Tunç Çağı Ege’de işte böyle başladı. Batı Anadolu’da ise bu dönemin en önemli temsilcisi Truva idi.

Girit’in mevcut imkanları bağcılık, zeytin ağacı yetiştiriciliği ve tahıl tarımıydı. Hayvancılık ve çömlekçilik diğer uğraş alanlarını oluşturuyordu. O dönemlerde en parlak dönemlerini yaşayan Mezopotamya ve Mısır ile kıyaslandığında, bunlar Girit’i ihtişamlı bir uygarlık haline getiremezdi. Giritliler hayal kırıklığı içerisinde toprağa bakmakla yetinselerdi belki birkaç asır içerisinde denizcilikte ilerlemiş bir başka halk tarafından silinip giderlerdi. Fakat onlar gözlerini pırıl pırıl ufka çevirdiler ve orada inanılmaz fırsatlar gördüler. Girit dört bir yanı denizler ile çevrili bir ada ülkesiydi. Denizcilik. Kolayca istilaya açık değillerdi. Güvenlik. Yakındoğu ve Mısır’a stratejik olarak oldukça yakınlardı. Ticaret. Bu üç unsur öyle çok zenginliğe yol açtı ki; yalnız maddi değil, kültürel ve insani bir zenginlikti bu. Öyle ki, bütün bir Minos kültürü bu üçü ile rahatlıkla açıklanabilir.

Ticaret eksenli ekonomi sayesinde Anadolu’nun çok ilerisinde olan Mısır ile etkileşime geçtiler. Minos’un Mısır’dan aldığı en önemli armağan hiyeroglif yazısı idi. Minos üslubunda Mısır sanatının etkisi de gözden kaçırılamayacak kadar belirgindir. Ancak Mısır sanatına hakim olan ölüm kültü, Minos’a uğramış gibi gözükmemektedir. Bunun sebebi de elbette güvenlikti.

Kitlesel Histeri, Mısır’ın Kuruluş Miti

Güvenlik unsurunun yokluğu kuvvetli histeriler yaratabilir. Mitoloji yalnızca doğayı anlamlandırma çabası ya da çarpıtılmış tarih olarak algılanınca yavandır. Fakat arkaik insanın ruhsal bildirgesi olarak okunduğunda, bu histerilerin fışkırdığı bir kaynak olarak coşkunca çağlar. Çok sevdiğim Joseph Campbell, saygıdeğer eseri Doğu Mitolojisi: Tanrının Maskeleri’nin I. Kısım, II. Bölüm’ü olan Tanrı’nın Kentleri’ni bu konuya ayırmıştır. Ben de bu alt başlığı bütünüyle ondan öğrendiklerimi aktararak ilerletecek, Minos ve Mısır arasındaki çarpıcı zıtlığı gün yüzüne çıkaracağım.

Narmer Paleti

MÖ y. 3000'e tarihlenen Narmer Levhası; yalnızca dünyamızın ilk tarihi belgesi olarak kabul edilmekle kalmaz. Bu, Aşağı ve Yukarı Mısır’ın birleşme hikayesidir. Paletin bize gösterdiği tarihsel gerçeklik, ilk firavun olan Narmer’in Aşağı Mısır’ın “delta bataklıkları başkanı”nı bozguna uğratışıdır. Fakat mitsel gerçeklikte bu, Osiris ile Sett’in arasındaki kozmik mücadeledir. Bu mücadelenin mezo-kozmos yani toplumdaki yansıması olan firavun; kaderi yani ma’atı gerçekleştiren mitsel bir figür, “zıt çiftlerin oyun alanı olan evrenin öne çıkmış örneği”dir. İşler bu noktada daha da karışıyor: O yalnızca Osiris’in (ve daha sonrasında Horus’un) değil aynı zamanda Sett’in de yeniden bedenlenmesidir çünkü “Her şeyin zıt çiftler gibi göründüğü geçiciliğin kaçınılmaz diyalektiğinde, Horus ve Seth sonsuza dek çelişki içerisindedirler; fakat sonsuzluk katında, zaman ve mekan örtüsünün ötesinde, ikiliğin olmadığı yerde ikisi birdir.” Bundan dolayı firavuna “İki Efendi” denir. Firavunun egosu tanrıda özümlenip yok olmuştu, o mitsel özdeşleşme yaşayarak insan bedeninde bir tanrı olduğu sanrısına kapılmıştı. Bütün bir toplum bu sanrının ışığında örgütlendi. Düşmanlar olduğu sürece düşmanları def edecek bir firavunun otoritesine boyun eğiş devam edecekti — firavun da ma’atın kontrolünü elinde tutan rahiplerin denetimi altındaydı. Nekropolisler ise tanrı-firavunun yeniden doğmasını sağlayacak cesetler şehridir. Bütün bir ölüm kültünün altında yatan, kozmik bir çılgınlıktı.

Minos’a dönersek: Büyük bir tehdide karşı bir liderin etrafında birleşmek zorunda kalmamışlardı; dolayısıyla egosunu tanrıyla özdeşleştirecek kadar merkezi otorite sahibi kralları da hiç olmamıştı. Öbür dünyadaki yeniden doğuşu düşleyecek kadar kederlenmemişlerdi çünkü zaten bu dünyada cenneti yaşayabiliyorlardı. Minos insanı hayatın döngüsüne esinleniyor, doğaya kapılıyordu. Yunan ve Mısır’ın hayata bakış açısındaki farklılığın bir benzeri — ama aynısı değil — Minos ve Mısır arasında da seçilebiliyordu.

Minos’un Yükselişi — Eski Saraylar (M.Ö. 2000–1700)

Girit’in merkezi, Knossos Sarayı.

Mısır’ın yeniden doğabilmenin çılgınca umudunu taşıyan en görkemli piramitlerinin göğe yükseldiği Eski Krallık dönemi, Minos’un “Eski Saraylar” olarak adlandırılan çağı ile kesişir. Bu aynı zamanda, Minos’un hiyerogliflerden geliştirdiği Çizgisel A yazısının da kullanıldığı dönemdir — ne yazık ki Çizgisel A yazısını çözümleyebilmiş değiliz.

Knossos, Phaistos ve Mallia’da üç saray inşa edildi. Birden fazla saray olmasına rağmen bu sarayları çevreleyen surların olmayışı, birden fazla kralın varlığına dair tereddüte düşürüyor bizi. Ama doğrusu, Minos’ta monarşinin olduğunu iddia etmek bile büyük ölçüde spekülatiftir. Yalnızca hayal gücümüzü elimizdeki sınırlı veri ile birleştirdiğimizde ortaya bir hikaye örgüsü çıkarabiliriz: Ticaret kökenli bu toplumda, en zengin tüccarın gitgide lidere dönüştüğü bir toplum yapısından söz etmek mümkün olabilir. En görkemli saray Knossos olduğu için buranın yönetimin de merkezi olduğu düşünülebilir. Belki bir lider üç sarayı birden kullanıyordu ya da birden fazla lider vardı ancak her koşulda Knossos’un üstünlüğü kabul edildiği için çatışma yoktu. Girit adasındaki bu barışçıl hava, Pax Minoica olarak adlandırılır.

Minos zenginliğine zenginlik kattıkça; Ege kıyılarının denetimi bütünüyle Minos’un eline geçti. Deniz egemenliğini betimleyen Minoan Thalassocracy adı altında Ege’de irili ufaklı pek çok ticaret kolonisi kuruldu. Romalı tarihçi Thukydides, Eski Yunanistan’ı şu sözlerle anlatıyor:

Geleneğe göre, bir donanmaya ilk olarak Minos sahip oldu; bugün Yunan denizi adını verdiğimiz şeyin büyük kısmına gücünü kabul ettirdi; Kyklades adalarına boyun eğdirdi ve Karia’lıları kovduğu bu adalarda ilk olarak koloniler kurdu; adalara vali olarak öz oğullarını yerleştirmişti; aynca vergilerin toplanmasını daha kolayca sağlamak amacıyla korsanlığı elinden geldiğince ortadan kaldırdı.(Peloponnesos Savaşı, 1. 2–5, 7.)

Fakat y. 1700'de bir deprem gerçekleşti ve saraylar yıkıldı. Bu sarayların yeniden inşası ile Minos, en görkemli çağa girdi.

Bu Dünyada Elysium — Yeni Saraylar (M.Ö. 1700–1400)

Yunan mitolojisinde iklimin her daim ılıman olduğu, bolluk ve bereketin eksik olmadığı mitsel bir ülkedir Elysium. Kimilerine göre yerin altında, bazılarınca dünyanın sonundadır. Erdem sahibi ölüler, bilhassa kahramanlar, mükafatlarının karşılığı olarak burada sonsuza dek mutlu yaşarlar. Minoslular “Yeni Saraylar” çağında bu dünyada Elysium’u yaratmıştı diyebiliriz.

Girit, sismik anlamda etkin bir bölge olarak, deprem tehdidi ile her daim burun burunadır. Derler ki; Girit’in efsanevi boğa-canavarı Minotauros da kökenini işte bu coğrafi gerçeklikten almış. Korkunç Minotauros, hapsedildiği yeraltı labirentinde her tepindiğinde deprem olurmuş. Hayal güçleri kadar pratik zekalarıyla da öne çıkan Minoslular inşa ettikleri yeni sarayların depreme dayanıklı olabilmesi için ağaç gövdelerinden sütunlar kullanmıştır. Böylece saraylar ne kadar sallanırlarsa sallansınlar yıkılmıyorlardı.

Yeni Saraylar’da, üç sarayın yanı sıra görkemi saraylara yakınsayan konaklara da rastlanır. Bu, eğer vardıysa merkezi krallık sisteminin bütünüyle çöktüğünün önemli bir göstergesidir. Zaten, Girit’in zenginliği büyük ölçüde ticarete dayalı olduğu için iktidar büyük toprak sahiplerinin elinde toplanamazdı. Böylece kent devrimi, doğal seyrinde görüldüğünün aksine kabile toplumuna özgü eşitlik ilkesi korunarak gerçekleşmişti. Bu, Mezopotamya’da da Mısır’da da göremeyeceğimiz bir özelliktir.

Bir Minos prensi ihtimalle baş yönetici olmakla kalmaz, yüksek rahip ve her şeyden evvel en zengin tüccardır. Arkeolojik çalışmaların ortaya çıkardığına göre; Minos kentleri, bir yöneticinin sarayının bitişiğindeki bir açıklığın çevresinde kuruluydu. Konak sahiplerinin de diğer varlıklı tüccarlar olduğu varsayılabilir. Her halükarda, tıpkı cinsiyetler arasında bir ayrım sezilmediği gibi, zenginler ile toplumun geri kalan kesimi arasında da net bir ayrım yoktu. Toplumsal ilişkiler özgür ve esnekti.

Yeni Saraylar döneminde Kara Yunanistan’ının ilk yüksek uygarlık, Miken Uygarlığı, Minos’a güçlü bir rakip olarak baş gösteriyordu. Bunlar Homeros’un andığı o yağmacı, kana susamış Akhalardır. Yine de kültürel üstünlük hala en parlak çağını yaşamakta olan Minos’taydı; Mikenler ile Minoslular arasında ticaret, dostluk, düşmanlık, evlilik bağı aracılığıyla derin ilişkiler kuruldu ve Minos kültürü, Mikenleri büyük ölçüde Minoslulaştırdı. Buna karşılık Mikenlerin Hint-Avrupalı yapılarının bozulmadığını da söylemek gerekir.

Atlantis’in Yıkılışı

Kabaca M.Ö. 1450'ye tarihlendirilen volkan patlaması, en parlak döneminde, Minos’un sonunu getirdi. Patlamanın merkezi olan Santorini Adası eriyerek at nalı şeklini alırken; patlamadan doğan tsunami Girit’in bu efsanevi uygarlığının bütün merkezlerini yıkıp geçti. Minos, daha önce de söylendiği gibi, halihazırda bir deprem felaketini atlatmakla kalmayıp daha da güçlenmişti. Ancak bu defa geriye dönüş söz konusu bile olamazdı çünkü volkanın saçtığı küller, ölümün ta kendisiydi. Zira adada tarım yapılamaz hale geldi, üretim olmadan ticaret olanaklı değildi, ticaret olmadan yıkılan o görkemli saraylar yeniden inşa edilemezdi. Minos Uygarlığı, sona erdi.

Daha sonrasında Miken Uygarlığı felaket sonrasında adaya gelecek ve ada, Miken yönetimine geçecektir. Minos’un bulanık anısı ise dilden dile anlatılan söylenceler sayesinde bugüne dek yaşayacaktır.

Bir ek.

Bir toplumun ölümünü deklare ederken, bir insanın ölümüne gösterdiğimiz duygusallığı göstermemiz gerektiğini düşünüyorum. Toplumları da insanların oluşturduğu gerçeğini es mi geçiyoruz? Onların bizimle aynı zaman dilimi içerisinde yaşayıp yaşamadığını önemsemeli miydik? Şimdiye dek sonsuz sayıda insanın ölmesi, zamansız bir ölümü gene de daha az trajik yapar mı?

Bu yazıda ham tarihsel bilgilere öncelik tanındı ve düşsel zenginliklerinden ziyade ortaya koydukları maddi başarılara yer verildi. Gerçekten de bu insanlar bir yönleriyle bizim gerçekliğimizin parçasıydı: Rekabetin, zenginliğin ve stratejinin önemli olduğu bir dünyada yaşıyorlardı. Her şeyden önce tarihsel bir veri değil, insandılar. Sevdiler, aşık oldular ve nefret ettiler. Gökyüzüne bakarak hayaller kurdular. Ölüm fikri Mısırlılar kadar olmasa da onları da endişelendirdi elbet, hepimizi endişelendirdiği kadar. Ama felaketten birkaç saat önce hala geleceğe dair planları olan insanlardı. Akıllarını ne giyecekleri ya da yiyecekleri gibi basit sorular meşgul ediyordu.

Diğer yandan, apayrı bir mitsellikleri vardı: Ana tanrıça ve onun oğlu/kocası olan ölüp-dirilen tanrı; kozmik döngünün sonsuz ritmi. Boğa kültleri, kutsal yılanları. Tüm bunlar, bir sonraki yazının konusu olacaktır fakat bu yazı ile mutlaka alakalıdır. Kaçırılan gerçek şudur ki tüm bu düşsel gerçeklik, rasyonel gerçekliğin bağrından kopup geliyordu aslında. Bizim onlarla paylaşıyor olduğumuz rasyonel gerçeklik. Ve onların düşselliği de insanlığımızın ortak mirası, kolektif bilincimizin bir parçasıdır -rasyonel kafalar tarihsel bilgiyi onaylarcasına sallanırken bu düşsellik dışlanmamalıdır!

Üstelik bazen rasyonalist kafaların beklentisinin tam aksi çıkar ve mitoloji, düşmanı sanılan tarihe rehberlik eder. Mitos-logos ayrımını yaparken mitosu hurafe sayan antik bilgeler; Miken’in, Homeros’un düşsel sanılan uygarlığının peşine düşen hayalperestlerce gün yüzüne çıkarıldığını görmeliydi. Minos’un kayıp uygarlığı bu hayali daha da ileri götürenlerce aydınlandı.

Mitler yalnızca tarihin aydınlatıcı yardımcıları mıdır peki? Elbette hayır. Onlar, bilinçdışımızda baskıladığımız kısımları aktifleştiren katalizörlerdir. Biz buna kendi gerçekliğimizde hayal gücü adını veriyoruz. Bu dünyanın görünen gerçekliğinden fazlasını sezinlemeyi başarabilen, tanrı imgesini yaratan o içindeki tanrıyı beslemekten korkmayanlara sevgilerimle.

KAYNAKÇA

1 — George Thomson, Tarihöncesi Ege, Homer Kitabevi ve Yayıncılık

2 — Stylianus Alexiou, Minos Uygarlığı, Arkeoloji ve Sanat Yayınları

3 — Joseph Campbell, Doğu Mitolojisi: Tanrının Maskeleri, İmge Kitabevi

4 — Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi Cilt 1: Taş Devrinden Eleusis Mysterialarına, Kabalcı Kitabevi

5 — Oğuz Tekin, Eski Yunan ve Roma Tarihine Giriş, İletişim Yayınları

--

--

Lethe Unutmanehrisu

Sanat ve Kültür Yönetimi öğrencisi, çapraz okuma perisi, mitoloji geeki.