Ömer Topal
4 min readNov 3, 2021

Viktor Hugo
‘Bir idam mahkumunun son günü’ adlı kitap inceleme.

İncelemeye başlamadan önce belirtmek isterim ki bu Viktor Hugo’ dan okuduğum ilk kitap. Yıllarca okumak isteyip okuyamadığım bir yazar kendisi. Yanlış anlaşılmasın başlayıp yarıda bırakmadım, sadece okumaya fırsat olmadı diyebilirim. Bir yazarı okumaya başlarken her zaman ilk kitabından başlamayı tercih ediyorum. Tabii ki herkes ilk Sefiller’i okumak ister ama benim merak ettiğim yazarın o baş yapıta gelmeden önce hangi yollardan geçtiği. Böylelikle baş yapıtlarını daha iyi kavrayabilme şansını yakalıyorum. Bu yazar için izleyeceğim sıra ise şu şekilde olacak.

1- Bir idam mahkumunun son günü

2 - Din (Notre-Dame de Paris)
3 - Toplum (Sefiller)
4 - Doğa (Deniz İşçileri) üçlemesini okuyup kapatacağım.

Yazarın toplamda 9 romanı var. Bir yazarın - tabi kendisine cok özel ilgi beslemiyorsanız - bütün kitaplarını okumak diğer yazarlara haksızlık olacağı için ( zaman açısından)bu dört kitapta karar kıldım.

Viktor Hugo 19. yüzyıl Fransa’sının sanatla yoğruldugu dönemlerde parlamış bir yazar. Romantik akımının ünlü temsilcilerinden ve özellikle bu eserinde açıkça görüldüğü gibi hümanist bir düşünce yapısına sahip. Olgun denilebilecek ilk kurgu eseri ise bu kitap.

Roman yazarlığının yanı sıra şair kimliği de olan yazarları okurken cümlelerin içindeki o şairane yapıyı hemen farkedebiliyorsunuz. Viktor Hugo nun eserlerinde de aynı zamanda kendisi iyi bir şair olduğu için bu özellik hemen kendini belli ediyor. Satırlarını okurken sanki bir şiirin içerisinde geziniyor gibi hissediyorsunuz. Bu tarz hisler en çok Borges in öykülerinde gelir bana. Hatta şunu itiraf etmeliyim, sadece onda var sanıyordum bu özellik ama sanırım şairliğin içinden gelmiş bütün yazarlarda bu tat var.
Kitapta karşı çıkılan konu idam. Benim yaşadığım dönemde Türkiye’de kimse idam edilmedi sadece Saddam Huseyin’in Amerika’daki idamını, yaşadığım dönem içerisinde gördüm. Daha doğrusu izledim. Bu yüzden tahayyül etmesi çok zor geliyor ama dönemin çok rutin bir olayı. Kim bilir ne haksızlıklar oldu, kim bilir ne masumlar yok yere canından oldu. Konu çok derin olmasına karşın yazar burada idamın kaldırılması yönünde ki dönemin şartlarını düşünecek olursak ve Fransa’da idamın 1972’de kaldırıldığını yani yazardan neredeyse 200 sene sonra, hesaba katarsak devrim niteliğinde bir istek. İnanılmaz bir hümanizm ve ileri görüşlülük barındırıyor. Fikir o kadar çarpıcı ki roman ilk yayınlandığında isimsiz yayınlanıyor. Fransızlar ise bu bizim ülkeden çıkmış olamaz Amerikan veya İngiliz romanıdır diyorlar.

İlk yayınlandığı zamanda 3 satırlık bir önsözü olmasının aksine sonraki basımında ve bu sefer kendi adıyla, uzunca bir önsöze sahip olan bir eser. Ön sözde anlatılan giyotinin tam olarak başını kesemediği insanların idam hikayeleri ise gerçekten okurken baş döndürüyor.

İdamı çok ayrıntılı bir şekilde, gerekçeleriyle beraber hatta örnekleriyle , burada yanlış örnekleriyle demek isterdim ama idamın doğru örneği var mıdır bilmiyorum, açıklıyor.

"Çarpık ve kör ceza mevzuatı, nereden dönerse dönsün masumu
vuruyor!" sözüyle dönemin haksız idamlarından bahsederken,
"Sömürgelerde, bir idam kararı bir kölenin ölümüne neden olursa,
adamın sahibine bin franklık tazminat ödenmektedir." sözü ile de sanırım o döneme ait gerçeklikleri açıklığıyla ortaya koyuyor.

Yazar giyotini tahtadan ve demirden yapılı canavar olarak tanımlıyor ve yasaklanmasını hatta tamamen Paris’ten çıkarılmasını istiyor.
"O rezil makine, Fransa’dan gidecek, buna inanıyoruz ve Tanrı izin
verirse, topallaya topallaya gidecek, çünkü bizler ona sert darbelerle
vurmayı deneyeceğiz."
Mucidi hakkında da çok olumlu düşünceleri olduğu söylenemez.
( Not:Giyotin, Fransız Devrimi ile adını duyurmuştur. Kendisinden çok önce, Avrupa’nın uzun yıllar kullandığı giyotin benzeri araçlar bulunsa da Fransız yapımı bu makine standart bir idam biçimi olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Alet, adını mucidi Joseph-Ignace Guillotin’den alır. ( aletin kendi soyadıyla anılmasına sinirlendiği icin soyadını değiştirmiştir) .Bir doktor olan Guillotin aynı zamanda bir meclis üyesidir. İdam cezalarını infaz etmek için bir makine tasarlar. Amaç daha "insancıl" ve eski rejimden daha modern, daha devrimsel bir idam cezası uygulamaktır.
Tüm bu şartlar altında devrimini gerçekleştiren Fransa, ölüm cezalarını da modernleştirmeliydi, bunlarla birlikte 20 Mart 1792’de giyotin resmi olarak Fransa’nın idam aleti haline geldi. 1939’da kullanımı durduruldu fakat Fransa’nın 1981’de idam cezasını kaldırmasına dek resmi idam aleti olarak kalmayı sürdürdü. )

Kendisini ve kitabı eleştiren bir grup insanın diyaloglarına yer vererek ilginç bir başlangıç yapılıyor esere. Bu konuşan grup kitabı tiksinç, korkunc bulduklarını anlatıyorlar. Sanırım dönemin insanlarının genel sohbeti bu şekilde olmasından dolayı ince bir dokundurma ile ve biraz da o insanları cahil göstererek paylaşıyor konuşmaları.

“ Şimdi de ölüm cezasını kaldırmak istiyorlar ve
bunun için de, Bir İdam Mahkûmunun Son Günü gibi
insanın moralini bozan, iğrenç, zevkten yoksun romanlar
yazıyorlar, ne bileyim?”

Kitabın kendi içeriğinde ise idama mahkum edilmiş bir adamın bütün ruhsal bunalımlarını ustalıkla işlemiş yazar. İdam kararının verilişilinden olayına gerçekleşmesine kadar mahkumun ağzından neler yaşadığını anlatmış. Sonunu ise biraz açık bırakmış. Bu da sanırım idamın kaldırılıp adamın kurtarılmasını istemesinden. Belki de boyle bir karar çıksa ikinci kitabı da yazıp mahkumu kurtaracaktı kim bilir. Kitapta beni en çok düşündüren mahkumun idam kararı onanmasına rağmen son dakikaya kadar affedileceği umudu taşıması. Bir umut bağlıyor insanı hayata bu umudu ise insan en kötü şartlarda bile yaratabiliyor. Mahkumun çocuğuyla buluştuğu sahne ise gerçekten tüylerini diken diken ediyor insanın. İdama mahkum edilmiş bir adam olsanız neler hissedersiniz bilmek istiyorsanız mutlaka okumalısınız bu kitabı.

Toplam da 136 sayfa ve kolayca okunabilen bir eser olmasına karşın bıraktığı his ve insanı sürüklediği düşünceler bakımından ise gerçekten paha biçilemez. Iyi okumalar.

Altını çizdiklerim :

Geçmişin toplumsal yapısı üç sütun üzerine kuruluydu: rahip, kral,
cellat. Uzun zaman önce, bir ses şöyle demişti: “Tanrılar çekip gitsinler!”
Son olarak da, başka bir ses yükseldi ve şöyle bağırdı: “Krallar çekip
gitsinler!” Şimdi zamanı artık, üçüncü bir sesin yükselip de şöyle
demesinin: “Cellat çekip gitsin!”
Böylece eski toplum parça parça dökülecek; böylece Tanrı’nın
takdiri, geçmişin çöküşünü tamamlayacaktır.
Tanrıları özleyenlere, denilebilirdi ki, Tanrı kalsın. Kralları
özleyenlere denilebilir ki, vatan kalsın. Celladı özleyenlere söylenecek
bir söz yok.

Avukat bana ne demişti? Kürek mahkûmluğu! Ah!
Evet, bin kere ölmeyi yeğlerim! Zindana idam sehpasını;
cehenneme hiçliği; boyuna takılan o demir halka yerine Guillotin’in 52 bıçağını yeğlerim! Kürek mahkûmluğu mu

aman Tanrım!

Tanrım! Affetseler beni! Belki de beni affederler.
Kralın bana dargınlığı yoktur. Gidin, avukatımı çağırın!
Çabuk avukatımı çağırın! Kürek mahkûmu olmak
istiyorum. Beş yıllık kürek mahkûmluğuna ya da yirmi yıl
ya da ne bileyim, sırtımı kızgın demirle dağlasalar da,
öbür boyu mahkûm olsam da razıyım. Ama yeter ki
hayatımı bağışlasınlar!
Forsa yürüyebilir, gidip gelebilir, güneşi görebilir!