Mister Noxan
7 min readMar 18, 2022

YERGÖĞÜ

Çin takvimine göre 3447 metal kaplan senesinin ılık bir bahar gecesinde korkusuz savaşçı General Gao Xianzhi, beraberindeki otuz bin askeriyle Pamir Dağları’ndaki bir vadide konaklamıştı.

Müslüman Araplara karşı çaresiz hisseden Fergana, Semerkand ve Buhara beyleri, Çin’deki Tang hanedanının efsanevi hükümdarı Xuanzong’dan yardım istemişti.

General Gao Xianzhi, hükümdarından gelen emir üzerine ordusuyla yollara düşmüş, Tanrı Dağları’nı aşmıştı. Ovaları, çölleri, uçurumları, nehirleri, derin vadileri ve dağları bir odadan diğerine geçer gibi rahatlıkla geçmişti. Nihayet gökyüzünü birer çadır direği gibi ayakta tutan Pamir Dağları’nın eteklerine yakın bir mevkide arâm eylemişti.

İşte o ılık bahar gecesinde uykusu kaçmış, gökyüzünü temsil eden siyah kıl çadırının tavanına bakarken kendisi gibi general olan babası Go Sagye’nin ölmeden önce kendisine sorduğu soruyu hatırlamaya çalışıyordu. İşte tam o an tavanda şimşek çakmasına benzer gözlerini kamaştıran bir parıltı belirdi! Ardından ordugâhtan yükselen korku dolu çığlıkları, titrek feryatları ve içli duaları işitti. Kılıcını aldığı gibi çadırından dışarı fırladı.

“Ne oldu” diye kükredi. Nöbetçinin dili tutulmuş gibiydi. Sadece sağ elinin titrek işaret parmağıyla gökyüzünü gösterebildi. Tam o anda gözleri kör edici, bin şimşek gücündeki bir parıltı daha gökyüzünü yaladı. Ardından kalpleri yerinden oynatacak bir gürültü iştildi ve beraberinde uzaklardan bir esinti gibi gelen yakıcı bir depreniş!

Ordugâhtaki çadırlar sıtmalı bir hasta gibi titredi. Kimi yıkıldı. Hayır bu bir deprem değildi! Gao çocukluğunun geçtiği Kaşgar’da parmakları sayısınca depreme şahit olmuştu. Bu gece yaşadıkları ise bambaşka bir şeydi.

Etrafına amirâne kükredi. Korkudan oraya buraya kaçışan askerler generalin celâlîne kayıtsız kalamadılar. Yardımcısı Li Siye General Gao’nun huzuruna koşturdu. Emirler Gao’nun ağzından Pekin Oku gibi fırlıyordu. “İz sürücülerden sekiz takım kurup sekiz yöne gönder. Ne olduğuyla ilgili habere ulaşmadan dönmesinler!”

Fecr-i sadık vakti güneybatı yönüne giden izciler atlarının nalları kıvılcımlar saçarak ordugâha döndüler. Korku ile inip kalkan göğüsleri ve fal taşı gibi açılmış gözleri bir şey demelerine ihtiyaç bırakmıyordu. General Gao Xianzhi atına atladığı gibi izcilerin götürdüğü yere doğru atını mahmuzladı.

Üç fersah yol aldıktan sonra bir zirvesi Demir Kazık Yıldızı’na, diğeri Şira Yıldızı’na dokunan iki dağın eteğine geldiler. Bu iki dağın arasında yerin derinliklerine doğru bir başka gök açılmıştı sanki! Bir “yergöğü” idi bu! Yıldızsız, kapkara, dipsiz, adem âlemlerinden bu âleme sızan bir yokluk huzmesi gibiydi!

Bütün atlar gibi General Gao’nun süt beyazı kısrağı da ürktü! Cinnet geçirir gibi boğazlanırcasına böğürerek oraya buraya çifteler savurdu. Generali sırtından atıp “yergöğü”nden dört nala uzaklaştı. Korkudan kalbi çatlayan atlar da olmuştu!

General Gao düştüğü yerden ürperti içinde kalkarken danışmanı Wu Xian’a bu gördüklerinin ne olduğunu sordu. Takkesinin altındaki örgülü saçları ıtır dalları gibi titreyen Wu Çen Budizmi’nin özündeki “boşluk kavramı” adeta bütün zihnini istila etmiş gibi komutanın sualini cevapsız bıraktı. Çen Budizmi’ne göre bu en bilgece cevaptı elbette! Ama General Gao’nun cevaplara ihtiyacı vardı. Çünkü ordusunun geçmesi gereken Pamir Dağları’ndaki bu tek geçitin, sonsuz derinlikte bir çukura dönüşmesi varoluşsal bir problemin yanında askerî bir sorundu. Ve muhakkak çözülmeliydi.

Ordugâhta bölgeyi iyi bilen kılavuzları ve haritacıları konuyu müzakere etmek üzere huzurunda topladı. İkindi vaktine kadar konu üzerinde tartıştılar. Ancak işin içinden çıkamadılar. Danışman Wu Xian bir terrakotta heykeli kadar sessizdi.

Güneşin Pamir Dağları’nın arkasında gizlenmesine yakın, ordugâhta bir hareketlenme oldu. General Gao, askerleri dalga dalga yarıp gelen bir boşluğu fark etti. Tam da o an bir asker koşarak yaklaştı ve bir ihtiyar kervancı ile yanındaki yardımcısını kendisini görmek istediklerini söyledi. Tam sözünü bitirmişti ki az ileride atının üzerinde Karakurum Çölü kadar yaşlı olduğu izlenimi veren bir ihtiyar ile onun atının zimamını tutan iri ve genç yardımcısı kalabalığın arasında belirdi.

Az önce haritacılarla yapılan toplantıda uyuyayazan danışman Wu Xian birden yerinden fırladı. “Nanquan Xiyun efendimiz” diye nâra atarak cezbe halinde yaşlı adamın sağ bacağına sarıldı. İhtiyarın deri çarığını çıkarıp ayağının altını sekiz kere öptü.

General Gao ve etrafındakiler şaşkınlık içindeydiler. Wu ayağa kalktı. Generale yaşlı adamı takdim etti. “Efendimiz Çen Budizmi’nin beşinci büyük reisi Daman Hongren’in ders arkadaşı büyük bilge Nanquan Xiyun’dur” dedi ve yaşlı adamın önünde secdeye kapandı. General Gao “Daman Hongren geçen yüzyılda yaşamamış mıydı” diye sordu şaşkınlıkla. Wu Xian secdeden kalktı. “Xiyun efendimiz yüz elli yaşındadır” deyiverdi. Xiyun gülümsedi. “Yüz kırk yaşındayım. Henüz o kadar yaşlı değilim”dedi gülümseyerek. Heyetten şaşkınlık ve hayranlık kaynaklı bir uğultu yükseldi.

Yaşlı bilge yardımcısının eline tutunarak atından indi. Koca bir dağ hareket ediyor gibiydi. İndikten sonra olduğu yerde bekledi. General Gao saygı ile onun önünde eğildi. “Efendimiz lütfen şöyle buyurunuz” diyerek safir renkli ipek kılıflı minderini işaret etti. Yaşlı Bilge Xiyun generale gülümsedi. “Lütfen doğrulunuz. Ateş rüzgâra eğilmedi hiç” dedi ve yardımcısının koluna girmesiyle bir kaç adım attı ve mindere değil oradaki bir kütüğün üzerine oturmayı tercih etti.

General Gao şerefli misafirine kayısılı ve soya fasulyeli ayı eti ikram etti. Bilge ise yulaf lapası yiyip su içmeyi tercih etti. General Gao yemek esnasında gece yaşananları anlattı bilgeye. Bilge Xiyun gözleri kapalı dinledi onu. General bir an yaşlı adamın uyuduğunu düşündü. Çünkü konuşmasını bitirmişti ve bilgenin yorumunu bekliyordu. O ise sessizce öylece duruyordu! Gerçi Çen Budizmi’nin büyükleri ya genellikle bilmece gibi konuşur ya da hiç bir şey söylemezlerdi. General Gao gibi pratik bir asker için ikisi de anlamsızdı!

Ama gerçekte Büyük Bilge uyumuyordu. Biraz sonra gözlerini açmadan konuşmaya başladı. “Küçüktüm. Sekiz yaşındaydım. Bir gece bir rüya gördüm.” Bilge derin bir iç çekip devam etti. “Rüyamda bilinmeyen bir diyardaydım. Çok kalabalıktı. Sadece Tang diyarının insanları değil, bütün diyarların ve bütün zamanların insanları oradaydı. Parlak mavi tenleri vardı.” Büyük Bilge gözlerini açmadan devam etti “Aynen şu ipek gömleğinizin renginde!” General Gao dikkatle Bilge’yi dinliyordu. Bilge Xiyun devam etti. “Bütün insanlar -ben de dahil- herkesin ağzından tek bir kelime çıkıyordu. Tekrar tekrar. Tıpkı bir mantra gibi!” Bilge sustu. Derin bir nefes aldı. General Gao merakla sordu “Hangi kelime idi o efendimiz?”

Bilge Xiyun gözlerini açtı. Ufuk çizgisini andıran gözleri dolmuştu. “Evet diyordu herkes. Evet! Evet! Evet! Herkesin dudaklarında bu kelime vardı; evet! Orası evet diyarıydı. Rüyamdan uyandığımda seher vaktiydi. Annemi uyandırıp rüyamı anlatmak istedim. Seslendim ama uyandıramadım. Sonra dışarı çıktım. Gül kokulu batı rüzgârı tatlı tatlı esiyordu. Gökyüzü bulutluydu. Rüyamın etkisindeydim hâlâ. Karşıki tepenin üzerinde yarım Ay belli belirsiz görünüyordu. Biraz üşümüştüm. Dönüp eve giderken ilerideki tepenin üzerinde yarım Ay’ı tekrar gördüm! Dönüp arkamdaki tepeye bir daha baktım. Bulutlar diğer yarım ayın üzerini kapatmıştı bile. İçim ürpermişti! Acaba hâlâ rüyada mıydım? Koşarak eve gittim. Anneme sarıldım. Teni buz gibiydi! O sabahtan sonra hiç uyanmadı! ”

Bir süre sessizlik hâkim oldu. Büyük Bilge derin bir iç çekti. Sonra Gao’nun danışmanı Wu heyecanla söze girdi. “Yüce efendimiz…Rüyanızda neye evet diyordu insanlar?” Büyük Bilge gözlerini iyice açtı. Çadırda zamanın durmasını bekliyor gibiydi sanki. Sonra konuşmaya devam etti: “Dünyanın en önemli sorusuna…” General Gao dayanamadı. Bir çocuk merakıyla sordu. “Neydi o soru?” Büyük Bilge’nin gözlerinden yumuşak şişkin yanaklarına doğru birer damla yaş aktı. “Kumandan! Hayatım boyunca o soruyu hatırlamaya çalıştım. O soruyu bulmak için bu yaşta batıya seyahate çıktım! Hala da arıyorum!”

Gao uçurumdan boşluğa atılıyormuş gibi hissetti! Büyük hayal kırıklığı yaşamıştı. Ama Bilge Xiyun devam etti. “Her soru bir boşluk, bir çukur oluşturur hayatımızda. Gelirken bahsettiğiniz o iki dağın arasındaki derin çukuru gördüm. Zaten bunun için döndüm ve sizinle konuşmaya geldim. Size yardım etmek için!” Gao temkinlice sordu. “Nasıl bir yardım?” Büyük Bilge derin bakışlarını Gao’nun ruhunun en tenha yerlerinde gezdirerek cevapladı: “O boşluk, o çukur, o dipsiz uçurum bir soru ile yaratıldı. O soru cevaplanırsa o uçurum da kapanır ve ordunla beraber o vadiden güvenle geçebilirsin.” Danışman Wu saygıyla sordu. “Peki efendimiz… O soru nedir?”

Yaşlı Bilge gözlerini yumdu. Sessiz bir murakabeye daldı. Gözlerini açıp şöyle dedi. “O soruyu bilmiyorum. Zaten soruyu tekrar sormakla soruyu çoğaltmamalıyız! Çünkü bu uçurumu hepimizi yutacak kadar genişletebilir! Soruyu bilmiyorum ama soruyu soranı biliyorum! Civarda bir köyde bir çocuk sordu o soruyu. Ancak cevabını alamadı! O sorunun cevabını nasıl bulacağınızı biliyorum kumandan” dedi. General Gao heyecanla sordu. “Peki nasıl bulacağız cevabı?” Büyük Bilge cevapladı. “Yine bir çocuktan alacaksınız cevabı!” O gece başka tek bir kelime etmedi.

Gün doğmadan General Gao ter içinde uykusundan uyandı. Danışman Wu’yu çadırına çağırttı. “Rüyamda bir çocuğa soru soruyordum. Ama ne sorduğumu hatırlamıyorum! Mavi ipekten gömleği olan çocuk bana cevap verdi. ‘Evet diyarından’ dedi bana!” Wu General Gao’ya bir çocuğa yaklaşır gibi şefkatle yaklaştı. “Generalim şüphesiz ki Efendi Xiyun ile gece yaptığımız sohbetten etkilendiniz!” Gao danışmana hak verdi.

Birazdan çadıra General Gao’nun yardımcısı Li Siye girdi heyecanla. “Kaybolmuş efendim! Kaybolmuş!” Gao şaşkınlıkla “Ne kaybolmuş?”

Li, dizginlenemeyen yabanî bir at gibi savrulan nefesini kontrol etmeye çalışarak; “Yergöğü” diyebildi.

General Gao yanındakilerle birlikte dipsiz Yergöğü’nün olduğu yere vardı. Orada şimdi sadece uyuşuk tozların rüzgârla savrulduğu o geçit vardı. Binlerce yıldır orada olan o geçit! Cevabı çocuktan almıştı. Rüyada da olsa…

Derhal ordugâha döndü. Bilge Xiyun’un çadırına girdiğinde yardımcısını onun yanında ağlarken buldu. Bilge, yüzünde hayatdâr bir tebessüm ile cansız bir uykuya dalmıştı! Yardımcısı gözyaşlarını silerken “Sorumu bulana kadar gülmeyeceğim demişti. Efendim artık huzura kavuştu!”

Büyük Bilge Xiyun’un cesedi yakılıp batıya esen doğu rüzgârına karşı savruldu.

General Gao, gün batarken ordusuyla o geçitten geçti. Birkaç hafta sonra Karlukların Araplarla birlikte hareket etmesi sonucu savaşı kaybetti. Ağır yaralar aldığı savaştan canını zor kurtarmıştı.

Dört yıl sonra general, hakkındaki bazı yolsuzluk iddiaları üzerine kafası kesilmeden hemen önce rüyasında o çocuğa sorduğu soruyu hatırladı. Bu soru babasının da ölmeden önce ona söylediği son sözdü. Onun da son sözü bu oldu: “Nereden geliyorsun?”