“Sakin ol, champ!” ya da Birleşik ve Eşitsiz Kıyamet

Munzam
6 min readMar 23, 2020

--

Kapitalizmin distopik gelecek tasavvuru üzerine munzam notlar

Dawn of the Dead (2004)

Birkaç senedir “post-truth” yani “hakikat-sonrası” döneme girdiğimiz söyleniyor.

Post-truth, çok yüzeysel olarak söyleyecek olursak, toplumca paylaşılan objektif kanaatlerin çözülerek gerçeğin politik kıymetinin ortadan kalkması, hislere ve inançlara seslenen söylemlerin politikanın yerini alması olarak tarif edilmekte. Peki gerçekten durum bu mu? Ya da başka türlü soracak olursak, siyasetin hakikat üzerine bina edilmesi bağlamında yeni bir döneme mi girdik?

Bu soruya “hayır” yanıtını vermek zorundayız. Kapitalizm ve onun uzantısı olarak burjuva siyaseti, zaten “hakikat” üzerine inşa edilmemiştir ki bugün/artık “hakikat-sonrasına” geçilmiştir diyebilelim. Kapitalizm kendisini hakikat bir kenara bir dizi mit, efsane üzerine inşa edegelmiştir. Bunlardan dört tanesine yakından bakalım:

Mit-1: “Hepimiz aynı gemideyiz!”

Kapitalizm, diğer sınıflı toplumlarda olduğu gibi birbirine karşıt çıkarlara sahip sınıfların mücadelesine sahne olan bir sistemdir. “Aynı gemi” argümanı bu uzlaşmaz karşıtlığı, görünmez kılmak; özellikle sistemin kriz ve bunalım anlarında sorumluluğu ve dolayısıyla faturayı “herkese” ve dolayısıyla büyük bölümünü toplumun ekseriyetini oluşturan emekçilere pay etmek amacıyla sürekli dolaşımda tutulur. Bu şekilde, kriz ve bunalım dönemlerinde faturaların büyük kısımlarının sırtlarına yüklendiği emekçilere “sizin kadar biz de feragatte bulunuyoruz” ya da “biz batarsak, siz de batarsınız” mesajı verilmektedir.

Mit-2: “Çalış senin de olur!”

Kapitalizmin liyakata dayandığı, herkesin hakkını önünde sonunda aldığı, kapitalistlerin servetlerini bireysel çalışmalarına borçlu oldukları, çalışılarak bu düzeyde zenginleşilebileceği bir yalandır. Meritokrasi denilen sahte evrensellik, kapitalizmin en büyük ayak oyunlarından biridir ve çok küçük bir azınlığa sunulan elitist ayrıcalıkların toplumun geneli için geçerli olduğu yanılsamasına dayanmaktadır. Belli toplumsal koşullar içine doğmayan insanların -gözümüze sokulan istisna dahi diyemeyeceğimiz tekil “kazalar” dışında- piyasa tanrısı tarafından dayatılan kast sisteminin nepotist kurallarını çiğnemesi mümkün değildir.

Mit-3: “Piyasa kendi kendisini düzenler!”

Kapitalizmin seküler teolojisindeki tanrı olan piyasa, görünmez eli aracılığıyla bozulma eğiliminde olan dengeleri mütemadiyen kendisinden başka hiçbir güce gereksinim duymadan düzeltmektedir. Dolayısıyla bu ilahi plana güvenmek, bu ilahi işleyişe iman etmekten başka bir gereksinim yoktur. Bu mit, iktisadi karar alma mekanizmalarını bir avuç insanın insafına terk etmenin temel dayanağından başka bir şey değildir. Piyasalar, asla kendi kendini düzenlemez; tam tersine kapitalizmde piyasalar devamlı şekilde manipüle edilir, fiyatlar doğal değil yapay ve tekeller ya da oligapoller tarafından belirlenmiştir. Buna ek olarak, kapitalist piyasalar kendi haline bırakıldığında dengeye gelme değil dengesizlik üretme eğilimindedir.

Mit-4: “Alternatif yok, tarihin sonundayız!”

Kapitalizm dininden ve piyasa tanrısından bahsetmişken, bu dördüncü miti Marx’tan daha özlü şekilde ifade edebileceğimizi sanmıyorum. Felsefenin Sefaleti’nde Marx, burjuva iktisatçılar için şunu yazar:

İktisatçıların tek bir davranış tarzı vardır. Onlar için, yapay ve doğal olmak üzere yalnız iki çeşit kurum mevcut. Feodalizmin kurumları yapay kurumlardır ve burjuvazininkiler doğal kurumlardır. Bu şekilde tıpkı yalnızca iki din ihdas eden teologlara benziyorlar. Kendilerinin olmayan her din kul yapısıdır, kendilerininki ise tanrı vahyidir. İktisatçılar bugünün ilişkilerinin -burjuva üretim ilişkileri- normal olduklarını söylediklerinde kastettikleri servetin yaratıldığı ve üretici güçlerin doğanın yasalarına uygun olarak geliştiği ilişkilerin bu ilişkiler olduğudur. Dolayısıyla bu ilişkilerin kendisi zamanın etkisinden bağımsızlaşmış doğal yasalardır. Bunlar toplumu daima yönetmesi gereken ölümsüz yasalardır. Bu durumda bir zamanlar tarih vardı; ancak artık yoktur.

Kapitalizm bu efsaneler üzerinde yükselmekte, emekçi sınıfların bilincini bu mitlerle bulandırmaktadır. Hakikat üzerine bina edilmemiş bir sistemde ve onun politik arenasında hakikat-sonrasına geçildiğini iddia etmek ancak bu efsanelere destek olmak anlamına gelmektedir.

Kapitalizmin ideolojik cephaneliğinde bir süredir var olan bir diğer mit ise, distopik bir gelecek tasavvuru üzerine kuruludur. Kapitalizmin göbeğinden yapılan “acilen bir şeyler yapılmazsa, insanlığın, medeniyetin ve canlılığın kolektif olarak sonunun geleceği” çağrılarından bahsediyorum. Eriyen buzullar arasında çaresizce yüzen bir deri bir kemik kalmış bir kutup ayısı, belli ki kaynağı kurumaya yüz tutmuş damla damla akan bir musluğun başında eğri büğrü maşrapasını doldurmaya çalışan siyahi bir çocuk, benzeri görülmemiş bir kasırga ile yerle yeksan olmuş bir kent, petrole bulamış bir pelikan, ufuktaki devasa yangınları çaresiz gözlerle izleyen kalabalıklar ve maskelerle dolaşırken birbirlerine korku dolu gözlerle bakan kalabalıklar gibi imajların eşlik ettiği bu performatif çağrılar, tüm insanlığı bir kriz yönetimine davet etmektedir.

Haklı olarak akla gelen, “bu görüntülerin neresi mit?” sorusudur.

Bu görüntüler, mitin içine katılmış gerçek kırıntılarıdır. Bu gerçek kırıntıları ise gündelik hayat, rutinler, tüketim kalıpları üzerinde kontrol aracı ve daimi majör bir tehdit algısı altında siniklemiş özneler için bir depolitizasyon aracı olarak kullanılmaktadır. Mit, şu üç boyut üzerinden kurulmaktadır:

Birincisi, bu çağrılar çözümün kapitalizm sınırları içinde olduğu, bir anomali, zamana-mekana bağlı konjonktürel bir durumun içinden geçtiğimiz, bu krizden piyasa mekanizmalarının önünü açacak gerekli bilimsel-teknik-idari önlemlerle çıkılabileceği imasını taşımaktadır. Tanım gereği geçici olan kriz -kişisel gelişim kitaplarında sıkça tekrarlandığı üzere- tıpkı Çince yazılışında olduğu gibi tehlike ve fırsatı kendi bünyesinde barındırmaktadır. Temel yapılmak istenense, insanın doğayla olan ilişkisini yeniden tanımlamak, sözüm ona insanlığı doğanın dayattığı ekolojik sınırlara geri döndürmek suretiyle kapitalizmi hayatta tutmaktır.

İkincisi, krizin yaratıcısı olarak “ekolojik sınırları tanımayan insanlığı” kodlayan bu yaklaşım, mevcut yıkımın ve ilerideki distopik/apokaliptik durumun sorumluluğunu kapitalistlerden kaçırır. Örneğin, iklim değişikliğinin önemli faktörlerinden olan karbon emisyonu konusunda, fabrikaya toplu taşıma ile giden işçi ile şehir içi seyahatlerini helikopter ile, uzak mesafe seyahatlerini özel jeti ile yapmayı tercih eden, fabrikasında gerekli filtreleri kullanmayan patronun sorumluluğu eşitlenmiş olur. Hatta, işçi A+++ enerji tasarruflu beyaz eşya kullanamadığı için kınanabilmektedir.

Üçüncüsü, geleceğe dair bu eskatolojik söylem halihazırda dünyada emekçilerin, yoksulların, yerinden edilmiş insanların velhasıl mülksüzlerin zaten yaşamakta olduğu kıyameti yok saymakta ve bu gerçekliği görünmez kılmaktadır.¹ Oysa, dünyanın büyük çoğunluğu için gelecekte ortaya çıkacak bir durumdan değil; bilfiil tecrübe edilmekte olan birleşik ve eşitsiz bir kıyametten söz etmek gerekmektedir.² Dünya nüfusunun ağırlıklı bölümü, bu birleşik ve eşitsiz kıyametin çatlaklarında, “doğal afet” denilen planlı olmayan toplu katliamlardan tutun gıda yahut su krizine kadar bir dizi felaketin gölgesinde hayat bulmaya çalışmaktadır.

Birleşik ve eşitsiz gelişme kavramından yola çıkarak “birleşik ve eşitsiz kıyamet” kavramını ortaya atan Evan Calder Williams, dünyanın zaten kıyametvari, apokaliptik bir durumda olduğunu ancak her noktasının bunu aynı düzeyde ve eşzamanlı yaşamadığını vurgulamaktadır. Zaman ve mekan açısından eşitsiz ancak birleşik gelişen bu kıyamet o denli uzun bir zamana yayılmış durumdadır ki artık tüm insanlık tarafından norm kabul edildiğinden, bundan başka post-apokaliptik dünya tasavvurları üretilebilmektedir. Bu boşluğa oynayan mülk sahibi sınıflar, ekolojik dengenin yeniden kurulmasıyla değil; sermaye birikiminin sürdürülebilirliğiyle ve zaman kazanmakla ilgilenmektedir. Zaman… Peki ne için? Birleşik ve eşitsiz gelişen kıyametin dünyanın çoğunluğunu etkileyen ve zaten mevcut olan sonuçlarına maruz kalmamak için. Mülk sahibi sınıfların “mucize” çocuğu Elon Musk’ın “colonize Mars” (Mars’ı sömürgeleştir) sloganı ile duyurduğu projenin anlamı bu bağlamda açık olsa gerek.³ Bunun ötesinde, doğanın politikleştirilmesini içeren her talebe yanıt olumsuz olmaktadır.⁴ Bu bağlamda, kıyameti endişeyle izleyen mülk sahibi sınıfların, kıyameti yaşayan mülksüzlere yanıtıdır “Sakin ol, champ!”

Sanıyorum sorulması gereken en önemli soru şudur: Covid19 salgını ile iyiden iyiye görünür hale gelen içinden geçtiğimiz birleşik ve eşitsiz kıyametten “bizim cenahta” yeni bir politika doğacak mı? Bu soruyla, toplumun sınıflara bölündüğünü ve bu sınıflar arasındaki mücadelenin tarihin motoru olduğunu verili kabul eden bir politik hattın gerçek bir alternatif haline gelip gelmeyeceğini sorgulamak istiyorum. Şu şekilde açabilirim: Artık net bir biçimde kabul etmek lazım ki“geçmiş” ve onun uzantısı olarak “şimdi”, her türlü nostaljik ve solastaljik çağrışımlarıyla birlikte bitmiş durumda. İnsanlık, geri dönülmez noktayı geçti. Bu nedenle anlamlı soru, sınıfları ortadan kaldıracak bir mücadele içinde toplumu ve doğayı birlikte yeniden üretme mücadelesinin verileceği bir gelecek tasavvuru ortaya çıkarabilecek olup olmadığımızdır. Ve elbette şu: Bunun için toplumun ezici çoğunluğuna en gerekli ve özsel soruları sordurulabilecek miyiz?

Değeri kim, nasıl üretir?

Üretilen bu değere kim, nasıl el koyar?

Birleşik kıyametimizdeki eşitsizliğin temel nedeni nedir?

Kıyamet söz konusu olduğunda dönüşü olmayan noktayı nasıl geçtik?

Bu soruların sorulması için geçmişten ve şimdiden, dolayısıyla şimdi ile bağlantılı bir gelecekten ümidin tamamen kesilmesi gerekmektedir. Bunun için de kapitalizmin mitlerine direnmek...

İçinde bulunduğumuz birleşik ve eşitsiz kıyametin doğal, tarihsiz, normal ve alternatifsiz olduğu; bu apokaliptik dünyada mülk sahibi sınıflarla aynı gemide olduğumuz, mülk sahibi olmayan sınıfların kıyametten kurtuluşlarının olmadığı ve son olarak piyasanın canlılığı kıyametten kurtaracak asli mekanizma olduğu fikri kökten reddedilmelidir.

Reddedilmelidir çünkü canlılığın mülk sahibi sınıflarla birlikte yaşaması artık mümkün değildir. Jean-Luc Godard’ın Week-End’indeki (1967) meşhur repliğe referansla söyleyecek olursak: Mülk sahibi sınıfların dünyada yarattığı kıyametin üstesinden ancak daha büyük bir kıyametle gelebiliriz.

¹ Alain Badiou ve Slavoj Žižek’in ekolojik söylemi “günümüzün afyonu” olarak adlandırdığı hatırlanabilir.

² Bkz. E. C. Williams (2011) Combined and Uneven Apocalypse. Ropley: Zero Books; Erik Swyngedouw (2013) Apocalypse Now! Fear and Doomsday Pleasures, Capitalism Nature Socialism, 24:1, 9–18.

³ Bu kapsamda pek çok popüler bilim kurgu öyküsü ve sinema filmi yapılmış durumda. 2013 yılında Hollywood’da çekilen sınıf ayrımlarına dayalı bir dünyalar ayrışmasını konu edinen Elysium bir örnek olabilir.

⁴ Brezilya’nın faşist devlet başkanı Bolsonaro’nun Amazon ormanlarına ve yerli halkların topraklarına dönük saldırılarını tüm dünyanın izlediğini hatırlayabiliriz.

--

--