Başlamak neden zordur? | bir metilfenidat kullanıcısının günlüğü

nur yağmur çalışkan
9 min readJan 22, 2018

--

“bir metilfenidat kullanıcısının günlüğü” nedir?

14 yaşından beri konsantrasyon dağınıklığı belirtileri gösteriyor, 2012’den bu yana, dikkat eksikliği bozukluğu yani, ADD (attention deficit disorder) teşhisli bir “hasta” olarak varoluşuma katlanma yolları arıyorum. Etken maddeleri metilfenidat olan kırmızı reçeteli ritalin ve concerta kullanımıma, sayısız denemenin ardından son verdim. Odaklanma zorluğunun bir sonucu olarak ortaya çıkan (veya bir ihtimal olarak, odaklanma zorluğunun da sonuçlarından birini teşkil ettiği) -bilinçli ve bilinçsiz- acı, 34 yıldır hiç dinmedi. Tüm ömrüme bir leke gibi yayılan bu fenomenin etrafında biriktirdiğim duygu, düşünce ve deneyim yığınını yazarak azaltıyor, hafifliyorum.

Sanctuary by Sarah Treanor

“Çocukluğun sırrı da buradadır belki: Tamamlanmamış, sonlanmamış olduğunu hissetmek ve bunun yetmesi.”

Ali Ahmed Said Eşber (Adonis)

Annemin rahmine fiziksel olarak geri dönmeyi hiç istemedim. Fakat orada yaşarken duyduklarım, hayatım boyunca çağırdı beni. Bir köylünün duyduğu kent gürültüsü gibi çağırdı. Uzak, şekilsiz, devasa. Anneannemin ikindi vakitleri çalıştırdığı elektrik süpürgesinin içinden bağırarak çağırdı. Sınavlara hazırlandığım geceler, saatlerce açık bıraktığım saç kurutma makinesinin en sonunda patlayan ızgaralarından çağırdı. Yalnız evlerden değil, sokaklardan da çağırdı: Cevo’yu yürüyüşe çıkardığımda etrafında oyalandığım rögar kapaklarının altından. Tanımadığım evlerin mutfak ve banyolarından gelen su gürültülerini kulağıma çarparak.

Uzunca bir zaman, çoğu insan için katlanılmaz olan bu seslere duyduğum özel ilgiyi sorgulamadım. Ama bir başkası sorgulasaydı, muhtemelen şu cevabı verirdim: Çünkü beni, her şeyin yolunda olduğuna ikna ediyor(du). Çünkü beni, ipekten yapılmış bir duyguyla giydirip kuşatıyordu. Bana, telefonların çekmediği; google maps’in işaretleyemediği; kaygılarımın, kaygılarımızın elleyemediği bir boşluk açıyordu.

Okul yılları, özellikle de ergenlik zordu: Yalnızca öğrenci olmanın sorumluluklarını değil, eserikli genç kızlığın türlü çeşit içeriklerini organize etmek için de enerji gerekiyordu. Ödevleri tamamlamak, sınavlara hazırlanmakla bitmiyor; aşk acısı, yaşıtların zorbalığı ya da kuşak çatışmalarından sağa salim çıkmak; bunların eşantiyonu olarak gelen duygu paketlerini derli toplu tutmak; öyle ki, hayatı sürdürebilecek kadar denge ve düzen içinde kalmayı başarabilmek de gerekiyordu. Oysa ben, sabahları derse vaktinde gitmek için bile büyük bir mücadele veriyordum. Öyleyse kan gerekiyordu. Bir tarafım, bu dünyanın zamanı ve kurallarına karşı her gün yeni bir direniş örgütlerken; başka bir tarafım, kalkışmaları bastırmak için orantısızca güç uyguluyordu. Böylece hayat, bir çatışmaya dönüştü. Kendi kendimle.

İşte bu harp meydanının ortasında olağanüstü başka bir şey daha oluyordu: Sesler; saç kurutma makinesinin, elektrikli süpürgenin, kanalizasyon borularının sesleri, kendilerini bir bukle saç, bir at yelesi, bir kuş tüyü gibi üstüme doğru rastgele saçıp bırakıyordu. Ben, hiçbir yeri dolduramayan; hiçbir mekanda tam manasıyla var olamayan ben, bu serbestliğin içine her seferinde gönüllü olarak giriyor, -nasıl girmeyecektim ki- güvenle yerleşiyordum. Kapısını açıp oturabildiğim bana ait bir uzay parçası. Duvarları camdan bir oda. Bir su altı mağarası. Her şeyiyle biricik, yalnızca benimle ilgili ve tamamen görünmez.

Seslerin acelesi yoktu. Dağılıp kaybolacakları an gelinceye kadar, orada kalabilmem için olabildiğince yavaşlıyorlardı. Böylece beni de yavaşlatıyorlardı. Bu, -heyecanımı bağışlayın- başlayabilmek için bir fırsat demekti. Ve, benim için nadir; hayır imkansız bir şeydi.

Başlamanın kişisel imkansızlığı

Sabahları uyanamayışımı açıklayabilecek herhangi bir fiziksel rahatsızlığa sahip değilim. Fakat, kaynağını ruhumdan aldığını düşündüğüm hatırı sayılır gerekçelerim var. Aslında tek gerekçem var: Başlamak’tan ödüm kopar. Çünkü, -öyle ya- bir kere başladı mı, bitmeye doğru ilerlemesi gerekir. Ve bana göre, bir şeyin “bitebilmesi” için tam olmayı, tamamlanmayı hak etmesi şarttır. Öyle ki son haline, mevcut imkanların elverdiği ölçüde kotarılabilecek en eksiksiz şekilde ulaştırılmalıdır. Bu da, bitirilmesi gereken her iş için çok ciddi bir emek sürecine girmekle eşdeğerdir. Kısa yoldan söyleyeyim: Bu, öldürücü bir şeydir. İnsan, yaşarken meşgul olduğu irili ufaklı tüm uğraşları kusursuz kılabilmek için bütün varlığını ortaya koyabilir mi? Her şeyden önce, bütün uğraşlar buna değer mi? Gücünü, zamanını ve kaynaklarını her seferinde bunca ölçüsüzce kullanıma açmak, en sonunda onu yorgun düşürmez mi? Bu, başarılabilen bir şey mi?

Değildi. Ben de zaten başaramıyordum. Evvela, yapılacakları bir önem ve öncelik sıralamasına sokamıyordum. Bu yüzden kaynaklarımı işler arasında ölçüsüzce pay ederek harcıyor; sonunda, her şeyden biraz yapmış ama hiçbir şeyi tamamlayamamış olarak, tükenmiş, ümidini kaybetmiş biçimde kalakalıyordum. Beri yandan, bir şeyi “olduğu kadar” ıyla tamamlamaya çalışmak da acı vericiydi. Çünkü, gerçekçi olalım, hiçbir şey bittiğinde hayalimde canlandırdığım kadar iyi görünmüyordu. Bu “yetersiz” iyilik hali küstürüyordu beni. Vasat hedefleri tutturmak, bir övünç kaynağı olmak şöyledursun; katlanılmazdı. Bir yazıyı bitirip teslim ettikten sonra ona göz atmak, şöyle bir okumak bile imkansızdı: Ya yaptığım bir hatayı fark edersem… Düzeltmek için artık çok geç olan bir hatayı.

Rahmin zamanı dünyanın zamanına karşı

Üniversite yılları boyunca sayısız saç kurutma makinesini hurdaya çıkardım. Onların yardımıyla çalıştığım sınavlarımı verip işe başladıktan aylar sonra bir sabah, elim su toplamış şekilde uyandım. Önceki gece, çok kötü bir günün ardından, biraz iyi hissedebilmek için makineyi açık bırakıp yatağa uzanmış ve uyuyakalmıştım. Patronuma elimin nasıl bu hale geldiğini açıklarken zorlandığımı hatırlıyorum. Bana bir ucubeymişim gibi baktı. Öyle bile olsa yalnız değildim; tuhaflığımı paylaşan başkaları da vardı. Bir gün bir arkadaş toplaşmasında, davlumbaz sesine bayılan bir adamla tanıştım. Bana her şeyi anlattı:

Saç kurutma makinesi, elektrikli süpürge ya da su sesini benim gibi bazı insanlar için bu kadar özel yapan şey, anne karnındayken duyduğumuz seslerle benzer bir devamlılık frekansı taşımalarıydı. Tıpkı beyaz rengin, içinde tüm diğer renkleri barındırması gibi, bu sesler de, insan kulağının alabileceği bütün seslerin frekanslarını içerdikleri için white noise (beyaz gürültü) diye anılıyorlardı. Doktorların, ağlaması durmayan bebeklerin ebeveynlerine, gecenin bir körü olmadık ev gereçlerini çalıştırmayı önermeleri bundandı.

Hayret, heyecan ve korkuyla karışık bir şey gelip içime oturdu. Nasıl olurdu! 22 yaşındaki yetişkin bedenim bir yanılsama mıydı? Bunca zaman, ağlamayı durduramayan bir bebeği avutmakla meşgul olduğum için mi büyüyememiştim? Kendimi en son annemin karnındayken mi güvende hissetmiştim? Ellerimi iki yanıma koyup davlumbaz sesine bayılan adama baktım. Gururum incinmişti. Beri yandan elektrikli süpürge, davlumbaza bin basardı.

Böylece içimdeki nar dürtüldü, fitil ateşlendi: Ellerime su toplatıp beni patronlara madara eden bu esrarengiz “woaaaam” un sırrını çözmeye karar verdim. Jinekoloji 101: Ana rahmindeki “amnion” dedikleri sıvının içinde ağırlıksızca duran fetus, yine bu sıvının ses frekanslarını iletmesiyle, on yedinci haftada duymaya başlıyordu. Hayalimde, vahşi bir ormanda hayvanlar tarafından büyütülen o çıplak çocuğunkine benzer bir dünyası vardı:

Organların rahim duvarına çarpan gündelik gürültüleri; genişleyip daralan, yaklaşıp uzaklaşan karın kasları… Kalbin hızlanan ve yavaşlayan müziği. Anne konuşunca ses tellerinden kopan titreşimler, akciğer platosundan aşıp, aşağı doğru dağılıyor. Bağırsaklar, silkelenecek gibi olup yeniden kendi üstlerine yığılıyor. İleride kutsal plasenta ırmağı, sularını, bu artık bakir olmayan coğrafyanın en yüksek noktasından aşağı bırakıyor. Hiç durmadan dökülüyor. Bu kadar dökülürsem taşmaz mıyım, diye endişelenmeden dökülüyor.

Rahimdeki rutin senfoni kabaca böyle bir şeydi. Bebek, seslerin kesintisizce sürdüğü bu hareketli ortamda aylar geçirdikten sonra, gürültülerin bölünerek devam ettiği bambaşka bir dünyaya doğuyordu.

Birisi zili çalıyor ve bırakıyor. Anne biberonu çalkalıyor ve duruyor. Hayırlı olsuna gelenler sohbet ediyor ve bir süre sonra konuşmaktan sıkılıyorlar. Bir vakit oluyor, her şey kapanıyor, her şey susturuluyor; tüm ev, tüm sokak, tüm şehir ıssızlaşıyor. Gece ve uyku başlıyor.

Vahşi ormanın fetusu, yeni “medeni” yuvasına alışmakta zorlanıyordu. Nefesi kesilene kadar ağlamakta haklıydı. Çünkü bu dünyanın ses düzenine uyum sağlamaya çalışırken, aslında çok daha dramatik bir değişim geçiriyordu: “Zaman” ı kavrıyordu. Üstelik, onun olmadığı bir yerden geliyorken.

Ses, değişim, sonsuzluk

Sesin oluşabilmesi için mutlaka bir titreşim hareketi gerekir. Bir nesnedeki komşu moleküller titreşimi önce birbirlerine, sonra havaya aktarır. Titreşen hava yayılarak kulağımıza gelir ve bir etki oluşturur. Böylece işitiriz.

Sesi ölçmek için titreşimleri sayarız, yani zamanı kullanırız. Bir olayın birim zaman (örn. bir saniye) aralığında hangi sıklıkla, kaç defa tekrarlandığı, frekans bilgisini verir.

Mozart, “Müzik notalarda değil, aralarındaki sessizliktedir” derken pek çok başka şeyi birden söylemiş olabilir ancak bana kalırsa, sesin zamanla ilişkisine dair epey heyecan verici bir gerçekliği de ifşa etmiştir: Notaları görünür yapan, “es” dediğimiz nefesler, yani boşluklar, yani titreşen bir sesin bir sonraki titreşime kadar beklediği aralıklardır. Bu aralıklar, kendilerinin var olmadığı bir aralıksız hali, -müziği- açığa çıkarır, görünür kılarlar. Yani aslında varoluş, bir sonsuzluk biçiminde akmaktadır ve bu akışın kesintiye uğramasıyla zaman belirir. Daha doğrusu biz, büyük ihtimalle, sonsuzluğu zihnimizle algılayabilmenin bir yolu olarak, bu sonsuzluğun içinde bazı yarıklar açmayı, kesintiler oluşturmayı akıl etmiş; fakat nihayetinde sonsuzlukla değil, yarığın kendisiyle, zamanla ilişkiye girmiş; yaşamı zaman üzerinden değerlendirip deneyimlemeye başlamışızdır.

Hayatımın en tuhaf meselesi kendini, işte böyle sürprizli biçimde kat kat açmaya başladı. Jinekoloji alanındaki okumalarımı atom fiziğine ve görelilik teorisine kaydırdım. İnternetten indirdiğim yeni beyaz gürültülerimi kulağıma takıyor ve saatlerce düşünüyordum:

Dikkat eksikliği ve odaklanma zorluğu, başlamak eylemini nasıl algıladığımız ve gerçekleştirdiğimizle doğrudan ilgili biçimde ortaya çıkıyordu. Başlamakla ilgili algımız ise, zamanı nasıl kavradığımıza göre şekilleniyordu.

Zamanı kavramak, hareketi ve değişimi kavramakla ilgiliydi. Penceresiz, ses geçirmeyen -zaman bilgisine ulaşma imkanlarınızın olmadığı- bir odada, toprağından koparılmış bir ağaca baktığınızı hayal edin. Bakma eylemine başladığınız andaki koşulların değişime uğramadan aynı kalması boyunca, ne kadar zaman geçtiğini algılamakta zorlanabilirsiniz. Acıkmadığınız, tuvalete gitme ihtiyacı hissetmediğiniz ya da ağaca bakmak dışında zihninizi bölen başka bir şeyle meşgul olmadığınız -yani vücudunuzda sizi uyaracak herhangi bir değişim meydana gelmediği- sürece, bakma eyleminin bir saat ya da bir gün sürdüğünden emin olamayabilirsiniz. Rüzgarla yaprakları sallanan, üzerine güneş vuran bir ağaca bakarken, kıpırtısız bir ağaca bakarken olduğundan daha güçlü bir biçimde zamanı algılarsınız.

Böyledir çünkü zaman, hareket eden cisimler ve meydana gelen değişimler arasında yaptığımız belirli bir sıralamadan doğar. İngiltereli fizikçi Julian Barbour, zamanın, “sürekli birbirine değişen ardışık görüntüler, ardışık fotoğraflar”dan başkası olmadığını söyler. “Ben size bakıyorum; siz kafanızı sallıyorsunuz. Bu değişim olmadan, herhangi bir zaman kavramımız olmazdı.”

Bir çıpa olarak zaman

İyi haber: Zaman yoktu. Kötü haber: Zamanı algılama biçimlerimiz vardı. Hayatımızı daha vazgeçilmez ya da kolayca gözden çıkarılabilir yapan tam da buydu. Çevremizdeki değişimleri nasıl algılıyorsak, zaman bizim için öyle biçim(ler) alıyor ve bizi, aldığı bu biçim(ler) doğrultusunda dönüştürüyordu.

Buna hepimiz aşina değil miydik? Kalbimizi çarptıran birinin yanında saatlerin su gibi aktığını, bazı şeylerin geçmesini beklerken gecelerin sabaha hiç varmadığını ve elbette kimi anların milyonlarca yıl sürdüğünü… bilmiyor muyduk?

Öte yandan, yine Barbour’un da altını çizdiği üzere, zamanı, bir okun üzerinde ilerleyebileceği yan yana sıralanmış anlar bütünü olarak; lineer, yani doğrusal algılama eğilimine sahiptik.

Hipotezime göre, zamanı fazlasıyla doğrusal algılayan insanlar, odaklanma problemleri yaşamaya daha meyilli oluyorlardı. Bu ise, zamanın bir bütün yerine, kompartımanlardan oluştuğunu varsaymakla aynı şeydi. Hepimiz, bu kompartımanların geçmiş-şimdi-gelecek isimleriyle birbirlerini ardıl biçimde takip ettikleri illüzyonunu yaşıyorduk. ADD’liler ise farklı olarak, her insanın az çok sahiplenmeye yatkın olduğu bu kompartıman konseptine biraz abartılı biçimde uyumlanıyorlardı. Geçmiş, şimdi ve gelecek’in sınırlarını, gündelik hayatlarının içinde kayıtsız kalınması mümkün olmayacak bir kalınlıkta işaretliyor; bir sınır bölgesinden diğerine geçişi, sorumluluklarına sadık kalmalarını akamete uğratacak kadar mesele ediyor, nihayet bunlardan birinin, çoğunlukla da geçmiş ya da geleceğin içinde sıkışıp kalıyorlardı. Bu da, hiçbir kere zaman yarığını aşıp sonsuzluk nehrine karışamamak, onunla uyum içinde akamamak ve elbette hiçbir kere tam manasıyla huzur duyamamak, hafifleyememek demekti.

Hafifleyemezdim. 32 yıl boyunca hiç hafifleyemedim. Çünkü zamanı algılayışım, zamanla kurduğum ilişkinin içeriği, beni yerçekimine zincirledi. Tam suya güvenip serbest bırakacakken kendimi, ya geçmişten sürüklenen bir başarıyla çarpıştım ya da gelecekte uğranması muhtemel bir başarısızlıkla oyalandım. Şimdi’yi mükemmelen deneyimlemek en büyük, en gizli arzumdu. Bu yüzden hep kıyasladım. Bütün anlarımı, başka anlarımla. Başkalarının başka anlarıyla. Her birinin özgünlüğünden habersiz.

Şüphesiz ki Ferit Edgü’nün,

“Başlamak, güç olan bu.
Öyleyse başlamayı bırak, devam et.”

dizelerinde henüz eremediğim bir hikmet vardı. Zaman, vücudumdaki bir yara ya da aklımdaki bir düşüncenin yumrusu gibi bana sürekli kendini, bulunduğumuz noktayı hatırlatıyor, konsantre olabilmek için unutmama, böylece ilerlememe, yani başlamama mani oluyordu. Sezgilerim, bu zinciri kırabilmenin bir yolu olarak beni seslerin şifasına yönlendirmişti. Elektrik süpürgesi ya da saç kurutma makinesini dinlerken, zaman algımın şimdiki gibi çarpık olmadığı, belki de mevcut bile olmadığı anne karnında geçirdiğim dönemi, o dönemin ruh halini geri çağırıyordum. Dinlediğim beyaz gürültüler, kendimi yine o zamansızlıkta hissetmemi sağlayacak atmosferi yaratmama yardımcı oluyordu.

Başlamaya başlamak

Annemin rahmine fiziksel olarak geri dönmeyi hiç istemedim. Fakat orada yaşarken duyduklarım, hayatım boyunca çağırdı beni. Çünkü her insan yavrusu gibi, kendi yetişkinliğimin gönülsüz bir başlangıcıydım. Bir “zaman”lar, sonsuz kaygısızlık içinde yüzebildiğim bir yerden, -kanlı direnişime rağmen- koparılan bir ihtimaldim. Ve bir daha hiçbir zaman kavuşamayacağım o sıcak ülkenin vatansızı olmaya katlanamıyordum.

Sesler bana yol gösterdi. Rahmin vahşi ormanında bir fetusken, sonsuz plasenta ırmağını nasıl dinlediğimi işte böyle hatırladım. Sınırlı, sonlu şeylerin dünyasında yaşadığımı işte böyle unuttum.

Ama unutmak işleri yoluna koymadı. Bazı acıları biraz erteledi, o kadar. Hayatta -kendimiz dahil- hiçbir şeyin tam olamayacağını, tamamlanamayacağını kabullenmek hiç kolay değil. Fakat bir gereklilik. Çünkü başlamak ve yaşamak, her ikisi de, -birbirinden aldıkları ilhamla- bilinmeyene güvenmekle ilgili. Yenileceğine, yanılacağına pay vererek. Sonunda hiçbir zaman o sıcak ülkenin vatandaşı olamayacağınla yüzleşerek. Başlamak, tıpkı yaşamı sürdürürken yaptığımız gibi, bitirmek için bir girişimde bulunmak demek. Ve bununla birlikte, bitirememeyi göze almayı, bunun için belli ölçüde cesaret duymayı gerektirdiği de aşikar. Okuduğunuz günlük kaydı, işte bu cesaretin izinde düşe kalka ilerlediğim; bir çiçek buketi gibi kucağıma bırakılan anlamsızlığa gözyaşları ve dans adımları eşliğinde biçim vermeye çalıştığım sekiz ayın içinde son halini aldı. Dolayısıyla, günlük dizisinin tamamından olduğu üzere, bu yazıda da, kişinin tüm varlığıyla seferber ettiği bir bütün olma gayretini ve acısını göreceksiniz. Ve umuyorum ki her birinizin son paragrafı kafanızda tekrar ve tekrar yazma girişimleriyle, bu metin hiç tamamlanmayacak. Çünkü kendimi, ilk paragrafı yazmaya böyle ikna ettim: Başlamaktan ödüm kopuyordu, yine de hiçbir zaman bitiremeyeceğim ihtimaline razı geldim.

bir sonraki günlük kaydında ne okuyacağız: metilfenidat zaman algımızla nasıl oynar?

--

--