Mükemmel Londra Gezisi (2)

Nuray Şirin Göktaş
8 min readMay 22, 2016

--

HARRODS

Sera beni Harrods’a götürmek istiyor. Çünkü, Selfridge dizisi Türkiye’de yayınlanmaya başladığında birlikte izlemiştik ve ben onların kutularına, kurdelalarına, vitrinlerine vurulmuştum. Hatta, evet, utanmalı mıyım bilmiyorum ama kızım Nottingham Üniversitesi’nde yüksek lisansa başladığında, ona Selfridge’den bir hediye paketi bile göndertmiştim, online alışveriş yaparak. “O paketlerden almalı” diye düşünmüştüm, “o paketler herkesi mutlu eder, içinde ne olduğu önemli değil.” Selfridge o şaşaalı günlerini yaşamıyormuş artık, Harrods’un zenginliği, kalem ve kırtasiye reyonunun çeşitliliği insanı mutlu ediyor tabii.

İngilizlerin yaşanabilecek her tür durum için basılmış kartpostalı var sanırım, dolayısıyla marketlerde bile kart reyonları çok yer kaplıyor. Harrods’daki Milyonerler Kulübü’nde, ne işe yaradığını muhtemelen yaşım ve üç boyutlu oyunları bile algılayamama sorunum yüzünden anlayamadığım teknolojik aletleri, çoluk çocuk deniyor. Daha ilk gün ve ben en yenisi ikiyüzyıllık bu binaların, yüzelli yıllık işletmelerin içerisindeki zenginlikle dağılmış durumdayım. Olgun, yakışan, doğru taşınan bir zenginlik gibi duruyor. Yorulduk ama sıkılmadık 1834’de kurulmuş Harrods’u gezerken.

WINTER WONDERLAND

Kış nedeniyle Hyde Park’ta kurulan Londra’daki en büyük yılbaşı aktivitesi aslında. Yiyecek, içecek, alışveriş, konser, tabii ki buz pateni. Fakat o kadar büyük bir kalabalık var ki sanki koca Londra’da başka gidecek yer yok ve herkes oraya gelmiş. Wikipedia Londra’da beş havaalanı, 143 kayıtlı park, 8,5 milyon merkezi nüfus ve 300’den fazla da konuşulan dil olduğunu yazıyor. Kilometrekareye 4600 kişi düşüyormuş ve ilerleyen günlerde görüyorum ki nüfusun çoğunluğu da dışarıda yaşıyor, nereye gitsek kuyruk bekliyoruz.

İNGİLİZ KAHVALTISI

Cumartesi Portabello günü. Eğer antikaya biraz ilginiz varsa bu adı defalarca duymuşsunuzdur. Londra’nın en ünlü antika pazarı, Berlinin 17 Juli’si gibi, turistik ve muhtemelen pahalı. Ancak o kadar yorgunuz ki programda değişiklik yapıp onu bir sonraki haftaya bırakıyoruz. Angel’da Breakfast Club’da İngiliz kahvaltısı yapacağız ama o kadar kolay değil. İçerideki küçücük salonda birkaç masada insanlar kahvaltı ediyor ve kapıda kuyruk… Onlar doydukça yenileri içeri alınıyor ve hava soğuk. O kadar güzel, renkli, cıvıl cıvıl bir mekandayız ki, hafta sonu olmasının da etkisi muhtemelen, soğuk bile engel değil aslında. Sera bizi özgür bırakıp, kendisi kuyrukta beklemeye başlıyor.

Biz Hıdır’la Camden Passage gezmeye başlıyoruz. Tabii ki antika pazarı da var ama asıl dikkat çekici olan küçük tasarım dükkanlarının bolluğu ve dükkanların her birinin diğerinden farklı bir ürün, yaklaşım, hayat bakışı, renkle size yaklaşıyor oluşu. Varlıklarını da sürdürebiliyorlar demek ki. Satıcılar arasında İngiliz de var iranlı da. Batılılar genelde pazarlık etme meylinde olmuyor ama güven veriyorlar, üçüncü dünya mensupları ile ise daha rahat ilişki kuruyor, alışveriş yapıyor, pazarlık yapıyorsunuz ama her nedense hep bir söylenene tam güvenememe hali sözkonusu oluyor.

Sıramız geliyor, güzel ve özel olmaya çalışmamış bir dekorasyonu olan Angel’daki kahvaltı masalarından birine alınıyoruz. Dışarıda kuyruk hiç azalmıyor ve onlara bakmamaya çalışarak kahvaltı edeceğiz şimdi.

İngiliz kahvaltısı, benim gibi Türk kahvaltısı aşığı bir kadın için oldukça ilginç: Domuz pastırması, mantar, domates, fırınlanmış kuru fasulye, yagda yumurta, yaglı ekmek, kızarmış sosis, kızarmış patates. Yanında ise portakal suyu ve de ayrıca cay veya kahve. Çok umutsuz başlayıp hem doymuş ve hem de ağzımda değişik ve hoş tadlarla bitiriyorum. Bu kahvaltıyı kesinlikle deneyebilirsiniz.

MILLENIUM KÖPRÜSÜ

Görev: Yürüyerek geçilecek ve yerlere bakılarak minik idoller aranacak. Sera bizi ikinci gün akşamı Milennium köprüsü’de, Londra’nın bu 325 metre uzunluğundaki asma çelik köprüsünde gün batımı ve harika bir öykü ile tanıştırıyor.

Fotoğraftaki adam Ben Wilson, nam-ı diğer “Sakız Adam”. Milenyum Köprüsü’ne atılan ve ezilen sakızlardan sanat yaratmış, onlarca var bu sakız resimlerden, saatlerce boyuyor. Sakız boyamaya 1998 yılında başlamış, 2004 yılından bu yana da tam zamanlı olarak yapıyor. Şimdiye kadar 10.000 civarında sakız resmi olduğu sanılıyor. Aslında sanatçı bir ailenin oğlu ve kendisi de sanat okumuş.

İngiltere’nin kaldırımlara atılan sakızları temizlemek için yılda 150 milyon pound civarında harcadığı düşünüldüğünde Wilson’un sakız resimlerinin ekonomik bakımdan katkısı olduğu bile savunulabilir. Her ne kadar bunun Wilson’un sorunu olduğunu düşünmesek de

LONDON EYE-PARLAMENTO-BIG BEN

Özellikle son yıllarda çok gezdik. Değişik coğrafyalarda farklı türevlerde geziler yaptık. Bu gezilerin ortak noktası programın ağırlıklı olarak benim tarafımdan oluşturulması ve mutlaka müze, mutlaka o kentin sembollerinden birini ziyaret, mutlaka kırtasiyeci gezisiydi. Bu kez farklıydı. Farklardan biri hiçbir sorumluluğumuzun olmayışıydı ki bu Hıdır’la benim için feci bir farktı. Bir gün otelde asansöre bindiğimizi ve kat düğmesine basmadan beklediğimizi farkettik, ona bile Sera basıyordu çünkü ve o anda o asansörde değildi. Biz aasansöre binmiş bekliyorduk. Beş, belki on saniye sonra farkına vardık beklediğimizin ve gülme krizine girdik, birisinin elimizden tutmasına ne kadar çabuk alışmıştık.

İkinci fark geziye tad unsurunun katılmasıydı. Bizim gezilerimizde bu hiç çok önemli olmazdı, oysa şimdi özel her tadı yiyor ve içiyorduk. İngiltere’de bir “five o’clock tea” deneyimi sırasında scone yemek, Serasız mümkün olamazdı mesela. (Scone’u Sayın Arman Kırım pek güzel anlatıyor, ben sustum.)

Bir başkası da London Eye, Big Ben ve Parlamento binasıydı. Görmemiz lazımdı ama bu gezide daha fazla zaman ayırmayacaktık onlara. Biz de gittik ve gördük.

Çanları dinledik. Kule eski Westminster Sarayı’nın 16 Ekim 1834’de bir yangın ile tahrip olmasından sonra Charles Barry’nin yeni saray tasarımının bir parçası olarak dikilmiş. Kule Victoria Gotik stilinde ve 96.3 metre yüksekliğindeymiş. Kule üzerinde bulunan saatin ağırlığı 5,5 ton, çanın ağırlığının ise 13,5 ton olduğu söyleniyor ve çan çaldığı zaman sesi 14 km uzak mesafeden duyulabiliyormuş. (Wikipedia)

London Eye’dan Londra izlemenin hoş bir deneyim olduğunu duyduk, bir başka sefere erteledik. Yine Wikipedia’ya göre, Merlin Entertainments London Eye (bilinen kısaltması ile London Eye ya da Millenium Jant), 135 metre yükseklikte, Avrupa’da bilinen en yüksek dönme dolap. Birleşik Krallık’ın en popüler turistik mekanı olmak üzere yılda üç milyona yakın turist ziyaret ediyor. Tasarımı da David Marks, Julia Barfield, Malcolm Cook, Mark Sparrowhawk, Steven Chiltonve ve Nic Bailey tarafından yapılmış. Belki merak eden vardır.

Westminster Parlamento Sarayı ise nehir kenarında, UNESCO kültür mirası eserler arasında, 1100 odalı bir 19. yüzyıl binası.

TOWER BRİDGE, NAM-I DİĞER KULE KÖPRÜSÜ

Thames Nehri üzerinde yer alan iki katlı bir açılır kapanır, küçük ve özllikle geceleri büyüleyici güzelliğe sahip bir köprü. Yıllar boyunca, kentin iki yakasındaki trafiği birleştirmiştir.Londra Kulesine yakın olduğu için “Kule Köprüsü” olarak adlandırılmıştır. 1894’te kullanıma açılan köprü, Baskül köprü türü köprülerin en ünlülerinden biridir. Köprü yüksek seviyeden iki yatay yürüyüş yolu ve aşağıdan bir araba yoluyla birbirine bağlanmış iki kuleden oluşuyor.

Köprünün inşası 1886 yılında başlayıp 8 yıl sürmüş. O dönemde hidrolik bir düzenekle açılan köprü kanatları Bugün, elektrikli sistemle açılmaktadır.

BUCKINGHAM SARAYI’NDA NÖBET DEVİR TESLİM TÖRENİ, TRAFALGAR SQUARE, ADMIRALTY ARCHE

Biz bu geziyi Aralık 2015’de yaptık. Şu anda Mayıs 2016 ve ben artık aldığım notlar, elimdeki biletler ve fotoğraflar -ve herhalde bu kadar az fotoğraf çektiğim bir gezi olmamıştır, dolayısıyla fotoğrafların neredeyse tamamı Sera’ya ait — birkaç kitap defter ve hediyelik eşya ile bu notları yazıyorum.

Genel olarak demeliyim ki İngiltere beni şaşırttı. Yurtdışı gezilerinde alıştığım büyüklüklerden, biçimlerden, renklerden farklıydı. İnsanlar gündüz çok kibar gece pek çakırkeyif ve çıplaktı. Aralık ayında, yaz aylarında yaşıyormuş gibi gezinen insanlar pek şaşırttı bizi. Herkes sokaklardaydı. Kimse çalışmıyor da yiyor içiyor ve geziyor izlenimi edindim sürekli. Nedeni hakkında en ufak bir fikrim yok. İkinci olarak ben oraya üniversite mezunu da olsa, bana göre bir çocuk göndermiştim. Evet yalnız yaşama deneyimi vardı, evet dünya görmüştü filan ama bir evladın altı ayda bu kadar büyüdüğünü tespit etmek bir taraftan ürkütücü, diğer taraftan çok tatmin ediciydi. Sanki Hıdır’la ben bu tatilde daha az ebeveyndik, yani bizi koruyan kollayan birisi vardı.

Buckingham Sarayı kapısında kılı kıpırdamayan nöbetçi fotoğraflarını muhtemelen çocukluğumdan, Hayat dergisinin sayfalarından hatırlıyorum ilk olarak. Biz Hayat dergisi sayesinde Kraliyet aileleri ile birlikte büyüdük. Monaco ve İngiltere prens ve prensesleri her zaman gündemimizde oldu. Saraydaki nöbetçilerin görev değişikliğinin oldukça büyük bir seramoniyle olduğunu söyleyen Sera, bunu kendisinin de görmediğini sabah birlikte izleyebileceğimizi söyledi.

St. James Parkında krep yiyerek başladığımız gezi feci bir kalabalıkla sürüklenerek Buckingham Sarayı’na götürdü bizi zaten. Dünyanın her yerinden, her renk, her yaş yüzlerce insan birlikte bir nöbet devir teslimi izleyecektik. Victoria heykelinin altı, Saray’ın önü çoktan kameralarını, cep telefonlarını hazırlamış insanlarla doluydu. Meydanın dört köşesinden değişik giysileriyle gelen atlı polisler, askerler ya da adı her ne ise nöbetçiler, müzik eşliğinde saraya girdiler ve bando bize Star Wars’ı bile dinletti. Kraliçe saraydaki bir pencereden, perdeleri ardından çaktırmadan bakıp “of artık gidin” diyor mudur ki diye ara sıra pencerelere baktım ama yaprak kımıldamıyordu :)) Çok yorulduk. Biraz daha kısa bir versiyonu olsa bu törenin, eminim ben çok daha mutlu olacaktım.

Törenden sonra programdaki Trafalgar Square ve devamını gezdik.

Trafalgar Square Londra’nın ortasında bir buluşma noktası. Nelson sütununun, the National Gallery’nin bulunduğu, bazen açık hava konserlerinin ve kutlamaların yapıldığı bir meydan. Admiralty Arch ve Whitehall yoluyla Buckingham Sarayı’na kadar uzanıyor.

COVENT GARDEN

Konuyla ilgili keyifle okuyacağınızı düşündüğüm bir blog yazısı, deftervebavul’da var.

Bu rengarenk mekanlar, minik ve özel mağazalar, tiyatro ve opera zengini yöreye çok az zaman ayırabildik. Birkaç dükkana girdik, birinden, Neil Yard‘dan ben kendime hala kullandığım ve çok da memnun olduğum doğal kozmetikler aldım. Fotoğraflar çekip bolca selfie yaptık. Bunlardan biri şu anda Marmara’da masamda duruyor. Sera geçen yıl çok tatlı bir gelenek başlattı aile buluşmalarımız için. Fransa-Nice’de deniz kıyısında çekilmiş üçümüzün bir diğer fotoğrafı da Hıdır’ın Alaçatı’daki masasında birlikteliğimizi hatırlatıyor. Her yıl aile buluşmamızın bir fotoğrafını ahşap bir karta basılmış olarak, “I’ve been here!” Başlığı ile ve bu ahşap çerçevenin ayakta durabilmesi için tasarlanmış bir ayakla birlikte postalıyor bize.

Nice de Sera’nın projelerinden biriydi aslında. Önce lise 2’de Tevfik Fikret Lisesi öğrencileriyle bir yaz okuluna katılmış, o kadar sevmişti ki, yıllardır Nice’i mutlaka birlikte görmemiz gerektiğini söyler dururdu. 2015 Nisan ayında hayalleri gerçek oldu. Ben de nihayet Provence’i gördüm. Hıdır da bütün antika pazarlarını dolaştı Güney Fransa’nın :))

Mükemmel Londra Gezisi (3): Mezuniyet, Nottingham, kütüphane, müze, opera, alışveriş vs…. (Yoruldum, acıktım ve üşüdüm ama, insaf 😜 )

Originally published at yolhikayeleriblog.wordpress.com on May 22, 2016.

--

--