Meh Jenerasyonu
Bu yıl; 19 Nisan 2018 tarihinde Maslak UNIQ’de her yıl çıtayı biraz daha yukarıya taşıyan “Marketing Meetup” etkinliğinde konuşma şansına sahiptim. “Deneyim” konusunun işlendiği bu yılki etkinlikte teknolojiyle beraber deneyimlerin değişen yüzünü dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Konuşmam sonrasında en akılda kalan ve gerek bana kişisel olarak yazılan mesajlardan, gerekse sosyal medyadaki paylaşımlardan anladığım kadarıyla merak edilen “meh jenerasyonu” adıyla anlattığım kısım oldu.
Bu sebepten de bu yazıyı yazmayı kendime görev bildim 😃 Bu vesileyle o gün dinleyen, gelip tanışan, sosyal medya üstünden benim için son derece güzel yorumlarda bulunan herkese, böylesi güzel bir etkinliğe genç yaşında imza atan Necip Murat’a ve geçen sene kendisine laf ettiğim için bu yıl ayağının balatasıyla konferansa katılan Sophie’ye buradan bir kez daha teşekkürü borç bilirim.
Şimdi, nereden çıkarttım ben bu “Meh Jenerasyonu” tanımını?
Efendim şöyle ki, pazarlama ve reklam dünyasında, bilhassa ajansların (reklam, medya satın alma vb.) ve markaların pazarlama/iletişim departmanlarının çok iyi bildiği bir tanım vardır: “Hedef kitle”
Bütün dert bu kitle üstünde döner. 2 aşaması vardır genelde de:
1- Tanımlamak
2- Marka mesajını aktarmak
Bu birinci kısım kimi zaman marka tarafında çözülür, kimi zaman ajans tarafında cevval stratejistler ve hatta medya analistleri tarafından. İşte; biz kime konuşuyoruz? Bu markanın hedeflediği kesim kim? Bir erkek olsa kaç yaşında olurdu? Bir kadın olsa anne mi olurdu? (LGBT’ler henüz bizim topraklarda hedef kitle olarak kabul edilmez. Yani edilir de, yardımcı oyuncu gibi konumlanır, seks shop’lar dışında kalan hiç bir büyük marka -henüz- açık açık bu kitleye gitmedi. Neyse bu da başka bir yazı konusu zaten tek başına)
İşte böyle bir takım sorular ile markanın mesajını (satın aldırmak, farkındalık yaratmak vb.) ileteceği grup belirlenir. Bu grup belirlenirken de bana göre artık inceden geçerliliğini yitirmiş ama farklı hedef kitleleri büyük parantezler içine almak konusunda halen faydalı olduğu su götürmez bir gerçek olan “jenerasyonlar” devreye girer. (Böyle yazınca da pembe dizi ismi gibi oldu, ki hakikaten de vardı öyle bir dizi yanılmıyorsam. Neyse konuyu dağıtmayalım.)
Bu jenerasyonlar, yani daha Türkçesi ile “kuşaklar” farklı kısaltmalarla açıklanır. Merak edenler uzun uzun detaylıca araştırıp, neden isimleri böyle, neden bu yaş grupları bunlara bakabilirler ama özetlemek gerekirse, yaşlarına bağlı olarak bu kuşaklar şöyle gruplandırılıyor:
Yapıcılar/İnşa ediciler (Builders): 71 yaşın üstündekiler (Misal, dayım burada)
Çocuk Yapanlar (Baby boomers): 52–70 yaş arası (annem, babam filan alayı burada)
X Kuşağı (Generation X): 37–51 yaş arası (ben buradayım işte)
Y Kuşağı (Generation Y): 22–36 yaş arası (kardeşim burada)
Z Kuşağı (Generation Z): 7–21 yaş arası (bu grup “millennials” olarak da adlandırılıp karıştırılabiliyor)
Alfa Kuşağı (Generation Alpha): 7 yaşın altında kalan kuşak. (ki burada da benim oğlum var)
İşte ister tüyü bitmemiş startup olsun ister yılların holdingi, tüm markalar bu jenerasyonlar, yani kuşak grupları üstünden müşterilerine en doğru hedefi/hizmeti/ürünü sunmaya çalışıyorlar. Çünkü inandıkları şu ki; hedef kitleyi tayin edip bunu da kuşak analizleri ve tanımlamaları ile birleştirirsek, turnayı gözünden tanırız, vurmamıza gerek kalmaz.
Doğrudur da, ama bana göre artık yetersiz.
“Ya sen kim köpek?” demeyin hemen, bakın açıklayacağım: Başımıza ne geliyorsa teknolojiden.
Bunu negatif anlamda söylemiyorum, hem pozitif HEM de negatif anlamda söylüyorum. Teknoloji ile önce kuşakların arasındaki mesafe açıldı. Cep telefonu kullanmayı beceremediği için anasıyla babasıyla dalga geçenleri şimdi VR ve AR ile kendi çocuklarıyla, kuzenleriyle sınıyor teknoloji. Dünya tarihinde belki de hiç böylesine arz talep dengesi bozulmamış, talebin kat be kat üstünde bir arz sunulmamıştı. Rahmetlinin “Çoğu zaman, insanlar siz onlara gösterene kadar ne istediklerini bilmezler” lafını çok mu yanlış anladık yoksa çok mu iyi anladık bilmiyorum.
Fakat tek bildiğim şu: Kaybolduk.
Otomatik elma soyma ve dilimleme makinesinin hangi jenerasyona ait olduğunu bilmiyoruz. Hayatı hızlı yaşayan teknolojişinas X ve sonrasına mı, yoksa artık elleri eskisi gibi çalışmayan X ve öncesine mi? Ya da annesi ya telefonda Candy Crush oynamaktan kafasını alamadığı için teknolojik öksüzlük yaşayan çocuğuna mı?
Ya da Facebook’un hedef kitlesi kimdir? Lise arkadaşlarını aramaya girenler büyüdü, evlendi, çocuklarının fotoğraflarını paylaşmaya başladı, fotoğrafları görsünler diye ananeler, babaneler, dedeler de haliyle Facebook’a girdi. Uykusuz anneler, tatlı telaşta gelinler derken, orası da karıştı gitti. Atatürkçüler, özlü sözcüler, karikatürcüler, sahura doğrucular derken geldiğimiz durum ortada.
Sosyal medyanın başını çektiği, ev süpüren robottan sesle ışıkları açmaya varan ve her geçen gün daha yeni, daha farklı, daha acayip bir teknoloji ile sınanan toplumda ip koptu. Bakınız misal size şunu sorayım: Drone nedir? Oyuncak mıdır? Yoksa kamera mı? Yoksa uzaktan kumandalı uçak mı? Ya da askeri bir hava aracı mı?
Yoksa hepsi mi?
İşte bu ürün, mesaj ve teknoloji bombardımanında tüketim çılgınlığının yepyeni bir formu ile karşılaştığımızı düşünüyorum:
Dijital Tüketim Çılgınlığı. (Duruma göre havalı olması açısından DTÇ de denilebilir)
Korkunç tüketiyoruz. Artık milyonlarca belki de milyarlarca insan için TV izlemek diye bir şey yok. Bilgisayardan izleniyor. Zaten genelde IP ve streaming üstünden konu kapanıyor. Artık her hafta dizinin bir bölümünü izleyip beklemek yok. Bütün sezon, 13 bölüm birden konsun ben 3ünü 5ini birden izleye izleye hemen tüketeyim. O film sarmadı mı, hemen ötekine geçeyim. Reklam mı? Hadi canım sen de…
Ha sonra datam satılıyor, kullanılıyor diye sanki o “Kabul ediyorum” tuşundan hemen önce önüme çıkan uzun yazıyı okumuşum gibi asabiyet yaparım o ayrı. Neyse bu da başka yazı konusu 😃
En acayibi de işte bu noktada devreye girdi: Tepkisizleşmeye başladık. Uyuştuk.
İşte bu tüketim çılgınlığı sonucunda giderek uyuşan insanlar olmaya başladık. Çünkü elimizden keşfetmek duygusu alınıyor yavaş yavaş. Kutu açma videoları var ya. Hah, işte o videoları izlediğiniz anda, o çok almak istediğiniz ya da almayı düşündüğünüz fotoğraf makinesinin kutusunun açılışını gördüğünüz anda artık alt benlikte ona sahip olmuş oluyorsunuz. Göz işte bu kadar kaypak bir organdır. Bakın dikkat edin, sonrasında o fotoğraf makinesini alırsanız gerçekten de, kutuyu açtığınızda, makineyi tuttuğunuzda gerçek bir tatmin, gerçek bir sahip olma hissi yaşamayacaksınız, bir eksiklik hissedeceksiniz. Otomobilde de aynı şey.
Hadi bundan geçtim, bakınız 1949 yılında ilk uzaya roket yollanma çalışmaları başladığında dünyada hayat durmuştu. 50’lerin ikinci yarısında başlayan “Uzay yarışı”nda ise her roket yollandığında ülkelerde hayat duruyor, herkes hülyalara dalıyor, öncesi sonrası deli gibi takip ediliyordu.
Çok değil bir kaç ay önce, bir adamın şirketi uzaya bir roket attı. Ana roketi taşıyan insansız yan roketler ana roketi atmosfer sınırında bıraktı, geri döndü ve beraberce eşzamanlı olarak dünyaya kondu.
Ana roket atmosferi geçince açıldı, içinde bir spor araba, içinde de astronot kıyafetinde bir manken. Bu otomobil ve mankenin hedefi Mars’ın yörüngesi idi, yanlış olmasın.
Bunlar yetmezmiş gibi, otomobilde bulunan bir çok kamera ile YouTube üstünden canlı yayına geçildi. Zaten fırlatma canlı yayındı, yetmedi uzayda süzülen aracı canlı izledik.
Göbeğimizin üstünde duran laptop’larımızdan…
Sonra da “iyiymiş” diyip ya bir “challenge” videosu açtık, ya da Aleyna Tilki klibi.
Bunun farkına vardığımda düşünmeye başladım. Konuya teknoloji penceresinden bakmaya da gerek yok; bu umarsızlık ya da tokluk, adına ne derseniz diyin, benim genel hatlarıyla uyuşukluk olarak adlandırdığım bu durum tek bir sosyo ekonomik gruba ait değil. Evde ve dışarıda haberlerden, cep telefonlarından, reklamlardan tüm mesaj bombardımanına maruz kalan milyonlarca insan bu uyuşukluk halinde. Yaşları 9’dan 59’a kadar gidiyor.
Dolayısıyla bu “jenerasyonlar üstü” durumu ben de kendi adıma tek bir jenerasyon altında toplamaya karar verdim:
“Meh Jenerasyonu” ya da daha Türkçe hali ile “Meh Kuşağı” şu anda aktif olarak hayatını sürdüren insanların muhtemelen %90’ını, yani neredeyse hepimizi içine alan kuşak.
Çünkü artık hiç bir şey bizi heyecanlandırmıyor. Satış alma kararını herhangi bir reklamın bize aldırma oranı her geçen gün düşüyor. Herhangi bir ürünü daha almadan o ürüne dair her şeyi öğreniyoruz dolayısıyla satın alma işleminden çok önce sahip olma tatminine ulaşmış oluyoruz. Satın aldığınız her ne olursa olsun satın alma işleminden hemen sonra geçen mutluluk da bunun en büyük göstergesi.
Anı yaşamaktansa, tüketmeyi tercih ediyoruz.
Bir konsere gidin, telefonlar havada. Konseri telefon ekranından izleyen milyonlar var. Yanlış anlaşılmasın evde değil, bizzat konserde iken. Çünkü canlı yayın yapıyor, yorumlara, uçuşan kalplere, izlenme sayısına bakıyor hiç olmadı fotoğraflar instagram’da paylaşılıyor hunharca. Ya da bir etkinlikte bir slayt gösteriyorsunuz, hemen kameralar çıkıyor, şakır şakır fotolar çekiliyor.
Size sormak istiyorum, o çektiğiniz fotoğraflara en son dönüp tekrar ne zaman baktınız?
O kadar uyuştuk ki, o kadar başkaları için yaşar hale geldik ki; artık her şey bizim için “meh”.
Bilimkurgu filmlerinde gördüğüm şeyler şu anda oluyor. Bakın yakın gelecekte demiyorum, şu anda oluyor. Bunun farkına varamıyoruz. Ne kadar şanslı bir çağda yaşadığımızı göremiyoruz. Meta tüketimini bitirdik duyguları tüketmeye başladık.
Sözün özü, teknoloji evet süperli bir şey. Ancak insanı teknolojik olarak her şeyden ayıran -en azından şimdilik- en önemli şeyi lütfen unutmayalım: Duyguları. Hisleri.
Ve duyguların, hislerin, anıların yapıtaşı olan deneyimi.
Benim diyeceklerim bu kadar. Sıra sende.