Film // Paths of Glory

Yönetmen, Stanley Kubrick — 1957

Özgür Kalender
10 min readApr 7, 2019

Sanırım en başta belirtmeliyim ki Cobb’un Paths of Glory kitabını henüz okumadım. Bu kitabı okumadan yaptığım bir inceleme yazısı olacağı için okuyan herkesten özür diliyorum. Bu sebepten ötürü filmi sadece yönetmenin bakış açısı ile değerlendiriyor olacağım.

Öncelikle kısa birkaç bilgi ile başlayalım. Film başladığında anlatıcımız -askeri mahkemenin de başkanı olan- Peter Capell’in bize özetlediği gibi Fransa ve Almanya arasındaki savaş 3 Ağustos 1914 yılında başlamıştı. 5 hafta sonra Alman birlikleri durdurulamaz hale gelmiş ve Paris’e yaklaşık 30 kilometre mesafededirler. Beklenmedik bir karşı atak ile Almanları geri püskürtmeyi başaran Fransızlar 750 kilometre uzunluğunda düz bir hat oluşturmuşlardı. 1916 yılında iki yıl kadar süren siper savaşında sınır çok az değişmişti. Başarılı saldırılarda birkaç yüz metre ele geçirilebiliyor ancak yüzlerce insan hayatını kaybediyordu.

Böylesine ansiklopedik ve dramatik bir girişle karşılandıktan sonra birbirini yağlayan ve yerlerinde duramayan iki üst düzey askeri görüyoruz. Lüks bir odada yapılacak “Ant Hill” saldırısı için karşılıklı anlaşmaya varılmaya çalışılırken çok güzel akıl oyunları veriliyor bize. Kubrick burada Generalleri odada gezdirerek ve birbirlerine olan bakışlarını yakalayarak, hatta onları dans ettirerek ne kadar çıkarcı olduklarını gösteriyor. Hatta General George’a yukarıdan baktığımız küçük bir açı bile sıkıştırılmış araya. Kendisinin aslında ezilmiş ve güvenilmeyecek birisi olduğunu filmin en başında bilincimize kazımış böylelikle. Ayrıca General Paul’un yüzündeki yara izinin izleyicide ani bir refleks yarattığını düşünüyorum. Sempati kazanmayı zorlaştıracak bir ifade eklemiş karaktere.

Bir süre devam eden kelime oyunları ve karşılıklı yağ çekmekten sonra istediğini alan General George’un yüzündeki tebessümün ardından cephedeki askerin hüzünlü bakışına küçük bir kamera hareketi ile dokunuyoruz, sonra da yaralı bir asker geçiyor. Zaten bu noktada filmin başından beri açık ve net olan mesaj tamamlanmış oluyor. Yani filmimiz hazırlık aşaması filizlerini vermiş, birinci dramatik dönüm noktasına geçmenin hazırlığını yapıyor.

Bu hazırlık sırasında ilk tanıştığımız asker Er Ferol. Daha sonra bu askeri seveceğimizi hissediyorum. Saf ve masum bir karakter seçilmiş. Gülümsemesi ve duruşu ile zaten zarar gelmeyeceğini hissettiriyor.

Bir açıklama yapma zorunluluğu hissediyorum bu noktada. Biraz araştırma yaptıktan sonra fark ettiğim bir durum var. O bölgede yer alan ve “Ant Hill” kuşatması sırasında kullanılan Fransız siperinin genişliği 1,22 metredir. Ancak Kubrick’in film için hazırlattığı siper 1,83 metre genişliğindedir. O dönemde var olmayan ve 70’lerde kullanılmaya başlanan stedicam çekimi gibi hissedilen o muazzam uzun tek parçalık önden ve arkadan takip çekimlerini aslında çamur paletleri (tank paleti gibi) üzerine yerleştirilmiş dolly ile gerçekleştirmiştir. Etrafında bombalar patlayan siperin zeminine dikkat ederseniz pürüzsüz düzlüğü siz de fark edeceksiniz.

Böyle bir açıklamadan sonra komutanımızın azarladığı asker ile kendisinden iyice rahatsız oluyor ve afiş kahramanımız Albay Dax’in (Kirk Douglas) sahnesine geçiyoruz. Bu sahnedeki konuşmalarda kahramanımızın zekasını hissediyoruz. Kendisinin avukat olduğu mesajını da aldıktan sonra devam eden konuşmada yer alan mesaj çok güzel. Ağır top atışında bir araya toplanan askerlerin yaptığını gelişmemiş bir hayvan özelliği olarak nitelendirilmesine karşılık aslında bunun insani bir davranış olduğunu söyleyen Albay Dax ağabeyimiz protogonist olmaya hak kazanıyor. Şaka bir yana filmin afişinden de kendisinin iyi karakter olduğunu biliyorduk zaten. Ayrıca bu sahnede vatanseverlik ile söylediği sözler bize filmin anlatmak istediği tüm mesajı birkaç cümle ile bizlere veriyor. Yanında savaştığı askerlerini düşünen duyarlı bir Albay olan Dax genel olarak yerinde sabit kalıyor. Ancak General hiç durmuyor ve sürekli hareket ediyor. Ayrıca General Paul’un Ant Hill’in alınması konusundaki sert tutumu da artık hazırlık sürecimizin tamamen bittiğini ve birinci bölümü derinine yaşadığımızı gösteriyor. Aslında hazırlık aşaması bir süre önce hikaye bize tam anlatıldığında bitebilirdi ama Albay Dax’in hikayedeki yerini öğrenmeden bunun gerçekleşmediğini düşünüyorum.

Sonrasında tanıştığımız üç asker var. Birisi on başı, birisi er, diğeri de tahminen yüzbaşı olan subayları. Yüzbaşı içkisinden bir yudum alıyor ve keşif gezisine çıkılacağını söylüyor. Burada 5 dakikada bir yapılmasını istediği işaret fişeği atışının 10 dakikada bir yapılacağını öğrendiğinde verdiği iğneleyici cevap ile bize kendisinin ego sahibi birisi olduğu mesajını veriyor. Sonrasında er ve onbaşı dışarı çıkıyor ve aslında yüzbaşının onbaşı ile eskiden tanıştıklarını öğreniyoruz. Kişisel kin güdebilecek bir askerin varlığı kendimizi savaş ortamında hissettiğimiz bir filmde bize rahatsızlık veriyor. Bu ayrıca filmin gidişatı için hazırlanmış küçük bir yan hikaye durumundadır. Askerlerin keşif gezisi sırasında er Lejeune anlam veremedikleri bir harabeyi kontrol etmesi için gönderiliyor. Uzun süre dönmedikten sonra yüzbaşı panikliyor ve gelen silah seslerinin ardından hazırladığı el bombasını atıp erin ölümüne sebep oluyor. Onbaşı gidip kontrol ettiğinde askerin atılan el bombası ile öldüğünü görüyor. Geri döndükten sonra onbaşı yüzbaşına hakaretler edip kişisel olan durumlarını iyice karmaşıklaştırıyor. Burada yüzbaşının davranışındaki dönekliği sezmemek mümkün değil.

Saldırının yapılacağı saatlerin ve planların konuşulduğu sonraki sahnede tüm askerlerin ve subayların gözlerindeki karamsarlık ve korku net bir şekilde anlatılmış. İzlerken siz bile ümitsizliğe kapılabilirsiniz.

Ranzanın yanında gerçekleşen sohbette bir askeri görüyoruz. İnsanların ölümden mi yoksa yaralanmaktan mı korktuğunu anlatmaya ve anlamaya çalışıyor. Sorular soran ve zeki olan bir adam. Bize yaşadığı panik duygusunu ve gece uyuyamadığı hissini verdiğini düşünüyorum.

Sonrasında General Paul’un içtiği konyak ile beraber Fransa için diyor ve o muhteşem dolly sahnesine geri dönüyoruz. Zemin çok daha net gözüküyor. Dikkat edin, büyük taşlara gelindiği zaman görüntü hep kesiliyor ya da kamera bir miktar sallanıyor. Ancak çamur paletleri gibi yaratıcı bir fikir ilk izlediğimde kesinlikle aklıma gelmezdi.

Geri sayımın ardından askerler savaş alanında top atışları eşliğinde koşmaya başlıyor. Komutanları Albay Dax onlara liderlik ediyor ve düdüğü ile birliğini hücum pozisyonunda tutmaya çalışıyor. İşte bizim birinci dramatik dönüm noktamız ve filmimizin ikinci bölümüne geçişimiz.

Burada antagonistliğini bize defalarca kanıtlamış olan Generalimiz Paul kendi birliği üzerine top atışı istemektedir. Sebebi ise askerlerinin siperlerinden çıkmamasıdır. Geri dönen Albay Dax askerlerini toparlamaya çalışmaktadır. Ancak üzerlerine düşen ölü ve yaralı askerler ile bu pek mümkün değildir.

Bu başarısızlığa sinirlenen General Paul hemen bir askeri mahkeme kurulmasını emreder ve tüm 701’inci alayın kurşuna dizileceğini söyler. Burada anlatılan konu o kadar saçmadır ki eminim her izleyicinin içinde bir titreme olmuştur. Siperden çıkamadığı ya da geri püskürtüldüğü için cezalandırılacak bir bölük askerin kurşuna dizilmesi isteniyor. Bu sadece kendi imajını korumak isteyen ve vatanseverliği kendisine bir kalkan olarak kullanan çıkarcı bir Generalin isteğidir.

Hemen sonrasında tüm bu gördüklerimizden daha iç karartıcı bir bölüm olduğunu düşündüğüm sahne var. Bu sahne filmin orta noktası diye düşünüyorum. Kaç askerin kurşuna dizileceğinin pazarlığı yapılıyor. İşte tam bu sahnede oyuncularımızın bakışlarına çok dikkat etmemiz lazım. General Paul’un bahsettiğimiz imajını kaybeden adam paniği ile alev saçan gözlerinin yanında, çıkarlarını düşünen ama sanki daha çok tüm bu olayları bir satranç maçıymış gibi eğlenceli bulan General George’un düşünceli duruşu çok güzel. Tüm bunların yanında sinirlerine hakim olmaya çalışan ancak mantığını kaybetmeyen Albay Dax’in üzgün havasını hissediyoruz. Ancak en çok hoşuam giden şey General Paul’un gözlerini kaçırdığı konuşmaları. Yaptığının derinden farkında olup ses tonu yüksek olmadığı zaman kimsenin gözünün içine bakamadığı anlar. Bir de konu öyle bir yere sürükleniyor ki emin olmasam da düşünmeden duramıyorum. Bence artık General Paul’un Albay Dax’e karşı kişisel bir kini vardı ve bu şiddetini arttırmaya başlıyor. Bakışlarından da bunu anlayabiliyoruz. İşin içine kıskançlık dahil oluyor. Sahnenin sonunda 100 adamın öldürülmesi istenirken bu sayı 3’e düşüyor. Albayımız ise bu seçilecek askerlerin avukatlığını yapmak için hazırlığa başlamak üzere odayı terk ediyor. Albay Dax odayı terk ettikten sonra Generallerimiz de çıkıyor ve o sırada top atışlarını gerçekleştirmeyen subay geliyor. Kendisini çağıran General Paul, General George’un yanında konuşamadığı için ucuz bir yalanla subayı geri gönderiyor. Karakteri açısından dikkat edilmesi gereken bir sahne olduğunu düşünüyorum. General Paul’un sesindeki vurgu bile çok şeyi anlatıyor.

Sonrasında bölük komutanlarının simlerini sayan ve yanına gelmelerini isteyen Albay Dax’in yanında giden General Paul niyetini açıkça belli ediyor. Panik havasında nefes nefese kalmış General Albayı tehdit ediyor.

İşte tam bu noktada efsanevi bir sahne ile karşılaşıyoruz. Kubrick’in bize en başta gösterdiği, General’in moral verip konuştuğu Er Ferol, yüzbaşı ile kişisel problemi olan onbaşı ve nasıl öleceğine dair korkuları olan zeki adam. Hepsini bize film boyunca teker teker sevdirdi ve tanıttı. Birisi diğer herkesten farklı olan iri er Ferol toplumun onu istemediği düşüncesini taşıyor, birisi kura ile seçilmiş, birisi de yüzbaşının öldürdüğü askere şahit olduğundan seçildiğini düşünüyor. Her türlü sosyolojik algıya ucundan dokunuyor yönetmenimiz.

Albay Dax’in seçilen askerlerle yaptığı moral ve bilgi konuşmasının ardından mahkeme salonuna geçiyoruz. Hemen dikkatimizi çeken General Paul’un rahat bir koltukta yayılmış olduğu. Bu konu hakkında çok fazla yazmaya gerek olmadığını düşünüyorum.

Mahkeme başladıktan sonra kendimizi bitmek bilmeyen trajediler içinde buluyoruz. Okunmayan iddianame, dinlenmeyen avukatımız Albay Dax ve cevapları kabul edilmeyen askerler. İmaj ve zafer yolunda harcanması kolay olan birkaç piyonun hikayesidir bu mahkeme salonunda olanlar. Önemli olan noktalardan bahsetmek istiyorum. General Paul’un bakışlarını kaçırması beni hep etkilemiştir. Bu sahnede de sıkça yapmaktadır. Er Ferol’un kendisini sorgulayan Albay Dax ile beraber rahatlaması ve kurtulmaya olan inancını kazanması da yüzündeki tebessümleri de çok başarılı bir oyuncu yönetimi olarak değerlendiriyorum. Kesinlikle zekice kurgulanmış diyaloglar ve yüz hareketleri. Hatta o kadar etkileyici kurgulanmış ki, izleyici olarak tek bir hareket ya da gülümseme ile tüm bu saçmalığın içinde yer alan askerlerin kurtulabileceğine olan inancınızı kazanıyorsunuz. Savcının soruları sırasındaki gülümsemesiyle de ne kadar rahatsızlık çektiğimi tahmin edebilirsiniz. Savcı sürekli yürüyor ve istemediği cevapları kabul etmiyor. Albay Dax’in yapmaya çalıştığı her türlü savunma daha dinlenmeden reddediliyor ve tüm bu rahatsızlık katlanarak büyüyor. Kendisi ise sadece kapanış konuşmasında yürüyor. Sadece ileri ve geri yürüyüp yerinde kalıyor. Burada bilinç altımıza ideolojisi için ayaklarının üzerinde sabit duran, bir yılan gibi sürekli dolanmayan bir karakter imajı çiziyor. Oysa General Paul, General George ve savcıda bunun tam tersini tüm film boyunca gördük.

Ayrıca düşündüğüm bir konu daha var. Mahkemenin kurulduğu salonun boşluğu, tek Fransa bayrağı ve insanların dizilişi beni çok etkiliyor. Tıpkı bir satranç tahtası gibi olan yüzeyde dizilmiş askerler ve masasında oturmuş onlarla oynayan subaylar var.

Albay Dax kapanış konuşmasını yaptıktan sonra mahkumların idam edilmesi üzerine askerlerine bilgi veren subayı görüyoruz. O anda mahkemenin cevabını duymamıza gerek kalmıyor ve askerlerin idamına karar verildiğini anlıyoruz.

Generalin yolladığı ördek mahkumların son yemeği olacakken er Ferol gülümsemeye devam ediyor. Kurtulacağından o kadar emin ve Albay Dax’e o kadar güveniyor ki bu zaten mahkeme salonundaki tavırlarıyla bize verilmişti. Sonrasında gelen Pederin anlattıkları ile Ferol durumu kabullenip en çok dağılan karakter oluyor.

“Ölüm hepimize gelecek” diyor Peder. Arnaud bunun üzerine kontrolünü kaybediyor ve Pedere saldırıyor. Kısa bir boğuşma sonucunda kafasını duvara çarpan asker bilincini kaybediyor. Bu şekilde bile idam edilecek olduğunu öğreniyoruz. Sedyeye bağlayın ve idam sırasında yanağını sıkın. General idam sırasında bilincinin yerinde olmasını istiyor. Acımasızlığın en üst noktasına ulaşıyoruz artık. Bu da bizim ikinci dramatik dönüm noktamız.

Sonrasında kişisel problemleri olan subayımız yüzbaşının onbaşı Paris’i nasıl seçtiğini sorgulayan rahat tavırlı Albay Dax’i görüyoruz. O da durumu kabullenmiş ama son bir ders verme niteliğinde yüzbaşını idam mangasının başına geçiriyor burada. Bu durum çok şiirsel diye düşünüyorum. Özellikle yüzbaşının konuşamaması, teklemesi, istemeden açık vermesi ve Albay Dax’in alaycı yaklaşımı harika işlenmiş. Sonundaki dişlerini sıkarak yüzbaşını odadan göndermesi ise tam olarak “ben her şeyi biliyorum” demesidir.

Gururlu asker topçu subayı albay Dax’e son bir umut götürür. Askerlerin idam edileceği günün gecesinde verilen balo ise tam bir yozlaşmışlık göndermesidir. General George’un içten pazarlıklı tavırları ve Albay Dax’in zekasıyla baş edememesi sohbeti sonlandırır. O sırada albay Dax bombayı patlatır. General tam çıkmak üzereyken kapıyı aynı hızla kapatır. İşte bu sahne gerçekten de zekice kurgulanmış bir zamanlama dehasıdır. Aynı şekilde oturduklara yere doğru geri yürürler. Bu noktada izleyici askerlerin kurtulacağına derinden inanmaktadır. Albay Dax’in Generale sunduğu yazılı ifadeler olayı derinden etkiler ancak sahne Generalin konuklarıyla ilgilenmek için odadan ayrılmasıyla cevapsız kesilir. Ne olacağı merak konusudur.

O sırada bir sedye ile idam edilecek askerleri almaya bir düzine asker gelir. Basit bir selamlaşmanın ardından onbaşı Paris kontrolsüz bir psikolojik atak geçirir. Askeri mahkemeden beri cinsellikle ilgili düşünmediğini söyler ve yere kapanır. Aslında burada karısı ya da annesi konudur. Bir erkeğin koparılmışlığı, hadım edilişidir. Cevap hakkı olmadan hayatın özünden mahrum bırakılışı anlatılmaktadır.

Er Ferol’un ağlayarak idam edilecekleri yere götürülmesi ve onbaşı Paris’in gururlu yürüyüşü tam bir tezatlık ve farklı karakter örneğidir.Açıkça sorar, “neden ölmek zorundayım Peder?”. Komik sahne ise sonrasındadır. Sedye ile getirilen Arnaud, direğe sedye ile bağlanır, yanağı hafifçe sıkılır. Mahkeme kararı okunduktan sonra yüzbaşı gelir ve gözbağlarını sormak için sedyedeki Arnoud’u es geçer. Er Farol’a sorarken bile gözü eski arkadaşı onbaşı Paris’tedir. Sonrasında yanına gider ve kekeleyerek gözbağını sorduktan sonra üzgün olduğunu söyler. Bu noktada aslında anlyıoruz ki aslında Albay Dax yüzbaşını cezalandırmıyor, ona Paris’ten son bir özür dilemesi için bir şans daha veriyor. Yani iyi karakterimiz hep iyi kalıyor. Ders vermek için bile olsa karakterini değiştirmiyor, öfkesine yenik düşmüyor.

Askerlerin ölümü filmin zirve noktasıdır. Olaylar bundan sonra çözülmeye başlar. Ölümlerinin hemen ardından General Paul ve General Geroge’un yemek yediği sahnenin gelmesi ise askerlerin etlerinin tadına bakan iki acımasız karakterin temsilidir. Hissettirdiği ise piyonlarının kanlı etlerinin tadı ile imajlarını nasıl koruduklarının gururunu taşıdıklarıdır. İdamdan sonra yapılan lezzetli bir kahvaltının yerini hiçbir şey tutamaz.

Sonrasında Albay Dax odaya girer. Filmin en etkileyici cümlelerinden birisini duyarız. “Adamlarınız bugün çok güzel oldüler” der General Paul. General George’nin kurnazlığı konuşur ve Albay Dax’in yazılı ifadelerinden bahseder. Suçsuz olduğunu ima eden ama kesin söyleyemeyen General Paul köşeye sıkışmıştır. Soruşturma açılacağı konu olduğunda kalkar ve bu olaydaki tek masum insan olduğunu söyler. Ama orada şöyle bir söz daha eder. “Unutma, arkasından bıçakladığın adam bir asker”. Sanki birkaç saat önce 3 askeri idam ettirmemiş gibi davranmaktadır. Piyonlar unutulmuştur bile. General George o pis kurnazlığını General Paul dışarı çıktıktan sonra yine konuşturur ve Albay Dax’e başından beri arzuladığını düşündüğü şey olduğunu düşündüğü Generallik teklifinden bahseder. İşte burada ilk kez Albay Dax’i bağırırken görürüz. İdeolojisinden vazgeçmeyip yükselmeyi reddeden bir albayın öfkesidir bu. Karşısında onu tutuklatmayla tehdit eden Generali susturmuştur bu tepkisi.

Generalliği reddeden Albay Dax geri dönerken askerlerin sesini duyar. İdamın üstünden çok az bir zaman geçmesine rağmen eğlenen askerler neden savaştıklarını bile anlamaz durumda sahneye çıkartılan Alman kadına seksüel bağırışlar içindedirler. Onlar için Alman bir fahişeden farksızdır sahnedeki kadın. Kubrick o kadar ince seçmiş ve o kadar ince bir ışık sunmuştur ki sahneye gerçekten de tüm sahne onun melek olduğuna inanabilirim diye düşündüm.

Kız Almanca şarkısına başlar. Tüm askerlerin gözleri dolar, şarkıya melodik bir şekilde eşlik etmeye başlarlar. Onlar da neden savaştıklarını anlamaktadır. Az önce medeni bir dilde konuş diye bağırdıkları kızın dilinden çıkan melodilerin büyüsüne kapılmışlardır.

Ben burada psikolojik bir bozukluk seziyorum. Savaş insanları öyle bir duruma sokuyor ki insanlığın temel duygularını unutuyorlar. Yani herkesin insan olduğu gerçeğinden uzaklaşıp farklı karakterlere bürünüyorlar. Tıpkı onbaşı Paris’in cinsellikle ilgili yere kapanması gibi anlık değşen psikolojik karakter bozuklukları gösteriyorlar. Bu noktada Kubrick bizlere o kadar güzel bir sunumda bulunmuş ki filmin tamamını sosyolojik olarak diyalog diyalog inceleme isteği duyuyorum.

--

--

Özgür Kalender

Narrative Designer / Game Director. MA grad from Interactive Media Design. Everything is bilingual here. Co-Founder of thisisfreakingfantastic.com