Öznur Karaeloğlu
8 min readSep 22, 2019

Güvenin Oluşturduğu Temel: Dil

Murat Gülsoy ile yaratıcı yazarlık atölyesi, iyi okuyucu olmak, öğrenmede kullandığımız dil ve son romanı ‘Ve Ateş Bizi Tüketiyor’ dan bahsettiğimiz okumak yazmak temelli röportajımız işte burada…

Murat Gülsoy, yazar ve akademisyen. Mühendislik ve Psikoloji eğitimi gördü. Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışıyor. 2004 Yılından beri Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nin Genel Yayın Yönetmenliği ve 2014 yılından beri Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi müdürlüğü görevlerini sürdürüyor. 2003 Yılından beri de yaratıcı yazarlık eğitimi vermektedir.

Yaratıcı Yazarlık Atölyesi yapıyorsunuz. Atölye’ye katılan kişiler, yazar adayları ya da yazarlar. Yazdıkları metinleri incelerken eleştirilerinizdeki dengeyi nasıl koruyorsunuz? Bu dili nasıl oluşturdunuz?

Liseyi bitirip Boğaziçi üniversitesi’ne girdiğimde kendiliğinden özel ders talepleri geldi. Harçlığımı çıkarmanın ötesinde bir meslek gibi matematik ve fen dersleri veriyordum. Her günüm doluydu. Ve çok çeşitli ortaokul, lise öğrencilerine derse gidiyordum. Çok çeşitli diyorum çünkü; bir kısmı çok akıllıydı ama bir kısmı da birçok nedenden dolayı daha zorlanan çocuklardı. Ben o tarihlerde şunu düşünüyordum. Bunu nasıl öğretebilirim? Özel ders olduğu için; haftaya da oraya çağrılmanızın tek koşulu çocuğun konuyu anlaması. Net bir ilişki var. Siz çocuğa bir konuyu öğretiyorsunuz, o gidiyor başka öğretmenler tarafından sınanıyor. Sizin çocuğa öyle bir öğretmeniz gerekir ki o sınavları geçecek ve diyecek ki bu abi bana bunları öğretebiliyor. Bir yandan da anlatılmaz sanılan bir konuyu matematikte, fizikte anlatabiliyor olmak hoşuma gidiyordu. Kim olursa olsun öğretmek benim önüme koyduğum bir hedefti. Hiç bir zaman o çocuk anlamıyor zaten bu ona uygun değil diye düşünmedim. Herkes her şeyi yapabilir.

Peki neden yapamıyor?

Yapamamasının en büyük nedeninin dili bilmediğinden kaynaklandığını fark ettim. Çünkü matematiğin, fiziğin bir dili var ama öğrenme arayüzü Türkçe ve Türkçe’nin de incelikleri var. Hele matematik sorularının bazılarında cümlenin gelişi, kelimenin sonundaki takı bütün soruyu değiştirebiliyor. Önce Türkçe’yi tam manasıyla oturtamadığı için, oradan kaybediyor öğrenci. Bunu fark ettikten sonra şunu yapıyordum; önce o çocuğun kendi dilini anlamaya çalışıp onun kelimeleriyle matematiği anlatıyordum. Kendi dilimi ona dayatarak değil, onun dilini ben öğrenerek ve onu matematik diline çevirerek. Anlaması motivasyon için çok önemli. “Hıı anlıyorum, o kadar da zor değilmiş” dedikleri anda beraberce yolda yürümeye başlıyorsunuz. Tabii onun dili de bu yolculukta gelişiyor. Yani onun size güvenmesi de gerekiyor. Güvenin oluşturduğu temel: Dil.

Yıllar sonra bambaşka nedenlerden yaratıcı yazarlık meselesine merak saldım. Atölye ve bu tür konularda geri bildirim vermek gerçekten zor. Çok kırıcı olabilir, sizin söylediğinizi yanlış anlayabilir. Oluyor da böyle şeyler. Kimse kusursuz değil.

Yaratıcı Yazarlık Atölyesinde yazı incelemesini nasıl yapıyorsunuz?

Önce metni hep beraber, sınıfta okuyoruz. Evde okuyup üzerine çalışarak gelmiyoruz. Böylece o anda o kişi okurken sesinin tonu, dışardan gelen sesler, havanın sıcaklığı her şey hepimiz için eşit oluyor. Bazen dışarıdan bir gürültü oluyor, o kelime uçtu gitti belki de. Ya da saat bilmem kaça gelmiş, herkes acıkmış. Ya da tam tersi yemek sonrası herkesin uykusu gelmiş. Yani hepimiz aynı anda aynı şekilde dinliyoruz. Çünkü herkesin ilk izlenimi önemli. Yarattığı ilk etki çok önemli. Aynı anda belirli bir deneyimi yaşayalım istiyorum. Sonra da teknik meseleler açısından incelemeye çalışıyorum. Ama kuramsal analizlerden çok nasıl okuduğumu paylaşmanın etkili olduğunu gözlemliyorum. Yani “Bakın siz okurken ben şöyle dinlemeye başladım, ilk paragrafta şöyle zannettim, şöyle beklentiye kapıldım. Sonra bu çıktı karşıma bu tamamen benim özel deneyimim. Aklıma şunlar geldi.” Anlatabiliyor muyum? Biraz metnin kendisinden yola çıkıp bir okur olarak bana nasıl ulaştığını aktarıyorum. Buradaki meselemiz teknik incelemeden çok o okuma deneyimini nasıl yaşadığımız. Tabii ardından bu deneyimi neden bu şekilde yaşadığımızı yazı tekniği açısından irdeliyoruz. Bazen küçük dokunuşlarla tüm etki değişebiliyor bazen de köklü bir değişim, yeniden yazma gerekiyor. Atölyenin özelliği o. Herhangi bir eleştiri kitabını açtığımız zaman oradaki yazanlardan farkı bu.

Yazmak herkese öğretilebilir mi?

Matematik ve fizik herkese öğretilebiliyorsa yazı yazmak niye öğretilemesin? Daha zor değil. Ama zaman isteyen ve sizin emek harcamanızı gerektiren bir süreç. Sizin için uygun bir atölye ortamı, doğru bir yöntemle uğraşmanız gerekiyor. Whiplash diye bir film vardı. Mesela o benim tamamen karşı olduğum sanat eğitimi anlayışı. Yani acı çekeceksin. Kefaretini ödeyeceksin. Hocanın bir üstad gibi, baba gibi otorite olarak öğrenciyi ezmesi. Bu bence üzerine çok konuşulacak bir konu.

Black Swan’da öyle.

Orada sizin kişiliğinizi paramparça etmesi, belki bir yöntem olabilir ama bana göre bir doğru değil. Benim karakterime uygun değil. Dolayısıyla ben böyle bir yöntemi istesem de yapamam. Benim atölyede takip ettiğim yöntem farklı.

Biz kendimizi nasıl anlamlandırıyoruz?

Diğer insanları nasıl anlıyoruz? Kitapların, filmlerin, hikayelerin bu konudaki katkısı nedir?

Bir insan içinden geçen birçok duyguyu, düşünceyi çoğu zaman anlamlandıramıyor. Veya bir çok şeyi yok sayarak kendimizi daha bir normal tanımının içinde tutmaya çalışıyoruz. Şöyle düşünüyoruz ki; burada normal olan bu! Ama bu aslında bir kavramsal çerçeve. Bizim düşüncelerimiz, deneyimlerimiz aslında bunu aşıyor. Çoğu zaman bunun dışında şeyler düşünüyoruz, arzu ediyoruz ve çoğu zaman onları bastırıyoruz. Ama bu bizde bir merak oluşturuyor acaba başkaları da böyle mi? Acaba onlar neler söylüyor, nasıl yaşıyor? Hikayeleri merak ediyoruz. O yüzden bence kitapları okuyoruz, filmleri seyrediyoruz.

İnsanlar edebi eserler sayesinde seçeneklerini daha iyi fark edebilirler mi?

Şöyle bir şey düşünüyorum. İnsanların seçeneklerinin farkında olmaları veya önlerinde seçim yapabilecekleri bir durum olduğunu düşünebilmeleri için kendilerinin bir özgür iradelerinin olduğunu düşünmesi lazım. Özgür irade tamamen çok boyutlu bir konu. Felsefi olarak da tartışılabilir, kültürel olarak da tartışılabilir. Bunun örneklerini derslerde de tartışıyoruz. Bazı toplumlar, toplumsal yapılar özgür iradenin, kişisel olarak bastırıldığı bazen yok sayıldığı söylemler üretebiliyor, örneğin ait olduğu topluluğun hatta belki devletin iradesinin her şeyin üzerinde olduğunu kabul ediyor. Mesela bu lafları biz ülkemizde çok sık duyarız. Millet iradesi, kişisel iradenin çok üzerinde bir şey olarak tanımlanıyor. Bu bri anlamda demokrasiyi yücelten bir yargı ama vurguyu artırdığınızda tekillikleri yok edici bir atmosferin kapısını açıyorsunuz. Çoğunluğun düşüncesinin, değerlerinin tabi olunması gereken bir durum oluşabiliyor. Oysa kişilerin iradeleri tek tek de çok önemli. Bir de tabii yaşadıklarımızı anlamlandırırken tüm bunların neden bu şekilde olduğunu açıklayan bir kültürel düşünme alışkanlığı var. Biz yaşadıklarımızı neden yaşıyoruz? Başımıza mı geliyor, yaptığımız eylemlerden dolayı, seçimlerimizden dolayı mı yaşıyoruz bütün bunları?

Seçimlerden…Evet!

Modernleşmiş batı toplumlarında birey ve bireyin özgür irade sahibi olarak varlığı kültürül olarak daha yaygın bir inanç. Aynı ölçüde modernleşmemiş ya da bireyciliğin aynı oranda yükselmemiş olduğu toplumlarda ise kader daha açıklayıcı bir kavram olarak ön plana çıkıyor. Yani o zaman da deniyor ki bu başıma geldi. Ben yaptım değil de başıma geldi. Bu kader zaman zaman dini bir karaktere sahip ama çoğu zaman da toplumsal. Örneğin kader mahkumu, kader kurbanı deniyor… Biri katil biri maktül. Kader kurbanından kast edilen kişi hapiste yatan suçlu. Oysa kader kurbanı normalde mezarda yatan kişi olması gerekirken birden bire nasıl oluyorsa yakalandığı anda katil mağdura dönüşüyor. Çünkü bu benim başıma geldi! Niye başına geldi? Toplumsal değer sistemi böyle, bu cinayeti işlemek zorundaydım, seçeneğim yoktu. Kimi zaman da yapıcı bir tavır almak için söylenen “Aslında o suçlu değil toplum olarak biz suçluyuz” gibi sözler bu durumun sürmesini bir ölçüde normalleştiriyor.

Bu konuda yapılan bir araştırma var mı?

İlginç bir araştırma var. Amerikan gazeteleriyle Hindistan gazeteleri arasında karşılaştırmalı bir analiz yapıyorlar: üçüncü sayfa haberlerini nasıl veriyorlar, cinayet, katil haberlerini nasıl anlatıyorlar, diye. Amerikan gazeteleri katilin psikolojik profili üzerinden anlatıyor. Bu katil kim? Ne gibi özellikleri var, nasıl işlemiş cinayeti, nasıl karar vermiş? Hindistan gazeteleri ise, “katil olmak adamın başına nasıl gelmiş”, “koşullar onu nasıl katil yapmış” soruları üzerinden anlatıyor. Doğu toplumu derken illa İslami kültürü kast etmiyorum. Kaldı ki İslam’da cüzi irade ve külli irade konusu apayrı bir tartışma alanı, etik, hukuk, felsefe açısından çok önemli. Dünyada birbirinden farklı yaşayış biçimleri var. Biz aslında ikisini de deneyimliyoruz. Türkiye hem modern batı normlarına hem modernlik öncesi geleneksel normlara yabancı değil. İkisine de aşinayız. İkisi de yer yer hayatımızın içerisinde. Zaten ikisinin çatışmasını da yaşıyoruz. Bu irade meselesi sizin ne kadar bireysel kişiliğinizi kurmuş olmanızla da bağlantılı ama biraz da içinde bulunduğunuz toplumsal yapıyla ilgili.

Son kitabınız “Ve Ateş Bizi Tüketiyor”dan bahseder misiniz?

Ve Ateş Bizi Tüketiyor’da birden fazla hikayeyi anlatmaya çalışıyorum. Komşusunu aramaya çıkan bir adam var. Kaybolmuş. Yavaş yavaş onun bir ağır ceza hakimi olduğunu anlıyoruz. Fakat okudukça fark ediyoruz ki bu normal bir hikayeye benzemiyor. Ne arıyor bu adam? Kim? Artık bir süre sonra kuşkulanıyoruz. Hiç birşey bilmiyoruz adam hakkında. Aradığımız adamı öğreniyoruz tanıyoruz ama arayanı hiç anlamıyoruz. Sürekli bir başkasının hayatının içinde dolaşıyormuş gibi yapıyor. Bu bir yandan bana göre, hem kahraman hem yazar hem de okurun duygu durumu. Biz de bir romanı okurken, o romanın sokaklarında dolaşırken hem varız hem yokuzdur orada.

Ve Ateş Bizi Tüketiyor’u okurken önce komşusunu arayan adamla ilgili bilgiler arttıkça kuşkularım arttı. Burada bir şey var dedim. Esher resimleri gibi.

Ama işte okur da öyle değil mi? Bir başkasının hayatını sürekli merak eder. Onu yaşamaya çalışırız bir romanın içerisinde. Ne kadar o başkasının özeline girersek o kadar kendimizden bir şey bulduğumuzu görürüz. O çok tuhaf bir şey.

Peki en sevdiğiniz üç kitap? Klişe ama!

O zor…Çünkü öyle üç kitap yok aslında. Yani üçe indirmek çok zor. Mesela Tutunamayanları okuduğumda 17 yaşındaydım ve çok etkilendim. Benim için çok önemli bir kitap oldu. Suç ve Cezayı 15–16 yaşındayken okuduğumda da çok etkilendim. Ama aynı zamanda Edgar Allan Poe nun hikayelerini okuduğumda da çok etkilendim. Yani böyle bir şey yok çünkü çok kitap okudum. Oğuz Atay’ı defalarca okudum, üzerine ders verdim. Parça parça ettim bir noktadan sonra. Onu böyle romantize edemiyorum. Başucumda dursun. Ama yazar olarak belki: Kafka’yı Borges’i ayrı bir yerde tutmak. Bunun gibi bir kaç yazar belki zikredilebilir ama o bile… şimdi söylerken bile tereddüt ediyorum.

Çocukluğunuzda da iyi bir okuyucu muydunuz?

Fena değildi. Okula gitmeden önce, çizgi romanlara merak salmıştım. Popüler çizgi romanları okuyordum. Resimlere bakarak hikayeleri takip ediyordum. Okuma yazma öğrendikten sonraki ilk yaz tatilinde küçük sert kapaklı kalın bir kitap aldığımızı hatırlıyorum. Mercan Adası. İçinde hiç resim yoktu. İlk önce şüpheyle yaklaşmıştım. Sıkılır mıyım acaba? Okumaya başladım. Birden bire hiç resim olmadığını unuttum. Her şey canlanıyor zihnimde. Ve ortasına gelince birden durduğumu resim yok ama resimler canlanıyor zihnimde, bu yazı başka bir şey diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bu çizgi romandaki balonların içini okumaya benzemiyordu. Daha farklı ve çok güzel bir şeydi. Orada onun tadını aldıktan sonra diğer çocuk klasikleri geldi.

Doğru kitaba denk gelmek mi acaba?

E tabii. Mercan Adası çocukların okuduğu klasik bir roman sonuçta. Niye klasik? Çünkü denenmiş defalarca okunmuş. Hepsini okumak gerekir mi? Belki değil ama bir yerlerden başlamak için klasikler iyidir.

Okumak isteyip de bir türlü başlayamayanlara ne önerirsiniz?

Aslında Ray Bradbury’nin tavsiyesi çok hoşuma gidiyor, diyor ki;

“Bir gün kısa bir öykü, ertesi gün bir şiir ama farklı bir şairden üçüncü gün bir deneme okuyun. Böyle döndürerek bir sene boyunca okuyun. Bir sene sonunda yüz tane yeni şairden yüz şiir, yüz tane öykücüden yüz öykü ve yüz tane deneme okumuş olacaksınız” ve bunu yapması 15 dakika. Anlatabiliyor muyum çok hoş bir öneri. Şimdilerde bu tür akıllı telefon uygulamaları görüyorum. Galiba bize en çok katkısı olan işler her gün yapabildiklerimiz. Spor gibi… İnsan her gün okursa kendinde bir değişimi hissedebilir.

Son olarak, bir yerlerden başlayıp daha iyi okuyucu olmak isteyenlere için ne önerirsiniz?

Benim bir yöntemim var: Antoloji. Bir antoloji kitabı alın. İçinde yüz tane öykü var. Kiminle başlıyor? Hüseyin Rahmi Gürpınar’la başlıyor, Halit Ziya, Ömer Seyffettin, Halikarnas Balıkçısı, Sevim Burak, Ayfer Tunç var. Birçok değerli yazar… Başlıyorsunuz okuyamaya, sıkıldığınızı atlayın. Ama bunların içinde sıkılmadığınız hatta çok hoşunuza giden on tane çıkacak eminim. Belki daha fazla, ama on tane kesin çıkar. Onlardan kendinize göre sıralama yapın. İlk beşi şu olsun, ilk üçe hangisi girer? Tamam. Ondan sonra başlıyacaksınız ilk üçe kimler girmiş? Belki Mario Levi girdi. Belki Nazlı Eray girdi. Belki Sabahattin Ali girdi. Hiç hayatınızda duymadığınız ya da duyup da okumadığınız yazarları tanımış oluyorsunuz. Onların diğer kitaplarını okuyorsunuz. Birer tane kitabını daha okuyunca hala hoşunuza gidiyorsa; işte o sizin yazarınız. Kimsenin size bunu söylemesine gerek yok. Çünkü sizin neyi seveceğinizi başkası bilemez.

Çok teşekkürler

Ben teşekkür ederim.

Röportaj: Öznur Karaeloğlu