Sitemap

Faşizm ve Ölüm Gösterisi | Ian Alan Paul

21 min readMay 12, 2025

--

10.05.2025 (çeviri)

I

Yukarıda zenginlik, aşağıda ölüm:

yakın tarihte bu düzenlemenin oldukça katlanılabilir olduğu kanıtlanmıştır. Elbette herkes her geçen gün daha fazla insanın sefalete sürüklendiğinin ve bir kenara atıldığının, dünyanın her geçen gün daha fazla tahrip edildiğinin farkında. Ancak daha iyi durumda olanlar için en kötüsü oldukça konforlu bir mesafede tutuluyor ve hayat az çok ritmini koruyor. Bekçiler ve hizmetçiler devriye gezmek ve temizlik yapmak için planlandığı gibi gelir, küresel piyasalar açılıp kapandıkça yatırım portföyleri canlanır ve dinlenmeye çekilir ve Amazon paketleri mucizevi bir şekilde sadece saatler içinde kapılara ulaşır… Sefalet, ıstırap ve ölüm görüntüye giriyor ve hatta zaman zaman bu hayatımızın mecburen yalnızca yaşamların değer kaybetmeye devam etmesi ve zaman zaman elden çıkarılması nedeniyle ayakta durabileceği duygusu bile var ancak bunların hepsi oldukça uzak ve kopuk kalıyor, her zaman ekranın diğer tarafında parlıyor gibi görünüyor.

Ancak aşağıda yaşayanlar için, kendilerini dünyayı harabeye çeviren şeylerden tamamen ayırmak o kadar da mümkün değil. Güvensizlik, yoksulluk ve ölümlülük; borç, sıcak hava dalgası ya da polis gibi suretlerde uğruyor ve kalan az sayıdaki sağlam zemini de durmaksızın aşındırarak, buradaki günlük yaşamın kıyılarına vuruyor. Hayatı yaşanabilir ve yaşamaya değer kılan şeyler giderek pahalılaşır ve giderek daha az bulunur hale gelirken, en büyük arzu çoğu zaman en kötünün gelişini geciktirmek ve pamuk ipliğine bağlı kalmak olabiliyor. Dikkat dağıtıcı unsurlar durmaksızın güncellenmeye ve tüm pratik amaçlar için tükenmez olmaya devam ederken — bir influencer savaş bölgesinden bir selfie paylaşıyor, çevrimiçi bir marka yapay zeka tarafından üretilen reklamlardan oluşan bir koleksiyon paylaşıyor, başka bir politikacı başka bir Nazi selamı veriyor — hiçbiri hayatın giderek yalnızca arka planı ölümle kalınlaşan bir manzaranın kırılgan ön planı olarak yaşandığı hissini tam olarak uyuşturması da mümkün değil.

Dünyamızın her noktasında aynı ölüm-kalım oyununu son sürat izliyoruz: bu formülün bir tarafında servet birikimi, diğer tarafında ise bununla eşdeğer olarak hayatın ıssızlaştırılması yer almaktadır. En tepedeki azınlık her zamankinden daha fazla zenginlik biriktirir ve her zamankinden daha fazla güce hükmederken, en alttakilerin çoğu çalışmaya zorlanır, çizginin dışına çıktıklarında dövülür ve sonunda işten çıkarılır ve bir kenara atılır; tıpkı uçsuz bucaksız yağmur ormanları geri dönüşü olmayan çöküşün ilk işaretlerini gösterirken, özel bahçelerin bekçiler tarafından özenle bakılmaya devam etmesi gibi. Bu düzenlemenin kasvetli bedelleri neredeyse yalnızca toplumun alt katmanlarında yaşamaya mahkum edilenler tarafından ödenmiş olsa da, bugün hiç kimse yıkım üzerine yıkım yığan ve durmaksızın mezar üzerine mezar kazan felaketten tamamen korunmuş ya da bu felakete karşı kör kalmamıştır. Ekranlarında şiddetin çeşitli biçimlerinin her zamankinden daha cömertçe uygulandığını gören zenginler, kapitalizmin tamamen kirlettiği dünyadan kendilerini ve servetlerini saklamak umuduyla, her tarafı daha fazla terk edilmiş yer ve insanla çevrili, daha yüksek duvarlarla kaplı daha küçük yerleşim bölgelerine çekilmek için acele ediyorlar. Daha az imkâna sahip olanlar, giderek daha açıkta, savunmasız ve tehlikede kalanlar ise yapabildikleri derme çatma salları inşa ediyor ve boğulmamak için mücadele ederek kendilerini tüketiyorlar.

Yaşamın alçaklaştırılması toplumumuzu öylesine kapladı ki artık manzaranın dikkat çekici olmayan bir başka özelliği olarak görünüyor, tamamen öngörülebilir ve tamamen önceden hesaplanmış, herkesin görmesi için geniş çapta belgelenmiş ve dolaşıma sokulmuş, her göz kapağının içine dekoratif duvar kağıdı gibi yapıştırılmış… Sağduyusu yaşayanların sürekli aşağılanması, değersizleştirilmesi ve yok edilmesi olan bir toplumda artık kimse çocuk işçilerin elleriyle topraktan çıkardıkları kobaltların arasına gömüldüğü, göçmen ailelerin sınırda çöl güneşinin altında çöküp öldüğü ya da sıkıntılı ve depresif işçilerin iPhone montaj fabrikalarının üst kat pencerelerinden atladığı gerçeğini inkar etme ya da gizleme zahmetine girmiyor. Varlıklılar ve yoksullar, askeri jetlerin mülteci çadırlarını bombaladığı, çevik kuvvet polislerinin kalabalıklara kimyasal silah sıktığı ve insanların sokaklardan sürüklenerek kamplara gönderildiği videolar arasında mekik dokuyor; tüm bunlar kapitalizmin hayatı ne kadar gereksiz ve tek kullanımlık hale getirdiğinin yüksek çözünürlüklü hatırlatıcıları olarak gözler önünde.

Sınıflı toplumun temelinde yaşamı korumak, beslemek ve zenginleştirmek için inşa edilen dünyalar ile onu sömürmek, ikincilleştirmek ve bertaraf etmek için inşa edilen dünyalar arasında her zamankinden daha geniş bir ayrım vardır ve yine de bu dünyaların hepsinde, iyi yaşamdan geriye kalan her ne varsa artık temelinin yaşamın ve bir bütün olarak dünyanın sınırsız değersizleştirilmesi olduğu kanaati yerleşmiştir. Gelişmiş gözetleme sistemleri, akıllı ev aletleri ve silahlı özel güvenlik katmanlarıyla örtülü metropollerin lüks yüksek binalarında yaşayanlar bile artık her sabah güne başlarken sokakta uyuyan insanların üzerinden geçmek zorunda olduklarını görüyorlar. Sınıflı toplumun süregelen çelişkileri arasında, keskin bir şekilde bölünmüş dünyalarının yine de aynı fiziksel dünyada var olması ve sonuç olarak biriktirilen servetin sürekli olarak üretilmesi, sürdürülmesi ve savunulması için gereken şiddet ve yıkımdan asla ödün verilemiyor oluşu ve bundan tamamen izole edilememesi yer almaktadır. Dünya, yaşamak için dünyalar ve ölmek için dünyalar olarak giderek daha fazla ayrılır ve yine de bu ayrılıktan kaynaklanan ıssızlık (harabiyet), tüm varoluşun ortam koşullarını topluca belirleyene kadar istikrarlı bir şekilde birikir.

Toplumumuzun gerçek sefaleti, dünyayı isteyerek yok etmesi ve yaşayanları ıssızlaştırması değil, artık başka türlü olmayı hayal edemeyecek kadar körleşmiş olmasıdır. Siyaset ve ekonomi artık son evresine girmiş ve her türlü olasılığın tamamen tükendiğini göstermiştir; geriye sadece daha sert kontroller uygulamak ve çorak bir araziye dönüştürmeye devam ettikleri bir dünyadan nihai karları elde etmek kalmıştır. İlerlemenin bir felaket olduğu gerçeği artık tamamen mantıklı ve yavan görünmekte, aynı zamanda yerlilerin yok edilmesinin, işçilerin boyunduruk altına alınmasının, ırksallaştırılmış ve cinselleştirilmiş ötekilerin baskılanmasının, dünyanın yok edilmesinin ve ölümün çoğaltılmasının devam eden tarihi olan ekonomik kalkınma ve büyüme tarihine tamamen sıradan bir görünüm vermektedir. Bu siyasi ve ekonomik çıkmazın enkazı içinde ortaya çıkan, toplumun birikiminin ve ıssızlığının gelişmeye devam etmesini sağlamanın en uygun ve karlı yolu, nihayetinde kültürel araçlarda, ölümü bir imge olarak işleyen ve görünüşü üzerinde güç sahibi olmayı amaçlayan bir dizi biçim ve teknikte şekillenmeye başlar.

Kapitalist toplum ölümü çevrimiçi fotoğraflar, videolar ve diğer birçok görsel biçim olarak nesneleştirdiğinde, ölümün kendisi her zamankinden daha yaygın ve her zamankinden daha az engellemeyle çoğalırken bile ona bakılabilecek ve istendiğinde tüketilebilecek, şu ya da bu şekilde dolaşıma sokulabilecek ya da takas edilebilecek ve daha sonra gerektiğinde göz ardı edilebilecek ve bir kenara atılabilecek başka bir varlık görüntüsü verir. Böylece dünyanın kapitalistçe çoklu dünyalara ayrımı, ölümün salt görünüşünden kültürel olarak ayrılması, soyutlanması ve her zamankinden daha gösterişli biçimlerde nesneleştirilmesiyle biçimsel olarak ikiye katlanır. Tek kullanımlık metaların sonsuz akışı nasıl onları üreten işçilerin tek kullanımlıklığına yansıyorsa, genel olarak yaşamın tek kullanımlıklığı da artık aynı kolaylıkla geçmişe kaydırılabilen, yenilenebilen, parasallaştırılabilen, izlenebilen, silinebilen ve ortadan kaldırılabilen ölüm imgelerine yansıyor. Kapitalizmin ölümün görünümünü biçimsel olarak düzenlemesi, onu kısa süreliğine görünür hale getiriyor, atılabildiği kadar hızlı bir şekilde seyrediliyor ve biçimsel olarak, bir anlığına kullanıldıktan sonra çöp olarak her yere bırakılan, otoyolların kenarlarını kaplayan ve ağaçların dallarını boğan plastik alışveriş poşetleriyle eşdeğer kılıyor. Kültürel olarak bu şekilde geri kazanılabildiğinde, daha da duyusal hale getirilebildiğinde ve kolayca tüketilebilir ve rahatça atılabilir formlarda tamamen görülebildiğinde, artık ölümü bastırmaya da gerek kalmamıştır.

Sınıflı toplumun temelinde yatan ve artan şiddet, ıssızlaştıran tüm birikim ve biriken ıssızlıklar, kaçınılmaz olarak pıhtılaşmaya başlar ve daha acımasız ve şiddetli bir durumun ortaya çıkması için tarihsel koşulları yaratır. Böylesine muazzam bir ölüm üzerine kurulu bir dünyada yaşamayı anlamlandırmak giderek zorlaştıkça, insanlar her yerde bu kadar bolca biriken ölüm deneyimini bu kadar zahmetsizce silemedikçe; tüm toplumsal yaşamın ölüm temelinde yeniden düzenlenmesine dayanan, ölüme karşı pasif bir kayıtsızlığı yoğunlaştırarak ona yönelik aktif bir arzuya dönüşmeye başlayan bu toplum biçiminde ileriye dönük başka bir yol görülür: Faşizm.

Kapitalizmin tarihinde her zaman gizli bir potansiyel olarak var olan faşizm, kültürde yok oluşun genişleyen bir estetizasyonu olarak ortaya çıkmakta, kendi ıssızlığının imgeleri tarafından her zamankinden daha fazla büyülenen bir toplum yaratmakta ve herkesi ölüm manzaralarında yeni yaşam yolları aramaya davet etmektedir.(1)

II

Barselona’nın tarihi merkezindeki Palacio Cervelló’da inşa edilen MOCO Müzesi, Amsterdam ve Londra’daki diğer şubelerinin son uzantısı olarak 2021 yılında açıldı. Duvarlarda Banksy, Marina Abramovic ve Takashi Murakami’nin eserleri asılı, tavanlara gizlenmiş hoparlörlerden elektronik müzik çalıyor ve LED ekranlarda Beeple, Paris Hilton ve JR tarafından üretilen NFT’ler dönüyor. Müzede yürürken, sanat eserlerini izlemekten çok onlarla selfie çekmek için bir alan olarak tasarlandığı, akıllı telefonların merceğinden görülebilmek ve yakalanabilmek için her şekilde sahnelendiği ve optimize edildiği anlaşılıyor. Herkesin renkli ışık noktalarıyla çevrili aynalı duvarlarda tek tek yansıyan kendi fotoğrafını çekebilmesi için uzun koridorlarda sürükleyici enstalasyonlar inşa edilmiştir. Büyük ölçekli tablolar ve fotoğraflar, bölümlere ayrılmış galerilere stratejik olarak dağıtılarak kimsenin yanlışlıkla bir diğerinin fotoğrafına girmemesi ya da onu engellememesi sağlanıyor. Müzede çekilen ve daha sonra internette paylaşılan her görüntü, sosyal yaşamın muhteşem gerçeği haline gelen şeyi doğrulamanın bir başka yoludur: Görünüyorum, o halde varım.

MOCO’yu kente karşı yürütülen burjuvazinin soylulaştırma savaşının bir başka yavan tezahürü olarak görüp göz ardı etmek kolay olsa da, bu gibi yerlerin kapitalist kültürün artık tarihsel olarak en gelişmiş ve ileri biçimiyle ortaya çıktığı yerler olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Kültür artık kavramları ifade etmekle ya da herhangi bir şeyi görsel olarak temsil etmekle hiç ilgilenmiyor, bunun yerine toplumu önce kendisini bir imge olarak biçimlendirmeye yönlendiriyor. Zamanımızda gerçeklik yalnızca çok daha çeşitli biçimlerde ortaya çıkmakla kalmıyor, aynı zamanda görünüşleri tarafından düzenlenmeye, onlara tabi kılınmaya ve nihayetinde görünüşlerinin toplamı olarak deneyimlenmeye başlıyor. Toplumun en sıradan yönlerinden en sarsıcı yönlerine kadar her şey önceden imajlar olarak yapılandırıldığından, çok az şey dünyanın bu muhteşem yeniden biçimlendirilmesinden kaçabiliyor. Fabrikalar, depolar ve fast food zincirleri, çalışanların hareketleri gözetim sistemlerinin denetimine, analizine ve optimizasyonuna maruz kalacak şekilde yeniden tasarlanıyor, mahrem ilişkiler çevrimiçi platformlarda sürekli görselleştirilmelerine bağlı olarak gelişiyor ve göçmen şube yetkilileri bir kapıyı kırmadan ve insanları film ekiplerinin önünde plakasız arabalara sürüklemeden önce sahne ışığının uygun olduğundan emin oluyorlar. Tarih ekranlarda ortaya çıktıkça, dünyanın her yerdeki görüntüsü dünyanın kendisine üstün geliyor.(2)

Bu durum hiçbir vakada Donald Trump gibi sadece daha yaygın ve daha çok sayıda biçimde görünmeyi arzulayan figürlerde olduğu kadar belirgin değildir. Bir kurşunun kafatasını delip geçmeyi bir santimetre ile kaçırmasından hemen sonra Trump’ın tek düşüncesi yumruğunu havaya kaldırarak kameralara poz vermek, bir imaj olmaktı ve öldürülmüş olsaydı bile Trump kendi suikastının şaşırtıcı görüntüsünü takdir eden ilk kişi olacaktı. Trump’ın siyasi yükselişi ve yönetiminin tüm mantığı ve cazibesi tamamen bu muhteşem imaj temeli üzerine inşa edildi: Ekonominin, sağlık sisteminin, casusluk kurumlarının ve ordunun kontrolünü elinde tutan kişiler bile televizyonda nasıl göründüklerine göre seçildi. Pek çok siyasi yorumcu Trump’ı psikanaliz ederek ve gizli güdüleri hakkında spekülasyonlar yaparak kariyer yapmış olsa da, gerçekte yüzeyin altında hiçbir şey gizli kalmıyor. Trump, tüm içselliğini boşaltmış ve kendini tamamen çıplaklaştırmış ve yalnızca her derinliksiz ayrıntının bütünüyle, sonsuza dek, herkes tarafından izlenmesini arzulayan bir hayatın semptomudur.

Gerçeklik görselliğine ikincil hale getirildikçe, toplumun görünümünü düzenleyerek toplumu örgütleme işlevi gören bir gösteri bolluğu toplumsal yaşamı istila etti. Walter Benjamin 20. yüzyılın başlarında Nazilerden Fransa’ya kaçtıktan sonra sinemayı kuramsallaştırmaya başladığında, perdeye yansıtılan görüntülerin otomatik olarak art arda gelmesinin onlarla eleştirel bir ilişki kurma kapasitesini azalttığından yakınıyordu. Bir tablodan uzakta durup onu düşünmek, kişinin dikkatinin tablonun çeşitli biçimsel unsurları arasında hareket etmesine ve içsel bir hareketin düşüncede ona eşlik etmesine izin vermek hala mümkünken sinemanın tek tek kareleri hızlı bir şekilde yansıtması, düşüncenin kendisi “yerini hareketli görüntülere bıraktığı” için “düşünmek istediğimi düşünmeyi” artık mümkün kılmıyordu.(3) Tıpkı seri üretilen metaların toplumsal yaşamın her boyutunu tamamen yeniden şekillendirmesi gibi, görüntülerin seri üretimi ve yayılması da nihayetinde kapitalist toplumun düşünülebileceği ve algılanabileceği biçimsel koşulları yeniden şekillendirmenin kültürel araçlarını sağlamış oldu.

Benjamin sinemayı deneyim üretmenin ve dağıtmanın bir aracı, ayrıca kapitalizmin sanayi örgütlenmesine paralel olarak duyusallığın kendisini örgütlemenin bir aracı olarak görüyordu. Algının mekânı ve zamanı artık teknolojik olarak yeniden biçimlendirilebilir ve yeniden düzenlenebilirdi; tıpkı kapitalizmin küresel genişlemesinin dünyayı kapsamlı bir şekilde ayırdıktan sonra ayrı olarak yeniden birleştirmesi, ekonomik üretim ve dağıtım araçlarını duyusal olanın üretim ve dağıtımına genişletmesi gibi, birbirinden farklı sahneleri ve anları kesip yeniden birleştirmek için montaj kullanılabilirdi.(4) Böylesi bir teknolojik ve tarihsel gelişme nihayetinde şiddetli ve topyekûn bir güçle topluma çarptı, metafizik enkaz ve döküntüleri ardında her yere yaydı, gerçekliği sürekli olarak daha gösterişli bir gerçek olarak yeniden inşa edilen çok sayıda görünüşe böldü. Benjamin sonunda sinemanın, bu “teknoloji tarafından değiştirilen algıyı” silahlandırmaya, toplumsal yaşamı imgelerle doldurarak yeniden şekillendirmeye ve bu şekilde tahakküm ve ölümün sonsuz çoğalması ve estetize edilmesi üzerine kurulu bir toplumu daha da geliştirmeye ve doğrulamaya çalışan faşist hareketlerin tehlikeli bir suç ortağı olarak hizmet etmesinden korkuyordu.(5)

Zamanımızda dünyanın görünüşe tabi kılınması tarihsel olarak çok daha gelişmiş bir biçime dönüştü ve sınırsız bir görsellik geliştirmek üzere tasarlanmış dijital teknolojiler kullanıldı. Görüntüler artık sadece bir telefonu çekerek her yerde üretilebilir, dağıtılabilir ve tüketilebilir ve yansıtılan filmlerin sınırlı bir süresi varken, sonsuz bir içerik dizisi sorunsuz bir şekilde çevrimiçi olarak sunulduğundan dijital bir ekranın önünde büyülenmiş halde kalabileceğiniz süre için hiçbir kısıtlama yoktur. Sinema kitleler için imgelerin seri üretimi olarak biçimlendirilmişken, dijital teknolojilerimiz aynı anda hem atomize eden hem de totalize eden bir duyusal düzen üretmiştir: Her birey kendi imgelerini üretmekte ve tıpkı gerçekliğin kendisinin dünya büyüklüğünde bir ekrana dönüşmesi gibi, kendi kişiselleştirilmiş imge akışını kendisine ulaştırmaktadır.(6) Benjamin düşüncenin yerini imgelerin alma riskiyle karşı karşıya olduğunu görürken, günümüz koşullarında düşünce aynı zamanda görsel olanın çevrimiçi üretimini, yayılmasını ve tüketimini denetleyen algoritmalar tarafından tehdit edilmektedir ve imgelerin yaşamın her anına giderek daha fazla entegre olmasını ve yaşamdan giderek daha fazla ayrılmaz hale gelmesini sağlayarak varoluşun kendisini görünüşünden daha az ayırt edilebilir hale getirmektedir. Toplum her yerde bir akış biçimine bürünüyor ve her yönünü son derece gereksiz olduğu kadar anında erişilebilir hale getiriyor: görüntüler veri merkezlerinden ekranlara, ürünler yabancı fabrikalardan ve dağıtım depolarından evlere aktarılıyor ve tüm dünya çevrimiçi görünümlerin bir birikimi olarak dolaşıma girip düzenlenirken hayatlar iş uygulamaları tarafından verilen çeşitli görevleri yerine getirmek üzere aktarılıyor.

Tüm gerçeklik bu devasa dönüşüme uğrarken imgeler geçici oldukları kadar her yerde bulunurlar, atılabilir oldukları kadar erişilebilir, toplumsal yaşam için gerekli oldukları kadar özünde birbirlerine eşdeğer hale getirilirler ve böylece çok az ya da hiç değersiz olurlar. Dolayısıyla imgelerin tek kullanımlık olması, metaların tek kullanımlık olmasıyla aynı biçimsel mantığı izler: Bu aynı zamanda hayatın tek kullanımlık olması, dünyanın tek kullanımlık olmasıdır. Görüntüler ekranlarda yanıp söner ve kaydırıldıkça yok olurlar, tıpkı akıllı telefonların her yeni versiyonu çıktığında hızla eskiyip çöpe atılması gibi, tıpkı işçilerin yaralandıklarında ya da eskidiklerinde zahmetsizce işten çıkarılıp yerlerine yenilerinin alınması gibi, tıpkı yıkıcı tarım, ağaç kesimi, balıkçılık ya da madencilik nedeniyle yeryüzünün bir bölgesinin ıssızlaşmasının, yatırımları yeniden tahsis etme ve bir diğerini buldozerle geçme zamanının geldiği anlamına gelmesi gibi… Kapitalizm tarihsel olarak, tüm dünyayı ekonominin sonsuz birikim arzusuna tabi kılan ve böylece tüm dünyayı kendi sonsuz yıkım sürecine entegre eden bu kolektif intihar anlaşması olarak şekillenir. Her şey işlev görmeye, değer olarak gerçekleşmeye, ekonomi için çalışmaya ve böylece onun tarafından tüketilmeye ve sonunda tükenmeye zorlanmaktadır. Kapitalizmin servet birikiminin gölgesinde, her zamankinden daha fazla miktarda tek kullanımlık imge ve meta birikimi mevcut. Bu üretim biçimi aynı zamanda yaşam ve ölüm de dahil olmak üzere her şeyin tek kullanımlık hale getirildiği bir dünya üretiyor.(7)

Benjamin kültürün teknolojik dönüşümünü teorize ederken, özellikle sanat eserinin aurasının, biricik ve konumlanmış varlığının, özgüllüğünün ve tekilliğinin yok edilmesi hadisesine odaklanmıştır. Bir resim, sergilendiği yerler, nasıl korunduğu ve bakıldığı ve hangi ellerden geçtiği ile maddi olarak yeniden şekillenen tarihini de beraberinde taşır. Ancak bir resmin fotoğrafı, seri üretildiğinde bu biçimsel mantığı patlatır, varlığını çok sayıda farklı bağlama yayar, kopyalarının her biri az ya da çok birbiriyle değiştirilebilir. Kapitalizmin ölümü bir imgeye dönüştürmesi, aynı teknolojik çalkantı içinde onun tekil varlığını işlevsel olarak ortadan kaldırır, onu müze hediyelik eşya dükkanlarında duran Guernica kartpostallarından ya da tedarik zincirlerinde hareket eden ham petrol varillerinden ayırt edilemez hale gelecek şekilde indirger. Hayatta belki de ölüm kadar tekil bir şey yoktur, formumuzun yerini bir diğerine bıraktığı o ölçülemeyecek kadar yoğun an kadar! Yine de kapitalizm ölümü her zamankinden daha orantılı ve değiştirilebilir hale getirerek, onu tüketim ve değişim devreleri içinde her zamankinden daha kapsamlı bir şekilde ele geçirerek bu tekilliğini ve biricikliğini inkar eder.(8) Kapitalizmin tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve kir damladığı halde bir mağaza rafında özenle duran parlak bir paket görünümüne bürünmesi gibi, kapitalizmin ürettiği ölüm de zahmetsizce tüketilmesini kolaylaştırmak için biçimsel olarak gerçekliğinden sıyrılmış şekillerde ortaya çıkar. Kapitalist toplum yaşamı elden çıkarır ve bunu yaparken ölümü de beraberinde getirir ancak daha sonra ölümü de elden çıkarır.

Dünyanın kapitalist görünüme tabi kılınması, insanları dünyayı sermayenin perspektifinden algılamaya ve böylece kapitalist toplumun dünyaya ölüm getirmesinin tüm yollarını değerli ve mutlak görmeye ve bunlardan zevk almaya davet eden muhteşem bir prosedüre bağlıdır. Ekonominin sürekli genişlemesi, yıkımın genişleyen biçimlerine dayandıkça ve bunları gerektirdikçe, ölümün kendisi de nihayetinde basitçe çevreye itilecek ya da yüzeyin altına gömülecek bir döküntü olarak değil; estetik ekonominin bir başka nesnesi, seyredilecek bir başka çarpıcı ve metalaştırılmış görünüm olarak ortaya çıkar. Böylece ölüm imgeleri kimi zaman gelişigüzel, kimi zaman da tutkuyla tüketilir, geçici bir duygu yaratır ya da yoğun fantezilere biçim verir ama her durumda ölüme kapitalist toplumun herhangi bir başka ürünü olarak yaklaşılır. İşte bu tarihsel ve kültürel koşullar altında faşizm yalnızca kök salmaya başlamakla kalmaz, aynı zamanda görme biçimlerinin var olma biçimleriyle tamamen birleştiği bir toplumda filizlenerek gelişebilir ve ölümü bir imge olarak daha da fazla kucaklayarak yaşamı ölüm etrafında daha da fazla örgütlemeye çekebilir.

Faşist bir kültüre boyun eğmek, faşist bir hayatı benimsemek ve yaşamak neleri içerir? Her şeyden önce, bazı insanların yaşaması, diğerlerinin ise ölmesi gerektiği görüşüne aşık olmayı, yaşamı ve ölümü kapitalizmin bilançolarında birbirini tamamlayan sayısal girdiler olarak göründüğü şekliyle kavramayı ve nihayetinde yaşamları tam anlamıyla bu şekilde görmeyi gerektirir. Sınıflı toplumun temeli olan zenginlik ve yoksulluk arasındaki ekonomik ayrım, böylece, değerli olarak algılanan yaşamlar ile değersiz olarak algılanan yaşamlar arasındaki duyusal bir ayrım olarak da şekillenir ve estetik olarak yaşam ve ölümün toplam ekonomizasyonuna içkin olan ıssızlık tarafından şekillendirilir. Bir faşist her yeni satın alımda, bir insanın çiğnendiğini gördüğünde duyduğu ucuz sevinci duyar; her ikisi de yaşamı yalnızca ölümün çoğalması temelinde inşa eden kapitalist toplumun sağduyusunun bir parçası olarak görünür. Faşizmin tam kalbinde sermaye ve yaşamın tam bir sentezine ulaşma hayali; kapitalizmin yalnızca ekonomi ve siyasetin biçimini değil, aynı zamanda mümkün olan tüm anlam, arzu ve deneyimin biçimini de belirlemesini sağlama hayali, arzulanan şeyin yalnızca birikim değil, aynı zamanda ıssızlık olduğu bir toplum üretme hayali vardır. Felaketin gerçek derinliği budur: Yaşamın kendisi durmaksızın aşağılanır ve bertaraf edilir ama yine de yaşamlar -duyusal, estetik, öznel, libidinal olarak- toplumsal yaşamın kendisiyle eşanlamlı olarak algılanan yıkımın giderek daha göz kamaştırıcı biçimlerine çekilir ve bağlanır.

Dünyayı sermayenin gördüğü gibi görmek, yaşamın devam eden ıssızlığını daha fazla birikimin temeli olarak görmeyi ve dolayısıyla başkalarının aşağılanmasında, boyun eğdirilmesinde ve ölümünde değer görmeyi içerir. Trump’ın ikinci döneminin ilk haftalarında internette yayınladığı yapay zeka tarafından üretilen bir videoda, Gazze’nin yıkıntıları arasında dolaşan çocukların görüntülerini kalabalık gece kulüpleri, el değmemiş sahillere demirlemiş lüks yatlar ve ışıltılı alışveriş bölgelerinin çerçevelediği pahalı spor arabalar takip ediyor. İnternette milyonlarca kişi tarafından izlenen ve paylaşılan bu tür görüntülerin gerçek olabilmesi için Filistin’deki soykırımın gerçekleştiğini, izleyicileri toplu mezarların üzerine inşa edilmiş bir tatil köyünün görüntüsünden, yok etme ve ıssızlıktan doğan lüks ve zenginliğin görüntüsünden, estetiği enkaz altında kalanların değersizleştirilmesi ve yok edilmesinden türetilen bir ölüm gösterisinden zevk almaya davet ettiğini anlamak gerekir. Yaşam ve ölüm kapitalizmin estetik ekonomisi içinde ele geçirildikçe, insanlar burada hayatta kalmanın, hazzın ve gelişmenin zorunlu olarak orada sefalet, acı ve imha ile eşit olduğu, yaşamın yalnızca kapitalizmin sonsuz bir meta akışı sağlayan üretici güçleri tarafından değil, aynı zamanda değersiz hale getirilmiş olanı bertaraf eden yıkıcı güçleri tarafından da sürdürüldüğü ve anlamlandırıldığı görüşüyle baştan çıkarılmaya başlanır. Tıpkı bir vinyetin koyu tonlarının parlak ve aydınlık bir merkez görüntüsü yaratması gibi, faşizm de herkesi başkalarının ölümünde kendi hayatının sadece olasılığını değil, güzelliğini de görmeye ve bu şekilde başkalarının ölümünü güzel olarak görmeye davet eder.

Faşizmin gösterileri ölümü nihayetinde bir imge olarak resmileştirir, böylece görünmesi sağlanarak gerçek kılınabilir. Göçmenler sokaklardan süpürülürken, sınır dışı uçaklarına sürüklenirken ve El Salvador’un toplama kamplarına atılırken, insansız hava araçları ve kamera ekipleri sürecin her adımına eşlik etti, böylece yaşamın bu aşağılanması ve boyun eğdirilmesi görsel üretimiyle birleşecek, hem toplumun tahakkümünü bir gösteri haline getirecek hem de yaşama muhteşem bir biçimde hükmederek sermayenin yaşayabilmesi için ölümü kucaklayan faşist bir kültürü daha da sağlamlaştıracaktı. İsrail askerleri Gazze’de yarattıkları ölümcül dehşetle dolu videoları kayda alıyor ve Amerika Birleşik Devletleri İç Güvenlik Bakanı, Nazi imha kamplarına görsel olarak gönderme yapan bir biçimde, kafaları tıraş edilmiş mahkum ranzalarının önünde poz veriyor. Yaşam imgeleri, yaşama layık görülenlerle ölüme layık görülenler arasındaki ayrımı daha da belirginleştirmek ve nihayetinde bu ayrımın kendisini deneyim ve arzunun temeli haline getirmek için tahakküm ve ölüm imgeleriyle birleştirilir. Faşizmin ölüm görüntüleri aynı anda hem daha fazla ıssızlığın yolunu hazırlayan imgeler olarak hem de daha fazla imgenin yolunu hazırlayan ıssızlık olarak biçimlendirilerek gerçekliğe iki kez yayılır. Ölüm asla basitçe görünmekle yetinmez, bunun yerine kendi gerçekliğine acımasızca iştah duyar, ekranları doldurur ve aynı jestle toplu mezarları doldurur.

III

Ölümden sürekli bir kaçış yoktur, yaşam için kaçınılmaz olanı süresiz olarak yadsımanın bir yolu yoktur. Yaşama sorunu her zaman aynı zamanda bir ölüm sorunudur, tıpkı herhangi birimizin yaşamlarımızda özgürlüğe sahip olma derecesinin ölümlerimize şekil verme özgürlüğüne yansıması gibi. Bu, yaşamın her zaman kişinin kendi canını alma olasılığıyla ilişkili olarak yaşandığı şeklindeki varoluşçu anlamda doğrudur ancak aynı zamanda daha temelde, gerçekten özgür bir yaşamın, hangi koşullar altında, kiminle ve nasıl, nerede ve muhtemelen ne zaman sona erebileceğine şekil vermekte özgür olan bir yaşam olduğu da doğrudur: Yaşamlarımız ve ölümlerimiz zamanın belirsizliğine ve Dünya’nın maddeselliğine bağlı oldukları için asla tam olarak öngörülemez veya planlanamaz. Dolayısıyla kapitalizmin hayatlarımızın özerkliğini elimizden alması, ölümle kendi ilişkimizi kurma, sonumuzda kendi anlamımızı bulma, kendi şartlarımızla ölme özerkliğimizin de elimizden alınması olarak anlaşılmalıdır.

Dünya giderek daha da yaşanmaz hale gelirken, kendimizi dünyanın giderek daha da katlanılmaz hale gelmesini sağlayacak şekilde oluşturup oluşturamayacağımız sorusu da karşımıza çıkmaktadır.(9) Bir yaşam, dünyadaki bir şeyi duyusal olarak reddettiğinde, bir deneyime daha fazla dayanamadığında ve böylece içinde yaşadığı durumu radikal bir şekilde altüst etmeye yöneldiğinde, bir şeyi katlanılmaz olarak deneyimler: Tahammül edilemez bir dünya, işlerin artık basitçe devam edemediği, her zamanki gibi işlerin dayanılmaz hale geldiği ve devrilmesi gereken bir şey olarak görüldüğü bir dünyadır. Tahammül edilemezlik farklı biçimlerde patlak verir; bir patron çok fazla talepte bulunduktan sonra işi bırakan işçiler, askeri araştırma yapıldığını öğrendiklerinde kampüsteki bir laboratuvarı işgal eden öğrenciler ya da yeni bir ceza ve kısıtlama turunun duyurulmasının ardından kendilerini kafesleyen binayı ateşe veren mahkumlar olarak tezahür eder. Her örnekte, durumun değişen perspektifi, içinde neyin mümkün olduğunu da değiştirir: Takip edilecek yeni uçuş hatları, alınacak yeni taraflar, vurulacak yeni hedefler ortaya çıkarır. Bu nedenle dünyayı tahammül edilemez kılma görevi, sermayenin dünyayı mantıklı bir şekilde düzenlemesinden şiddetli bir kopuşu içerdiği gibi, duyularımızın keskinleşmesini ve içinde bulunduğumuz durumun gerçekliğiyle tam olarak yaşamamıza ve güçlü bir şekilde yüzleşmemize olanak tanıyan algıların paylaşılmasını da içerir.(10)

Faşizmin gözlükleri, kapitalizmin ölüm biçimlerinin hem koparılmış hem de arzulanan nesneler olarak göründüğü koşulları yaratır ve bu şekilde aynı zamanda amnezi ve anestezi biçimleri olarak kapitalizmin tarihi olan ıssızlık tarihinin unutulması ve kapitalizmin gözlerimizin önünde ortaya çıkan şiddetine karşı duyarsızlaşma olarak işlev görürler. Böylece faşist kültür, bizi kendi yaşamlarımızı ve ölümlerimizi anlamlandırmaktan aciz bırakarak, kendimizi yalnızca kapitalizmin yaptığı gibi anlamlandırmamızı sağlamaya çalışır. Dünyadaki yaşamlarımızı algılama biçimimizi yalnızca ekonomi belirlediği sürece, hayatta kalmanın tek yolu olarak birbirimizi değil ücretleri gördüğümüz sürece, piyasanın geleceği mümkün olan tek gelecek olarak hissedildiği sürece, ekonomi ve onun ıssızlığı basitçe dünya olarak görünmeye devam edecektir. Bu durumdaki yeni çatlaklar ve fay hatları, ancak toplumun olağanüstü boyutlarını kesen, ekonominin bittiği yerde başlayan yaşam biçimlerine göz atan ve böylece kapitalizmin ve faşizmin dünya deneyimimiz üzerindeki hakimiyetini kıran anlam biçimlerini bir araya getirerek ve derinleştirerek fark edilebilir. Bir şeyi tahammül edilemez hale getirmek, oldukça basit bir şekilde, onun yıkımını hissedilir kılmaktır.

Zamanımız yaşamın ıssızlaşmasıyla damgasını vururken, toplumun göz alıcı şiddetini reddeden isyanlarla da sarsıldı. Arap Baharı ayaklanmaları, Tunus’ta Muhammed Bouazizi’nin kendini yakması ve Mısır’da Khaled Saeed’in devlet tarafından öldürülmesi görüntülerine tepki olarak patlak verdi ve Oscar Grant, Breonna Taylor, George Floyd ve diğerlerinin polis infazları ortaya çıktıkça, ABD tarihindeki en militan ve yaygın ayaklanmalardan bazılarını tetikledi. Bu isyanlar bu kadar patlayıcıydı çünkü dünyanın tüm duygusal düzenine, toplumun bazı yaşamları değersiz, gereksiz ve tek kullanımlık olarak görmesine, ölümün giderek daha acımasız biçimleri temelinde örgütlenen bir topluma karşı yürütülüyordu. Bu isyanların sokaklarda ortaya çıkması, aynı zamanda bu ölümleri sadece bir başka katlanılabilir kurban olarak değil, tutuşturulacak, bir alev haline getirilecek ve bir bütün olarak toplumu daha da yakacak şekilde yayılacak vahşi bir kıvılcım olarak deneyimleyen farklı bir duyu biçiminin ortaya çıkmasıydı. En basit haliyle isyan, yaşamın sermaye perspektifinden algılanma biçimlerinin, yaşamın görünüşlerin muhteşem düzeni içinde konumlandırılma biçimlerinin tümünü reddetmeyi içerir; tıpkı dünyayı yerden, sokakta arkadaşlar arasında, barikatlar arasında yeniden görmeyi öğrenmeyi içerdiği gibi

Dramatik şiddet ve baskıya rağmen bu isyanlar, İran’da Mahsa Amini’nin, Yunanistan’da Alexandros Grigoropoulos’un, Fransa’da Nahel Merzouk’un öldürülmesinin ardından yakılan geçmiş ateşlerin üzerine inşa edilerek keskin bir düzenlilikle yüzeye çıkmaya devam etti. Filistin’de devam eden soykırıma karşı kamplar, gösteriler, bina işgalleri ve sabotaj eylemleri de toplumun yaşamı ıssızlaştırmasını ve ölümü kucaklamasını reddedenlerin, topluma karşı ortak bir hoşgörüsüzlük geliştirenlerin ve sonuç olarak ona karşı savaş açanların bu zengin tarihini detaylandırıyor. Bu isyanlar, dünyayı kapitalist dünyanın mantıklı düzeninden ayrı olarak algılayabildikleri ölçüde tehlikelidir ve sonuç olarak birbirlerini algılamanın ve şeyleri birlikte algılamanın kendi yollarını geliştirerek, daha önce hiçbirinin görünür olmadığı gerçekliği kesen savaş hatlarının çoğalmasını görmek için kolektif bir kapasite geliştirirler. Kendi perspektifinden başka hiçbir perspektife izin vermeyen bir toplumda, kişinin düşüncesini ve dikkatini her yerde aşikar olana açması isyanla eşdeğerdir.

Şu anda dünyayı böylesine tahrip eden şeyle yüzleşmek; kişinin kendi yaşamını ve ölümünü, onların değerini tamamen örgütlemek ve belirlemek isteyen toplumdan geri almasını ve nihayetinde yaşamı ve ölümü sermayeye karşı bir mücadelenin malzemesi olarak işlemesini gerektirir. Tam da yaşam ve ölüm kapitalist toplumdan geri alındığında, ölüme karşı bir mücadelede kendi yaşamını ve ölümünü riske atmanın, yaşamı ve ölümü anlamdan yoksun bırakan toplumu yok ederek yaşama ve ölüme yeni bir anlam vermenin, ekonomiden kurtulup ona karşı bir silah olarak keskinleşmenin ne anlama gelebileceğine dair bir fikir geliştirmek mümkün hale gelir. Yaşamı ve ölümü radikal tekillikleri içinde kavramak; onları yeniden tüm açıklığıyla kavramak, birikim ve ıssızlık mantığının ötesinde ve ona karşı yaşarken ve ölürken mümkün olanın tüm yelpazesini yeniden algılamaktır. Toplumun görkemli bileşimi eninde sonunda ancak onun tamamen ayrıştırılmasıyla, düzensizlik getiren ve değeri yok eden şeyde anlam ve güzellik arayışıyla, bir biçim anarşisiyle yenilgiye uğratılabilir. Kapitalizm ve faşizm, bir ölüm panoraması üzerinde ince bir şekilde parlatılmış bir yaşam imgesi sunar. Yaşam, böyle bir imgenin oturduğu çerçevenin tamamını yıkarak yanıt vermelidir.

DİPNOT:

1 “İnsanoğlunun kendine yabancılaşması öyle bir dereceye ulaşmıştır ki kendi yıkımını birinci dereceden estetik bir zevk olarak deneyimleyebilir. Faşizmin estetik hale getirdiği politikanın durumu budur.” Walter Benjamin, “The Work of Art in the Age of Mechanical Reproduction” in Illuminations: Essays and Reflections, ed. Hannah Arendt, Schocken, 1968, 242.

2 “Appearance”(Görünüm) kelimesinin etimolojisi burada öğreticidir; hem görünür olmak hem de boyun eğmek (bir yargıcın huzuruna çıkmak gibi), görünür olmak ve aynı zamanda itaat etmek anlamına gelir. “Apprehend”(Kavramak) bu ikiliği paylaşır, hem duyularla kavramak hem de yakalamak ve alıkoymak anlamına gelir. Tüm bu sözcük dağarcığında kodlanmış olan estetik bir şiddettir, işlevi dünyayı tabi kılmak ve ona hükmetmek olan bir dünya imgesidir.

3 Georges Duhamel’in bu gözlemi Benjamin tarafından “The Work of Art in the Age of Mechanical Reproduction” 238'de alıntılanmıştır.

4 “Duyulabilir olanın dağılımını, aynı anda hem ortak bir şeyin varlığını hem de onun içindeki saygıdeğer parçaları ve konumları tanımlayan sınırlamaları ifşa eden duyu algısının apaçık olguları sistemi olarak adlandırıyorum. Dolayısıyla duyulur olanın dağılımı aynı anda hem paylaşılan ortak bir şeyi hem de ayrıcalıklı parçaları tesis eder. Parçaların ve konumların bu şekilde paylaştırılması, ortak bir şeyin kendisini katılıma nasıl açtığını ve çeşitli bireylerin bu dağılımda ne şekilde pay sahibi olduğunu belirleyen mekânların, zamanların ve etkinlik biçimlerinin dağılımına dayanır.” Jacques Rancière, The Politics of Aesthetics, Continuum, 2004, 13.

5 Benjamin, “The Work of Art in the Age of Mechanical Reproduction” 242.

6 İkinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında Naziler, film yapımcısı Harun Farocki’nin savaşın fabrikada zaten teknolojik olarak elde edilen görsellikle aynı hizaya getirilmesi, üretim araçlarıyla yıkım araçlarının muhteşem bir düzende birleştirilmesi olarak tanımladığı şeyin bir parçası olarak füzelere kamera yerleştirmeyi denemeye başladı: “Savaş alanındaki nesneleri tanımak ve izlemek bir fabrikadakinden çok daha zordur. Fabrika, sabit ışık koşullarına ve düzene sahip kontrollü bir alandır. Konumlandırma sistemlerinin iyileştirilmesi ya da tüm dünyanın fabrika koşullarına uygun hale getirilmesi gerekecektir.” Uzaktan Savaş, yönetmen Harun Farocki (Video Data Bank, 2003).

7 “Emeğin üretkenliğinin artırılması, üretim sürecine makinelerin girmesiyle büyük ölçüde belirginleşir… Makinelerin girmesi işçilerin iş yükünü hafifletme olasılığını barındırırken, makineler aynı zamanda işçilerin sağlığını dikkate almaksızın sermaye için çalışanların yoğunluğunu artırma işlevi görür… Aynı zamanda, makinelerin girmesi, sermayenin bir artık (kar) elde etmesi için gerekli işçi sayısına karşılık gelen gerekli emekte bir azalmayla ilişkilidir. Dolayısıyla, büyük ölçekli sanayide makinelerin kullanılmaya başlanmasıyla emeğin üretkenliğinde meydana gelen artışlar, çalışan nüfusun büyük ve giderek büyüyen bir bölümünü gereksiz hale getirmektedir; insanlar, sermaye birikiminin devamı için gerekli atıklar olarak görülmeye başlanmıştır.” Michelle Yates, “The Human-As-Waste, the Labor Theory of Value and Disposability in Contemporary Capitalism,” Antipode, 43, no. 5 (2011): 1689.

8 İşte bu noktada, Güney Amerika’da yaygın olarak dağıtılan linç kartpostalları ve yerli kabilelerin yok edilmesini romantikleştiren kovboy filmleri, Afrika ve Asya’da çekilen ve kapitalist yayılma ve mülksüzleştirmenin şiddetini rasyonelleştiren ve büyüleyen sömürge filmleri ve elbette Avrupa’nın gaz odalarına giden yolu görsel olarak açan Leni Riefenstahl ve Fritz Hippler’in Nazi filmlerinden oluşan çok daha kapsamlı bir faşist estetik tarihinin ipuçları ortaya çıkmaya başlar. Susan Sontag, 20. yüzyıl boyunca üretilen faşist gösteriler üzerine düşünürken, bunların “kendisi de bir biçim fikrine dayanan gerçekliğe biçim verme” amacını taşıdığını zekice gözlemlemiştir. Sontag’ın faşist estetiğe yönelik eleştirisinin unsurları gücünü büyük ölçüde korusa da, faşizm ve kapitalizm arasındaki temel bağları göz önünde bulundurmayı reddetmesi projesini ölümcül bir şekilde kısıtlamaktadır. Ancak faşizmin toplumsal yaşamın bütününe dayatmaya çalıştığı şeyin kapitalist ölüm biçimi olduğunu, faşist estetiğin yaşamı kapitalizmin ıssızlığı temelinde yeniden düzenleme işlevi gördüğünü kavradığımızda, faşizmin şu anda dünyaya getirdikleriyle gerçekten yüzleşmek mümkün olur. Susan Sontag, Under the Sign of Saturn, Vintage Books, 1981, 85.

9 Michel Foucault’nun hayatı üzerine düşünen Gilles Deleuze, onun projesinin tahammül edilemez olanı düşünmeyi ve böylece herkesin zaten bildiği ama yine de görmekten aciz kaldığı şeyleri görebilmeyi içerdiğini belirtmiştir: “Onun için düşünme, ölene kadar her zaman deneysel bir süreçti. Bir bakıma, o bir tür gözlemciydi. Ve gördüğü şey aslında tahammül edilemezdi… Bir şeyi gördüğünüzde ve onu çok derinlemesine gördüğünüzde, gördüğünüz şey tahammül edilemezdir… Foucault için düşünmek tahammül edilemez olana, deneyimlenen tahammül edilemez şeylere tepki vermekti… Eğer düşünme tahammül edilemez olana ulaşmıyorsa, düşünmeye gerek yoktu… Tahammül edilemezdi, adaletsiz olduğu için değil, kimse görmediği için, algılanamaz olduğu için. Ama herkes biliyordu. Bu bir sır değildi. Herkes hapishanedeki bu hapishaneyi biliyordu ama kimse görmüyordu. Foucault bunu gördü.” Gilles Deleuze, “Foucault ve Hapishaneler” in Intolerable: Writings from Michel Foucault and the Prisons Information Group (1970- 1980), ed. Kevin Thompson ve Perry Zurn, Minnesota, 2021, 386.

10 “Büyük yalan, kişinin gördüğü bazı şeyleri görmeyi inkar etmesi ve onları gördüğü şekliyle görmeyi reddetmesidir. Asıl yalan, kişinin kendisi ile dünya arasında durmasına izin verilen tüm ekranlar, tüm görüntüler ve tüm açıklamalardır. Kendi algılarımızı düzenli olarak bu şekilde reddediyoruz. Öyle ki, hakikatin söz konusu olmadığı yerde, hiçbir şey söz konusu olmayacaktır… Hiçbir durumda ‘hakikati’ aktarma iddiasında değiliz, daha ziyade dünyaya dair sahip olduğumuz algıyı, önemsediğimiz şeyleri, bizi uyanık ve canlı tutan şeyleri aktarıyoruz. Ortak görüş reddedilmelidir: gerçekler çoktur ama gerçek olmayan tektir çünkü ortaya çıkan en ufak bir gerçeğe karşı evrensel olarak dizilmiştir.” Görünmez Komite, Now, çev. Robert Hurley, Semiotexte, 2017.

KAYNAK

--

--

No responses yet