Semih Güneri’nin Türk-Altay Kuramı’nın Eleştirisi

Credit: Alexandr frolov https://commons.wikimedia.org/wiki/File:Petroglyphs_on_the_Jalgiztobe_hill,_Kosh_Agach_district,_Altai_Republic,_Russia.jpg

Semih Güneri’nin Türk-Altay Kuramı (Kaynak Yayınları, 2018) Türk Kağanlığı (Göktürk) öncesi dönemi birinci el arkeolojik belgelere dayanarak aydınlatmaya çalışan ülkemizde yapılmış en kapsamlı, belki de tek calışma olarak kanımca bir dönüm noktası oluşturuyor. Çalışmanın bir başka özelliği de Hint-Avrupa dil ailesi ve kavmi tezine esaslı ve ayrıntılı eleştiriler getirmesi. Türkiye’de tarihçelerin dil aileleri kuramının ideolojik boyutunu tüm incelikleriyle kavradıkları söylenemez. Kanımca, bu özelliklerinden dolayı Altay-Türk Kuramı (TAK) ülkemizde yapılmış benzersiz bir calışma.

“Eleştiri” kavramı günümüzde olumsuz yargılar içeren değerlendirme olarak anlaşılsa da, esas itibariyle, artı ve eksikleriyle nesnel değerlendirme çabası olarak düşünülmesi gerekir. Bu yazıdaki amaç da Türk-Altay Kuramı’nı etraflıca değerlendirerek, kamuoyunu bilgilendirmek, tarihimizi ve kimliğimizi ilgilendiren bu çok önemli konuyu tartışmaya açmak. 900 sayfayı aşan ayrıntılı arkeolojik verilerin sunulduğu ve değerlendirildiği bu çalışmayı bütün teknik ayrıntıları ile tartışmak gibi bir maksadımız olamaz. Bu ancak konun uzmanı arkeologların yapabileceği bir iş. Buradaki amacın, kuramı genel çizgileriyle tanımlamak, ilgili benzer çalışmalarla karşılaştırarak bir okurun kafasında oluşan soruları ve çözümleri paylaşmak olarak kabul edilmesini diliyoruz.

Kısıtlı yerimizi göz önüne alarak TAK’ı en özlü olarak tanımlamaya çalışmakla başlayalım. TAK, çıkış noktası olarak Orhun yazıtlarıyla belgelenmiş olan Göktürk-Uygur dönemini alıyor. MS 6.-8. Yy. arası kabul edilen bu dönemi, Klasik Türk Dönemi-2 (Göktürk-Uygur Kültürü) olarak nitelendiriyor. İzlenen yöntem Klasik Türk Dönemi-2 arkeolojik verileriyle, ardılı ve öncülü Altaylar ve hemen çevresindeki alanlarda saptanmış arkeolojik verileri karşılaştırarak aralarında süreklilik veya kopuş tespit etmek. Buna göre, Klasik Türk Dönemi-2 ile ondan önce gelen Taştık (Klasik Türk Dönemi-1, MS 2.- 7. Yy., Son Demir Çağı-Erken Orta Çağ), Tagar (MÖ 1000/900-MS~150, Son Tunç Çağı-Demir Çağı), Karasuk (Orta ve Son Tunç Çağı, MÖ 1500/1400–1000/900) ve Okunyev (MÖ 2300–1500, Erken Tunç Çağı) kültürleri arsında seramik kaplar, mezar ve ölü gömme adetleri bakımından devamlılık söz konusudur. Buna dayanarak TAK, Altaylarda bir biri ardı sıra gelişmiş olan bu kültürleri Türk-Altay kültürü olarak nitelendirir. MÖ 2300’lere giden bu dönemin öncülü olan MÖ 4 binlerde aynı coğrafyada gelişmiş kültürleri Afanasiyev-Proto-Okunyev olarak adlandırır (MÖ 4000–2300, Eneolitik/Bakır Çağ). Demek ki kabaca MÖ 4000’den MS 1000’i kapsayan, Erken Bakır Çağı’ndan, Son Demir Çağ’ına uzanan 5 bin yıl boyunca Altaylar çevresinde var olmuş tek bir uygarlık veya kültürden soz edilebilir, TAK’a göre. Bu kültürlerin kökenlerinin ise batıda Yenisey vadisi, kuzeyde Angara nehri, doğuda Ulu Lena ve güneyde Baykal gölü ile çevrelenen, içinde mikro-klima alanlar bulunan Yenisey-Lena bölgesinde tespit edilmiş olan Neolitik ve Üst Paleolitik (MÖ 16,000–12,000) kültürlere dayandığı savlanıyor. (Yazının sonundaki Tablo 1'e bakınız).

Batılı arkeolog ve tarihçilerin büyük çoğunluğunun savunduğu Hint-Avrupa kavmi ve dil ailesi tezine göre ise Avrasya’da MÖ 4 binlerden beri gelişmeye başlamış görkemli step (bozkır) uygarlığı Balkanlar ve Karadeniz bozkırlarında doğarak, atlı-arabalı savaşkan Hint-Avrupalılar tarafından bir yandan Avrupa’nın içlerine, diğer yandan Çin’in batı sınırlarına, oradan da Hindistan’a taşınmıştır. Engin Avrasya coğrafyasındaki bütün büyük işler, dolayısıyla, bu kavmin marifetidir. Bir yazarın (Chernykh) deyimi ile “güneş batıdan doğuya doğmuştur”. Örnegin, Kuzey Kafkaslardaki göz kamaştırıcı Maykop kültürü (MÖ 3700–3000), atın ilk evcilleştirildiği Kuzey Karadeniz steplerinde (Deşt-i Kıpçak) MÖ 4500–3500 tarihlenen Sredny Stog kültürü, yine atın evcileştirilmesi ile dikkat çeken Güney Kazakistandaki Botay kültürü (MÖ 3700–3100), ilk kurganların görüldüğü Batı Karadeniz’den Hazar’ın doğusuna Karadeniz steplerinde yayılmış Yamnaya (MÖ 3100–2600), Uralların doğusundan Altay eteklerine, güneyde de Tarım havzasına kadar bütün Orta/Merkezi Avrasya’yı kapsayan Andronova (MÖ 2000–900) kültürlerin tamamı Hint-Avrupa işidir. Bu durumda, meşhur Tarım mumyaları da bu halkın izleridir, çok sonraları Demir Çağ’ına damgasını vurmuş olan İskit-Sakaların geriye bıraktığı Kazakistan ve Tuva’daki olağanüstü zenginlikte yüksek sanat eserleri içeren kurganlar da. Bu tarih kuramında, Türklere MS 3–4. Yy.’lara kadar yer yoktur. Bu yüzyıllarda nasıl birden bire ortaya çıktıkları da ayrıntılarıyla tartışılmaya gerek görülmez. Türkler, MS ilk yüzyıllarda nasıl olduysa birden bire Hint-Avrupalıların yerini alıp onları kendi dillerine çevirivermiş, Türkleştirmişlerdir. Bu “talihsiz” olayı çok da araştırmaya gerek yoktur! TAK’ın önemi bu teze birinci el arkeolojik belgeler üzerinde yapılan çalışmalarla karşı tez olarak nitelendirilebilecek bir yanıt vermesidir, kanımca.

TAK’ın yanıtını tatışmadan önce Hint-Avrupa tezini biraz açalım. Dogmalaşmış, bilim tarihçisi Thomas Khun’un tarihteki örneklerini gösterdiği gibi, bütün karşı kanıtlara karşın sorgulanmayan, ortaya konan karşı tezler tartışılmadan rededilen, eskidiği halde üzerine yapılan maddi manevi yatırımlar nedeniyle terk edilmek istemeyen Hint-Avrupa tezinin iki temel çeşidi var:

İlki, yukarıda değindiğimiz Kurgan hipotezi. İlk kez Marija Gimbutas (1965) tarafından 1960’larda ortaya atılan tez, Kurgan kültürünün Hint-Avrupa halklarına ait olduğunu savunuyor. Hint-Avrupa halklarının varlığı tamamen bir takım dilbilimsel çıkarımlara dayanıyor. Elimizde başkaca sağlam genetik, arkeolojik veya yazılı kanıt yok. Tez kısaca şu: Tarihin bir döneminde (hangi dönem olduğu belirsiz), bir coğrafyada (hangi coğrafya olduğu belirsiz), Avrupa ve Hintlilerin atası olan bir halk yaşardı. Bu halk, kısa söylemle, “Aryanlar”, bütün Avrupa ve Hint dillerin atası Proto-Hint-Avrupaca konuşurdu. Bu halk Kuzey Karadeniz bozkırlarından gelerek Avrupanın içlerine dağıldı ve Eski Avrupa kültürünü ortadan kaldırarak Yeni Avrupa’yı meydana getirdi, Hindistan’a geçerek Hint uygarlığını kurdu.

Kurgan kültürünü geliştirdiği savlanan Hint-Avrupa kavmi ile ilgi ne gibi kanıt var? Yalnızca dilbilimsel bazı yöntemlerle kağıt üzerinde kurgulanmış Proto-Hint-Avrupa dil ailesi. Altını çizelim, tartışmalı bazı yöntemlerle kağıt uzerinde varlığı öne sürülen bir Proto-dil ailesi, Hint-Avrupa kavminin varlığına kanıt olarak gösteriliyor. Başka bir yazının konusu, ancak burada çok rahat söyleyebilirim, “Proto Hint-Avrupa dil ailesi” kuramı tamamen bir safsata! Çok sağlıksız varsayımlara dayanıyor ve ciddi yöntemsel (metodolojik) hatalar içeriyor. Proto Hint-Avrupa dil ailesi dogmasının önümüzdeki onyıllarda bir “Kopernik devrimiyle” yıkılmaya aday olduğunu ileri sürebilirim. Bu yönde önemli bir adım olan Ural dilleri uzmanı Angela Marcantonio (2009) tarafından yapılmış çalışmanın künyesi yazının sonunda verilmiştir. Bir başka dilbilimci, Mario Alinei de, Güneri gibi Proto-Hint-Avrupa dili tezinin ideolojik bir safsata olduğunu, 19. Yy.’da üstün Avrupa ırkı ideolojisi döneminde ortaya atıldığını çok güzel anlatıyor. Mario Alinei’in çalışmalarına ileride döneceğiz, çünkü, kanımca TAK’ın Alinei hakkındaki olumsuz değerlendirmeleri hatalı.

İkinci Hint-Avrupa tezi ise, Hint-Avrupalıların kurgan kültürünü geliştirmiş olan göçebe topluluklar değil, Anadolulunun tarımcı köylüleri olduğunu savlıyor. En önemli temsilcisi Colin Renfrew olan bu tezin de diğeri gibi dilbilimsel kurgular dışında başkaca kanıtı yok.

TAK’ın Hint-Avrupacı Kurgan Kuramı’na karşı yanıtı, yukarıda sözünü ettiğimiz Okunyev-Karasuk-Tagar-Taştık (OKTT) kültürlerinin bugün kendilerini Türk olarak niteleyen halkların ataları olduklarını kanıtlamasıdır. Avrasya kültürlerini Hint-Avrupalılarca yaratıldığını öne süren tezlerde ise TAK’ın Klasik Türk Dönemi-1 olarak değerlendirdiği MS 2–7. Yy. Taştık kültürü mensupları bile Avropid (Kafkasoid, Europoid) tipli insan kalıntıları nedeniyle sonradan Türkleşmiş Avrupalılar olarak kabul edilmektedir. Yukardaki zinciri oluşturan kültürlerden yalnızca Okunyev’in, bulunan kafataslarının Mongoloid karakterli olması nedeniyle, “yerli” halkların yaratımı olabileceği söylenmektedir. TAK, bu argümana karşı bu kültürlerin tamamındaki insan tipinin, Mongoloid özellikleri ağır basan, T-AAF (Türk-Altay Antropolojik Formasyonu) diye adlandırdığı tipe ait olduğunu öne sürerek karşı çıkmaktadır. Kanımca, fenotipe bakarak, etnik aidiyet ve kimlik konusunda hiç bir şey söylenemez. TAK’ın kanıtları bununla sınırlı olmamakla birlikte, fenotip verileri kuramda önemli bir yeri tutar.

Kanımca, fenotip üzerinden etnik kimlik tanımlaması TAK’ın en zayıf noktasıdır. Fenotip üzerinden kültür ve etnik kimlik tanımlaması yapılamayacağı gibi, TAK’a göre OKTT kültür zincirinin kökeni olan Yenisey-Lena Yukarı Paleolitik kültürünü oluşturanların tamamının Mongoloid veya T-AAF tipli oldukları genetik ve arkeolojik belgelere göre şüphelidir. TAK’ın, aşağıda özetlediğim bilgilerin bir çoğunu değerlendirmesine karşın, nasıl tamamen karşıt bir sonuca vardığını açıklayamıyorum. Bu bilgileri beraber değerlendirelim.

Mal’ta-Buret kültürü diye tanımlanan Baykal Gölü’nün batısında üst Angara Irmağı üzerindeki Yukarı Paleolitik Çağ’a ait arkeolojik kültür merkezinde bulunan bir iskelet günümüzden 24 bin yıl öncesine tarihlenmiştir. MA-1 diye adlandırılan bu buluntu yayınlanan genetik çalışmalara göre, Sibirya, Amerika Yerlileri ve Bronz Çağı Yamnaya ve Botay Avrasya bozkır kültürü insanlarının ataları ile ilişkilidir (Lazaridis, et al., 2014; Raghavan, et al., 2014).

MA-1, bazal Y-DNA R*’nin (R-M207*), diğer bir deyişle, R1a ve R1b haplogruplarının atası olan R haplogrubun, bilinen tek örneğidir. R haplogruptan doğan R1a ve R1b bütün Avrupa kıtasında en yaygın grup olup, ayrıca Altay, Başkurt, Karaçay, Karakalpak, Kırgız, Özbek, Tatar, Türkmen, Uygur gibi Orta Asya Türk halkları arasında da baskın olan gruptur. Mongoloid özellik, C ve O Y-DNA haplogrupları ile ilişkilendirilmektedir. Bu gruplar sırasıyla Moğol ve Han Çin popülasyonlarda yoğun olarak gözlemlenir. Diğer bir deyişle, Mongoloid tip Doğu Avrasya halkları ile ilişkilidir. Kuzey Avrasya’nın Altay ve Sibirya halkları ise ağırlıklı olarak P, R, Q ve bunların alt gruplarından oluşur. Avrupa ve Avrasya’nın (Doğu Avrasya hariç) tamamında yaygın olan bu grupların Mongoloid karakterli olduğunu düşünmemiz için bir gerekçe yoktur.

TAK’da belirtildiği gibi Q haplogrubunun, R ile kardeş olduğu, ortak ataları P’den doğmuş oldukları doğrudur. Q ve P grupları Kuzey Amerika yerlilerinde ve Tuva ile Saha (Yakutistan) Türklerinde yaygındır. Ancak, Kuzey Amerika yerlilerinin tamamı Mongoloid veya T-AFF görünümlü değildir. Yerli Kuzey Amerikalıların % 42–43'ü Kuzey Avrasya, % 57–58'si ise Doğu Avrasya kökenli oldukları belirlenmiştir (Wong et al., 1996). Amerikan yerlilerindeki Mongoloid özelliğin Doğu Avrasya (Moğol, Buryat, Han vb.) kaynaklı olduğu anlaşılmaktadır. Günümüzde Mongoloid karakter C ve O haplogrubunun baskın olduğu popülasyonlarda yoğunlaşır. Yapılan çalışmalar Proto-Mongoloid özeliklerin Kuzey Sibirya değil, Doğu Asya (Japonya ve Çin) kaynaklı olduğuna işaret etmektedir (Takeru et al., 2017).

Ayrıca, Yenisey ırmağının batı kıyısında Geç Üst Paleolitik döneme ait Afontova Gora arkeolojik alanında bulunan ve günümüzden 16 bin yıl öncesine tarihlenen kadın iskeletleri üzerinde yapılan genetik çalışmalar bunların yukarıda sözünü ettiğimiz Mal’ta-Buret kültürü ile ilişkili olduklarını ortaya koymuştur. Yapılan genetik analiz, bunlardan birinin Avrupalılarda sarı saç rengiyle ilişkili rs12821256 alelini taşıdığını göstermektedir. Buluntular kadın oldukları için baba soyunu tanımlayan Y-DNA bilgisi içermemektedir. Ancak mtDNA sonuçları Mal’ta-Buret popülasyonu ile ilişkiye işaret etmektedir. Ayrıca, burada bulunan “Venüs” heykelleri aynı çağlarda Avrupa’da bulunan örneklerlerle benzerlik gösterir ve türünün tespit edilen Orta Asya’daki tek örneğidir.

Genetik ve arkeolojik bulgular Avrupa ve Orta Asya halklarının ortak kökenlerini Orta Asya’ya ve Yenisey-Lena bölgesine bağlamakta. Buradaki grupların R haplogrubuyla iliskilendirilmesi önemlidir. R1a ve R1b Avrupa ve Orta Asyalı halkların ortak atasıdır. Aynı sonuca bir başka araştırmacı, Spencer Wells de varmıştır (2001, 2017) Wells’ın çalışmaları R1 ve onun atası P1 haplogruplarının doğum yerini Orta Asya (Kazakistan veya Güney Sibirya) olarak belirlemiştir. Wells’in National Geographic’de yayınlanan bir belgeseldeki sözleri ufuk açıcıdır: “Afrika insanlığın beşiği idiyse, Orta Asya anaokuluydu” (“If Africa was the cradle of man kind, Central Asia was its nursery)”. R haplogrubun yaygın olduğu modern topluluklarda Avropid özelliklerin baskın oluşu ve R haplogrupla ilişkilendirilen Afontova Gora’da saptanan sarı saç geni (alel), Yenisey-Lena havzasının ilk sakinlerinin Mongoloid antropolojik özelikler taşıdıkları varsayımını zayıflatmaktadır.

Genetik veriler R ve P haplogruplarının Güney Sibirya dolaylarında doğduğunu, buradan bütün Avrasya’ya yayıldığını göstermektedir. İlk fenotipileri ne olursa olsun R ve onunla ilişkili gruplardan gelen bu insanların bulundukları coğrafyadaki diğer insanlarla karışarak ve çevresel etkiler neticesinde değişik fenotipik özelikler kazanmış olmaları kaçınılmazdır. Fenotip, etnik kimlik, kültür ve dilin göstergesi olamaz.

Bu konu üzerinde durmamamızın nedeni TAK’ın Andronova ve Afaneseyova gibi Orta Avrasya kültürleri de dahil olmak üzere Güney Rusya ve Ukrayna coğrafyalarında saptanmış pastoral hayvancılıkla uğraşan Kurgan Kültürlerini fenotip özeliklerinden ötürü Türklerle ilişkili görmemesidir. Andronova ve Afaneseyova insanları TAK’ın belirlediği gibi Batı Avrasya’dan, Altaylara gelmiş iseler, geldikleri coğrafyalardaki insanların fenotip özeliklerini almış olmalarının neresi şaşırtıcıdır? Tuva ve Saha Türkleri ile Anadolu Türkleri veya Batı Rusya’da yaşayan Çuvaş Türkleri fenotip olarak ne kadar benzeşmektedirler? Ekzogami, yani kabile dışı evlilik, Türkleri tarih boyunca diğer kavimlerden ayıran temel özeliklerinden biridir. Bugün bile, örneğin Kazaklarda, 7 kuşak akrabalarla evlilik, ensest kabul edilmektedir.

Fenotipi, çevredeki insan toplulukları ve iklim belirlemektedir. R1b haplogrup taşıyan, örneğin, Kamerunlu ve Nijeryalı toplulukların varlığı bilinmektedir. Bunlar Avrupalılara değil çevrelerindeki diğer Afrikalılara benzemektedir. Aynı şekilde, N Y-DNA haplogrubundan gelen Tuva ve Saha Türklerde Mongoloid özelikler ağır basarken, aynı haplogruptan Finli ve Baltık halklar Avropid tiptendir. Yine N haplogruplu Ural dil ailesineden Hantı ve Mansi gibi halklar da Mongoloid özelikler taşımaktadırlar. Bu onların Avropid Finlilerle ile aynı dil ailesinden ve ortak atadan gelmesine engel değilse, neden fenotip Türklerde belirliyici özellik olmaktadır? Orta Asya’dan bütün Avrasya’ya yayılan R1a ve R1b topluluklar geri göç ederek Altaylar eteklerinde Andronova ve Afaneseyova kültürlerini oluşturdularsa bunların bir kısmının Avropid olmalarında şaşılacak hiç bir şey yoktur. Aksi şaşırtıcı olurdu.

Burada sorulması gerekli soru fenotip farklılık dil farklılığının kesin kanıtı mıdır? Kanımca değildir. TAK’ın yalnızca fenotip üzerinden kültürleri değerlendirdiği anlaşılmasın. Bunun dışında seramik kaplar ve diğer maddi belgeleri de titizlikle göz önüne alıyor. Ancak, arkeolojik belgelerin benzeşimi kültürel ve etnik kimliğin sürekliliğine işaret etse de, belgelerdeki farklılıklar kültürel kimliğin ve dilin farklı olduğu sonucuna varmamızı gerektirmez. Ne fenotip, ne de maddi kültürdeki ayrımlar dilin veya etnik kimliğin kesin kanıtı değildir. Şimdi bu konuyu açımlayalım.

İtalyan dilbilimci Mario Alinei, kurgan kültürüne bağlı, ağırlıklı olarak hayvancılıkla uğraşan bütün Avrasya kültürlerini Türk olarak nitelendiriyor. Bu savını da at ve atçılıkla ilgili terminolojinin Rusça dahil bir çok Slav ve Fin-Ugor (Ural dil ailesi) dilinde Türkçe olmasına dayandırıyor. Sredny Stog halkı Hint-Avrupaca konuşuyor idiyse, Rusça ve bir çok diğer Slav dilde, ayrıca, Fin-Ugor halkların dillerinde bu terimler neden Türkçe? Benzer şekilde, “kurgan” sözcüğünün de Türkçe oldugunu anımsayalım. Kurgan kültürünün doğduğu Yamnaya Hint-Avrupalı ise bu sözcük niye Türkçe? Belki tek bir sözcüğün bir veya bir kaç Hint-Avrupa dilinde zamanla kaybolup Türkçe ile değiştiği savlanabilir, ama bütün bir dil ailesinde kaybolmuş olması kolayca açıklanamaz. Benzer şekilde, at ve atçılık ile ilgili Türkçe kökenli olduğu şüphe götürmez birden çok sözcüğün bir çok Doğu ve Kuzey Avrupa dilinde yaşıyor olması, ayrıca Hint-Avrupa dil ailesinde atçılık ile ilgili ortak bir terminolojinin olmaması, Türkçeden bu dillere atçılık terimlerinin sonradan geçerek bu dillerideki özgün sözcüklerinin yerini aldığı yollu açıklanamaz.

Alinei’nin temsil ettiği Paleolitik Süreklilik Kuramı veya daha sonra tercih edilen adıyla Paleolitik Süreklilik Paradigması (PSP), günümüzde gözlemlenen dil ailelerinin köklerinin bugünkü coğrafyalarında Paleolitik (Taş Devri) çağlardan beri var olduğunu savlıyor. PSP’ye göre, diller sanıldığı gibi kolay kolay kaybolmazlar. Bugün hangi coğrafyada hangi dil baskınsa, Paleolitik dönemden beri o dilin ataları aynı coğrafyada konuşuluyordu. Burada söz konusu olan, modern dillerin bu günkü biçimleriyle değişmeden Taş Çağ’ından beri geldikleri değil, morfolojik yapı bakımından üç ana sınıfa ayrılan dillerin kökenlerinin üç ana tip taş alet yapım teknolojisine dayandığıdır. En eski çağlardan başlayarak gelişen taş işleme teknolojilerinin coğrafi dağılımları ile ayrımlı (İng. isolating, ör. Çince, Vietnamca), bükümle (İng. fusional, ör. Sanskrit, Latince) ve eklemeli (İng. agglutinative, ör. Türkçe, Sümerce) diye sınıflandırılan dillerin dağılımının örüştüğü gözleminden yola çıkan Alinei, 1997 tarihli bir makalesinde taş işleme teknolojileri ile dillerin morfolojik yapıları arasında bağlantı olduğunu önermiştir. Son yıllarda bilişsel dilbilim alanında yapılan çalışmalar bu varsayımı doğrulamaktadır. Örneğin, 2012 tarihli bir çalışma taş işlerken ve konuşurken beynin aynı bölgelerinin uyarıldığını göstermiştir (Normile, 2012)

Burada amacımız Aline’in kuramının doğru veya yanlışlığını kanıtlamak değil. Bu konuya değinmemiz, TAK’ın Alinei’in kuramını diğer Hint-Avrupa dil kuramlarıyla bir tutması. Bunun doğru olmadığını düşünmemizin nedeni, diğer Hint-Avrupacı kuramların aksine PSP dil ailelerinin kökenlerini etnik gruplarda değil, etnik grupların oluşmasının çok öncesinde, Taş Devri’ndeki alet yapım teknolojilerinde aramakta. Bu şu anlama geliyor; örneğin, ikisi de büklümlü dil olan, Sanskrit ile Latince arasındaki yapı benzerliğinin nedeni, ikisinin de Proto-Hint-Avrupalı kavimlerin ürünü olması değil, Paleolitik Çağ’da Hindistan ve Avrupa’daki taş işleme teknolojilerinin aynılığıdır. Alinei, Paleolitik’de Avrasya bozkırlarında yaygın olan taş alet teknolojisinin diğer coğrafyalardakilerden farklı olmasından yola çıkarak, ağırlıklı olarak göçebe hayvancılıkla uğraşan ve kurgan adı verilen mezarlar inşa eden halkların aynı genel uygarlığın parçası olduğunu düşünmektedir.

Bizim görüşümüz ise, Avrasyadaki ortak göçebe-kurgan uygarlığının, “Avrasya Metalurji Kuşağı” diye anılan, bütün Avrasya bozkırını kuşatan, tümleşik (bütünleşik, İng. integrated) ticaret ve metalurji ağının bir sonucu olduğu, bu tümleşik ağın ortak bir dili gerekli kıldığıdır.

Chernykh “Avrasya Metalurji Kuşağı” (Eurasian Metallurgical Belt) adlı çalışmasında, gelişiminin doruğunda, Tuna’dan Mançurya’ya 8 bin km. boyunca uzanan, 16–17 milyon km2’lik bir alanı kaplayan, göçebe kavimlerin yurt tuttuğu bu devasa alanın arkeolojik belgelerini inceliyor. Tarih öncesinin bu ilk tümleşik sistemi, yalnızca kuşağın çevresindeki yerleşik ve göçebe toplumları ticaret yolları ile birleştirip bir arada tutmakla kalmıyor, adeta dev bir imalat hattı gibi yolu üzerindeki madencilik merkezlerini birbirlerine bağlayarak, tarihin bilinen ilk küresel uygarlığını meydana getiriyordu.

Avrasya Bozkır Kuşağı uygarlığının birinci evresi MÖ 5. binyıla tarihleniyor. “Balkan-Karpat Metalurji Bölgesi” diye adlandırılan bu kültürün en parlak bakır ve altın işçiliği örneklerine Kuzey Balkanlar ve Karpatlarda rastlanıyor. Doğuya doğru sönükleşen bu kültürün sınırları Hazar Denizi’ne kadar uzanıyor. Doğu sınırlarında maddi kültürleri daha sınırlı hayvancılıkla uğraşan pastoral grupların varlığı gözlemleniyor.

İkinci evre, MÖ 4 binlerde tespit ediliyor. Bu evrenin en önemli özelliği, Karadeniz’in doğusu ile Hazar Denizi’nin batısı arasındaki alanda, Yamnaya kültürünün (Çukur Mezar Kültürü, MÖ 3100–2600) hemen güneyinde, Kuzey Kafkaslarda, göz kamaştırıcı Maykop (MÖ 3700–3000) kültürün yeşermesi. Ekonomik hayatı ağırlıklı olarak hayvancılığa dayanan, tarımcılığın da yapıldığı bu topluluk, ölülerini kurganlara gömmüş, daha önce eşine rastlanmamış güzelikte altından sanat eserleri bırakmıştır geriye. Bu kültürün konumuzla ilgili en önemli yanı, Sümer (MÖ 4500–1500) ile olan ilişkisidir. Bu konuya aşağıda döneceğiz.

Chernykh, MÖ 3. binlerde Maykop’un kuzeyindeki bozkırlarda, Tuna’dan Hazar’ın kuzeyine uzanan 1 milyon km2’lik bir alana yayılmış “Hazar-Karadeniz Havzası Metalurji Sahası” (Circum-Pontic Metallurgical Province) diye adlandırdığı bir oluşum belirliyor. Pastoral hayvancılık yapan göçer-konar topluklukların giderek güçlenerek kendilerine özgü karakterleriyle boy gösterdiği bu dönem, Avrasya’da Neolitik Çağ’dan (Yeni Taş Çağı) Bakır Çağ’ına geçişi belirliyor.

Yukarıda kabaca özetlenen batıdan doğuya etkileşime koşut dikkat çeken bir başka gelişme, bu kuşağın kuzeyini izleyen bir koridorda, MÖ 2800–2200 arası dönemde, doğudan batıya artan bir hareketliliğin gözlemlenmesidir. Seimo-Turbino diye adlandalan Sayan-Altay kökenli bu dalgada göze çarpan, step kuşağında önceki dönemlerde rastlanmayan, çok ileri bir metal işçiliğinin varlığıdır. Chernykh bu kültürde üretilen nesnelerin Orta Çin’den Baltık Denizi’nin doğu kıyılarına kadar 6 bin km’lik olağanüstü geniş bir alanda saptandığını belirtiyor.

Son yıllarda, göçebe Avrasya toplululukları üzerine yayınlarıyla göze çarpan Michael D. Frachetti, Chernykh’ın betimlediği etkileşim yollarına, bir üçüncüsünü ekliyor: “İç Asya Dağ Koridoru” (Inner Asian Mountain Corridor). Kuzeyde Altay dağlarının, güneyde Tanrı dağlarının belirlediği kuzey-güney koridorunun doğu sınırını Yenisey nehiri, batı sınırını ise Hindukuş dağları belirliyor. Frachetti, kuzey-güney eksenindeki, sonradan İpek Yolu diye adlandırılacak bu koridorunun, en geç MÖ 2500’lerden beri hayvancılık ile uğraşan konar-göçer topluluklarca yurt tutulduğunu belirliyor.

Frachetti’nin geniş saha çalışmalarına dayanarak geliştirdiği arkeolojik yaklaşım, Marija Gimbutas ve onun Kurgan Kuram’ını yeni bilgiler ışığında güncelleyen David W. Anthony (2007) gibi Hint-Avrupacı kuramcılarının aksine, Avrasya Bozkır Uygarlığı’nın doğum ve gelişimini Hint-Avrupalı kavimlerinin batıdan doğuya göçlerine bağlamıyor. Frachetti’ye göre Bozkır Uygarlığı, Demir Çağ’ında büyük bozkır imparatorluklarının çıkısına kadar, küçük göçebe topluluklarının birbirleriyle yerel ölçekli etkileşimleri ile açıklanabilir. Bu yeni yaklaşıma göre, Demir Çağ’ında atlı süvari güçüne dayanan merkezi devlet yapılarının gelişiminden önce, Avrasya bozkırlarını yurt tutan göçebe topluluklar kendi yakın çevrelerindeki diğer benzer topluluklar ile girdikleri küçük ölçekli sayısız ticari, sosyal, kültürel ilişkiler aracılığıyla mikro ölçekten, makro ölçeğe yayılarak bütün Avrasya bozkırını kaplayan bir uygarlık ağı kurmuşlardır.

Günümüz bilişim teknolojilerinde “dağıtık sistemler” (İng. distributed systems) olarak adlandırılan, en bilinen örneği İnternet olan, merkezi yönetime gereksinim duymayan iletişim ağlarındaki sosyal ilişkilerin gelişim süreçlerine benzer şeklinde göçebe topluluklar da merkezi yönetime gerek duymadan ortak bir uygarlık yaratmışlardır. Frachetti, bu sava bir kanıt olarak göçebe çobanların mevsimlik otlak hareketlerinin yüzyıllar boyu tekrarı ile oluşan ulaşım ve konaklama yollarının bilgisayar simülasyonundaki dağılımının İç Asya Dağ Koridoru üzerinde tespit edilmiş İpek Yolu arkeolojik merkezleriyle örtüşmesini vermektedir.

Frachetti gibi Philip L. Kohl de bize yeni bir Demir Çağı öncesi Orta Asya tablosu sunmaktadır. Bu tabloda Maykop gibi erken dönem yüksek kültür merkezlerinin oluşumu yerleşik uygarlık merkezleri ile olan ticari ve kültürel ilişkiler ile açıklanmaktadır. Maykop örneğinde bu güneyindeki Sümer uygarlığıdır. Maykopun gerileyişini, Anadolu üzerinden gelişen Sümer ile ticari ilişkilerin Uruk dönemi sonunda zayıflaması ile açıklamaktadır. Sümer’in tarih sahnesinden silinmesinden sonra, Demir Çağ’ında Anadolu ve İran coğrafyalarında yeniden güçlü devletlerin çıkışına kadar yaklaşık 2 bin yıllık süreç, bozkır uygarlığının ağırlıklı olarak kendi iç dinamikleriyle gelişip serpildiği bir dönemdir. Kohl, İskit-Saka, Hun gibi büyük bozkır devletlerinin oluşumunu Demir Çağ’da ortaya çıkan çevre imparatorluklar ile kurulan yeni ticari, kültürel, askeri ilişkiler ile açıklamaktadır.

Yukarıda özetlenen arkeolojik yaklaşımlar ışığında Bakır ve Tunç Çağlarında Avrasya bozkırının toplumsal ve kültürel yapısını tekrar gözden geçirelim. MÖ 4 binlerden MÖ 1. binyılı kapsayan 3 binlik yıllık süreçte Kurgan Kuram’ının öne sürdüğü gibi uygarlık Hint-Avrupa kavimleri aracılığıyla batdan doğuya mı taşınmıştır, yoksa, Frachetti ve Kohl’un öncülüğünü yaptıgı yeni kuramların öngördüğü gibi belirli merkezler etrafında toplanan heterojen göçer topluluklar arasında gerçekleşen yerel etkileşimler büyük Avrasya bozkırına yayılarak ortak bir uygarlık mı doğurmuştur? Yeni arkeolojik bilgi ve modellerle desteklenen ikinci yaklaşım, Kurgan Kuram’ının Hint-Avrupa ırkı üstünlüğü ideolojisine dayanan yaklaşımına göre gerçeğe daha uygun görünmektedir.

2012 yılında Almanya’nın Bonn kentinde toplanan “Milattan Sonra İlk Binyılda Avrasya Step Kuşağı Boyunca Etkileşimin Karmaşıklığı” (Complexity of Interaction Along The Eurasian Steppe Zone In The First Millennium CE) adlı toplantının 700 küsur sayfa tutan bildiri kitabında yer alan incelemeler, karmaşık ağ modelinin Milattan sonraki dönemde de geçerliliğini koruduğunu göstermektedir. Sözü edilen çalışmaların tümleşik Avrasya ağı savını doğruladığını söyleyebiliriz.

Önerilen ağ modelinde, milyonlarca kilometre karelik Avrasya bozkırı uzerine yayılmış kültür merkezlerinin birbirleriyle, ölü gömme, seramik, metal ve seramik işciliği, iskeletlerin antropolojik özelikleri gibi arkeolojik belgeler bakımından tam uyum göstermesi öngörülmemektedir. Aksine, heterojen öğeler barındıran göçer toplulukların yakın komşuları ile geliştirdikleri maddi ilişkiler sonucu birbirleriyle kısmen örtüşen yerel siyasi, dini ve kültürel kurumların oluştuğu savlanmaktadır. Frachetti, buna örnek olarak, mezarlara bırakılan kurban ve diğer adaklardaki çeşitliliği göstermektedir. Hayvancılığın ağır bastığı yörelerede adaklar at, koyun, vb. olurken, tarımcılığın geliştiği yerlerde bu arpa, buğday vs. olabilmektedir. Makro ölçekli siyasi, dini ve diğer ideolojik kurumların ortaya çıkışı ise, dağıtık ağlarda gözlemlenen merkezi bir kaynak olmaksızın ortaya çıkan oluşumlara benzer biçimde, yerel kurumları bir arada tutan çok yönlü maddi ilişkilerin yüzyıllar boyu yinelenerek bütün coğrafyaya yayılması ile açıklanmaktadır.

Avrasya Metalurji Kuşağı denen bu görkemli metalurji ve madencilik uygarlığının ortak bir ticaret dili (koine), ortak ideolojik kurumları, bir töresi (yasası) olamadığı düşünülebilir mi? Ortak bir ticaret dili, ortak ideolojik kurumlar olmadan devasa boyutlardaki bu coğrafyada binyıllar boyu madencilik, metalurji ve ticaret sistemlerinin kesintisiz çalışması nasıl açıklanabilir?

Bu ortak dile dair ne söyleyebiliriz? Elimizde çok sayıda somut veri var. En eski yazılı dil olan Sümerce en ince ayrıntısına kadar çalışılmıştır. Maykop ile ilişkisi bilinen Sümerlilerin (MÖ 4000–1500) dilinin Hint-Avrupa veya Semitik bir dil olmadığı kesindir. 19. Yy.’dan beri yerli ve yabancı uzmanlar bunun Turani bir dil olduğu noktasında görüş birliği içindeler. Bu dilin Proto-Türkçe olduğunu düşünenler olduğu gibi Ural dil ailesi ile ilişkilendirenler de var. Avrasya steplerinden geldikleri düşünülen Sümerler, bir görüşe göre de (ör., Osman Karatay, 2019) komşuları olan bir diğer Orta Asya kökenli kavim Gutilerin etkisi altında kalarak dilleri Türkçe ile benzeşmiştir. Türkçe veya değil, ancak Türkçe ile yakından ilişkili bir dil olduğunu kesin olarak biliyoruz Sümercenin. Güneri’ye göre de Sümerler TAK’ın büyük göç diye alandırdığı süreçte Yenisey-Lena’dan güneye inen bir kol. Genetik bilgiler ise R soylu (haplogruplu) insanların bütün Avrasya’ya ve Orta Doğu’ya, daha az oranlarda olmak üzere de Hindistan ve Afrikaya dağıldıklarını belirliyor. Bu insanlarını dilinin ne olabileceğine değgin elimizdeki en sağlam veri Sümerce.

Daha geç döneme ait bir diğer dilbilimsel veri ise MÖ 900’e tarihlinen Etrüsk uygarlığı. Roma’nın kökeni olarak bilinen bu uygarlığın dilinin de Hint-Avrupa veya Semitik olmadığını kesin olarak biliyoruz. Adile Ayda gibi bir çok Türk araştırmacıya göre Türklerle ilişkili bir halk olan Etrüskleri Mario Aline’i de yazdığı “Etrüskler Türk’dü — Genetik Yakınlıkların Keşfinden Dilsel ve Kültürel Teyitlere” (Gli Etruschi erano turchi. Dalla scoperta delle affinità genetiche alle conferme linguistiche e culturali, 2013) adlı kitapta, Türk olarak değerlendiriyor. Bu kitap bir önceki calışmasın sonuçlarının düzeltilemsiyle ortaya çıkmış. Bu konudaki ilk kitabında, “Etrüskçe: Macarca’nın Eski bir Formu” (Etrusco: una forma arcaica di ungherese, Bologna, Il Mulino, 2003), Alinei, Etrüskleri, Macar kökenli olarak değerlendirmişti. Macarların yoğun Türk etkisinde kalmış bir halk olarak değerlendirildiği bu kitap da diğeri gibi dilimize kazandırılmayı bekliyor.

Bunların yanında çeşitli alanlardan çok sayıda yerli yabancı araştırmacının Türkçe ve Avrupa dilleri arasında saptadıkları benzerlikler dikkate değer. Bunlar arasında toponomi (coğrafi adlar), hidronomi (akarsu adları) ve etnonimiler (etnik topluluk adları) en dikkat çekenler. Yer ve etnik topluluk adların çok az değişme uğradıkları biliniyor. Burada sayısız çalışmadan örnekler verme olağanımız yok. Yalnızca iki saptamamı paylaşmakla yetineceğim. İlki, başka araştırmacıların da dikkatini çeken ünlü Alp dağları. Diğeri ise İngiltere’nin meşhur Cambridge kenti.

Alp dağlarının Hint-Avrupaca kesin etimolojisi bilinmiyor. Sözlüklerde Kelt kökenli olabileceği yazıyor. Başkaca somut bilgi yok. Oysa, Alp sözcüğünün Türkçedeki anlamı ve önemi belli. Eski Türk dini inançlarının dağlara özel anlam ve önem yüklediğini biliyoruz. Yiğitlik, erdemlilik, bilgelik, ululuk, soyluluk gibi anlamlar içeren bu sözcüğün kutsal kabul edilen ulu dağlarla ilişkilendirilmesi hiç şaşırtıcı değil.

İkinci örnek, İngiltere’deki Cambridge kenti. Kent adını içinden geçen “Cam” (kem okunuyor) veya eski yazılışı ile “Khem” ırmağından alıyor. Khem için de sözlükler muhtemelen Kelt kökenden geliyor diye yazıyor. Somut bir bilgi yok. Türkçede “khem” veya “kem” ırmak, akarsu, demek olduğu gibi, Sibirya’da bir de ünlü Ulu-Kem (Yenisey) ırmağı var! Gemi veya kemi sözcüğü de su yollarında giden taşıt anlamında. Atı yönlendirmek için ağzına takılan demir anlamındaki gem sözcüğünün ise, akarsu taşımacılığının atın evcilleştirmesinden çok daha eskiye gittiğini göz önüne alırsak, gemicilikten atçılığa geçtiğini düşünebiliriz. Bu kadarla da kalmıyor “Khembridge”in macerası. 13. Yy. öncesi Türkçesinde köprü, “köprüg” diye söyleniyor. Günümüzde Tuva Türkçesinde bu sözcük “kövürüg” olarak yaşıyor. İngilizce “bridge”, Almanca “brücke” ile “köprüg/kövürüg” kardeş olabillir mi? Bu sözcüğün Türkçe ile olası ilgilisi spekülasyon, ancak, khem, ile Cam(khem)bridge arasındaki ilişki kesin. Bu arada, Sibirya’daki Angara ırmağını da bir kez daha anmadan geçmeyelim. Ankara’mızın adı bize bir şeyler söylemiyor mu?

Bu listeye Sibirya’dan, Kazakistan’a, Doğu Anadolu’dan, Kafkasya’ya bütün Avrasya’ya yayılmış taşlara kazılı petroglif ve “runik” yazıtları da ekleyebiliriz. Genetik, arkeolojik ve dilbilimsel verilerden çıkarabileceğimiz en gerçekçi sonuç MÖ 4000–1000 arası dönemde Avrasya’da ortak bir ticaret dili kullanıldığı, bu dilin Türkçenin atası kabul edilebilecek bir dil olduğudur. Bunun ötesinde bir “sprachbund” varlığı olasılığından söz edilebilir.

Sprachbund (Almanca, sprach, konuşma; bund, budun, boy, birlik, konfederasyon), coğrafi yakınlık ve dil iletişiminden kaynaklanan dil birliği veya diller konfederasyonu anlamına geliyor. Bu modelde dillerin gelişimi, karşılıklı etkileşim sonucu sözcük varlığı, sözdizimi (sentaks), dilbilgisi (gramer) gibi özelliklerde yakınlaşma, benzeşme ile açıklanıyor. Proto Dil Ailesi kuramına göre ise diller, büyük çaplı dış etkiler olmaksızın, bir kökten sökün eden ağaç dalları gibi kendi aralarında bölünerek “soy ağacı” oluşturuyorlar. Bu doğrusal partenogenez (döllenmesiz üreme) model basitliği ve 19. Yy.’da benzer şematik modellerin gözde olması nedeniyle yaygınlık kazanmıştır. Kavimlerin oluşumunu da benzer şekilde tek kaynaktan açıklayan basit etnogenez modeller gibi, doğrusal dil ağacı modeli, kanımca, kültürel yaşamın karmaşıklığını açıklamaktan uzaktır. Sprachbund ise çevresel ve kültürel çok yönlü etkileşimeler neticesinde dillerin yakınsaması ile dil birliklerinin ortaya çıktığını önerir. Bu yönüyle çağdaş bilimde karmaşık sistemleri temsil etmekte yeğlenen doğrusal olmayan tabanlı modellerle uyumludur.

Bize göre Avrasya Metalurji Uygarlığı çok yönlü karmaşık etkileşimler sonuçu ortaya çıkmış bir oluşumdur. Böylesi bir yapı doğrusal gelişim modelleriyle açıklanamaz. Heterojen bir alanda yayılmış olan bu uygarlıkta her noktada etnik ve kültürel türdeşlik beklenemez. Bize göre Türk-Altay Kuramı, Türklerin tarih öncesinin asgari bir resmini çekmiştir. Üzerinde uzlaşılabilecek en düşük ortak paydadır. Bu yönüyle önemli bir denektaşıdır.

Burada önerilen görüş ise Karadeniz steplerinden Tarım havzasına tüm Avrasyanın Türklerin anayurdu olduğudur. Bu engin coğrafyada uzunca bir dönem Türkçenin atası kabul edilebilecek diller konuşulmuş, ortak bir ticaret dili gelişmiş, bir çok merkezde ortaya çıkan göçer-konar hayvancılık ekonomisi, ortak dil, ortak töre, zamanla merkezileşecek toplumsal ve siyasi kurumlar yoluyla kendine özgü, yerleşik tarım toplumlarından farklı bir uygarlığa evrilmiştir.

MÖ 4 binlerde gelişmeye başlayan bu uygarlık, MÖ 1000’lerde İskit-Saka ve Hunlarda devlet kurumunun iyice gelişmesi ile yeni bir evreye girmiştir. Bu geleneği bugün de sürdürenleri Türkler olarak tanıyoruz. Gelenekten zaman içinde kopan, tarım ağırlıklı yerleşik iktisadi hayata geçerek Mezopotamya ve Hindistan kadim tarım uygarlıklarının etkisi altında kalan topluluklar, Hint-İran, Hint-Avrupa vb. dilli kavimleri meydana getirmişlerdir. Hintli ve Avrupalı toplulukların dilleri de yakınsama yoluyla birbirlerine yaklaşarak Hint-Avrupa dillerini oluşturmuşlardır. Burada, Hyun Jin Kim’in “Hunlar, Roma ve Avrupa’nın Doğuşu” (The Huns, Rome and the Birth of Europe, 2013) adlı çalışmasını anmadan geçmeyelim. Kim, bu kitapta Roma İmparatorluğu sonrası Avrupa’da kurulan krallıkların ilk hükümdarlarının Hun soyluları olduklarını ortaya koyuyor. Bu çalışma bir kez daha Avrasya’nın tarihin derinliklerinden gelen siyasi ve kültürel bütünlüğünü bize işaret etmiş oluyor.

Hint-Avrupalı, Hint-İranlı toplulukların dilleri bugünkü biçimlerini almadan önce Türkçeye benziyor muydu? Kelt, Cermen, İrani vb. toplulukların ataları Türkçe ile kardeş diller mi konuşuyorlardı? Kesinkes bilemeyeceğimiz bu soruya verebileceğimiz yanıt, bunun olası olduğudur. Burada tartışamadığımız dilbilimsel ve diğer bir çok veri bu olasılığın akla yatkın olduğunu düşündürüyor.

Türk-Altay Kuramı’nın kullandığı arkeolojik yöntemden kaynaklanan sınırlılıkları olduğunu düşünüyoruz. Seramik kap, ölü göme uygulamaları gibi maddi verilerdeki benzerlikler kültürel sürekliliği saptamakta, ancak, dinamik süreçleri tanımlayamamaktadır. Bugün, örneğin, Dikili gibi Anadolu’nun küçük bir yöresinde değişik ölüm sonrası uygulamaları bir arada yaşayabiliyorsa (Bulut, 2019), tarih öncesinin devasa Avrasya’sında bu çok daha beklenir bir durumdur. Dikili ile ilgili çalışmadan aşağıya aldığımız kısa bölüm tartışmayı somutlaştırmak için yararlı olacaktır:

Dikili’nin köylerinde ölüm sonrasına ilişkin uygulamalar değerlendirildiğinde; Ortaasya ile ilişkilendirilen geleneksel uygulamaların Müslümanlık geleneği ile bağdaştırmacı olarak devam ettiği görülürken, bazı geleneklerin de değişmeye başladığı saptanmıştır.

….

Köylerde yakın tarihe kadar “yeri kaybolsun” diye mezar yaptırılmaz, dolayısıyla mezarlık ziyareti de yapılmazmış. Bir yandan göç edenlerin köye ziyaretleri aracılığı ile getirdiği yenilikler, diğer yandan ulaşım ve iletişim alanında yaşanan değişimlerin kolaylıklar yaratması sonucunda; köyde yaşayanların mezar yapımı ve ziyareti ile ilgili düşünce ve pratiklerinde geçmişe göre farklılıkların oluştuğu gözlenmiştir.

Yukarıdaki alıntıda “yeri kaybolsun” diye mezar yapmama uygulamasının ülke çapında yaygın olan gelenekle ne kadar ters olduğunu söylemeye bile gerek yok. Tengricilik’in (Sümerce, tanrı, dingir) ortaya çıkışından binlerce yıl öncesine giden şamancı (kamcı) geleneğin devamı olduğu düşünülen bu uygulama, Müslüman bir toplumda modern çağa kadar ulaşabildiyse, tarih öncesi Avrasya’da değişik antropolojik tipte insanların bir arada yaşaması, değişik ölüm sonrası uygulamaların bir arada bulunması vb. farklılıklar ortak bir kültürel kimliğin, ortak bir dilin var olmadığını düşünmemizi gerektirmez.

Bunun böyle olmadığını düşündüren bir başka saptama da Demir Çağ’ında ortaya çıkan İskit-Saka ve Hun devletlerinin çok etnikli, çok dilli, çok kültürlü imparatorluklar olmaları, bu imparatorluklarının geçmişi en az Bakır Çağ’ına kadar giden Avrasya çoban kültürünü yansıtan, kurgan içre, bir çok geleneği devam ettirmeleri, Göktürk ve ardından gelen diğer Türk devletlerin İskit-Saka ve Hunların kültürel ve siyasi mirasını sürdürmüş olmalarıdır. Bu devletlerin birikimleri yalnızca Altaylar çevresinde gelişen kültürler ile açıklanamaz. Bunun, Avrasya’nın bütününün ortak birikiminin bir ürünü olması akla uygundur.

Türk-Altay Kuramı belki bir gün Türk-Avrasya Kuramı’na evrilecektir. Bilimde gelişimin önünü kesin yargılarla önceden kapamamak gerekir.

Murat Karamüftüoğlu

Kaynakça

Alinei, M. Gli Etruschi erano turchi. Dalla scoperta delle affinità genetiche alle conferme linguistiche e culturali. Edizioni dell’Orso, 2013.

Alinei, M. Etrusco: una forma arcaica di ungherese. Bologna, Il Mulino, 2003.

Alinei, M. “Geolinguistic And Other Lines Of Evidence For The Correlation Between Lithic And Linguistic Development”. Europaea 3, 15–38, 1997.

Anthony, D. The Horse, the Wheel, and Language: How Bronze-Age Riders from the Eurasian Steppes Shaped the Modern World. Princeton University Press. 2007.

Bemmann, J., Schmauder, M. (Eds). Complexity of Interaction along the Eurasian Steppe Zone in the first Millennium CE. Bonn Contributions to Asian Archaeology 7. Universität Bonn Inst. F. Before u. Prehistory archeology, 2015.

Bulut, M . “Di̇ki̇li̇’ni̇n Köyleri̇nde Cenaze Törenleri̇ni̇n Deği̇şen Uygulamaları”. Folklor/Edebiyat , 24 (93) , 123–137, 2018. DOI: 10.22559/folkloredebiyat.2017.73

Chernykh, E. N. Ancient Metallurgy in the USSR, The Early Metal Age. Cambridge University Press, 1992.

Frachetti, M., Smith, C., Traub, C. et al. “Nomadic ecology shaped the highland geography of Asia’s Silk Roads”. Nature, 543, 193–198, 2017. https://doi.org/10.1038/nature21696

Frachetti, M. D. “Multiregional Emergence of Mobile Pastoralism and Nonuniform Institutional Complexity across Eurasia”. Current Anthropology, 53 (1), 2012.

Gimbutas, M. Bronze Age cultures in Central and Eastern Europe. The Hague/London: Mouton, 1965.

Güneri, S. “Yeni Bir Türk Tarih Tezi Olarak Türk-Altay Kuramı: Ana Hatlar”, 2019.

Güneri, S. Türk-Altay Kuramı. Kaynak Yayınları, 2018.

Karatay, O. Türklerin Kökeni. Kripto Yayınları, 2019.

Kim, H. Y. The Huns, Rome and the Birth of Europe. Cambridge; New York: Cambridge University Press, 2013.

Kohl, P. L. The Making of Bronze Age Eurasia. Cambridge University Press, 2007.

Lazaridis, I., et al. “Ancient human genomes suggest three ancestral populations for present-day Europeans”. Nature, 513, 409–13, 2014.

Marcantonio, A. The Indo-European Language Family: Questions about its Status. Journal of Indo-European Studies Monograph Series, No 55. New York, Institute for the Study of Man, 2009.

Normile, D. “Experiments Probe Language’s Origins and Development:. Science, 336 (6080), 408–411, 2012.

Raghavan, M., et al. “Upper Palaeolithic Siberian Genome Reveals Dual Ancestry of Native Americans”. Nature, 505, 87–91, 2014.

Takeru, A., Sathmåry, E. J. E. Prehistoric Mongoloid Dispersals. New York, Oxford University Press, 1996.

Wells, S. The Journey of Man: A Genetic Odyssey. Princeton University Press, 2017.

Wells, R. S., et al. “The Eurasian Heartland: A continental perspective on Y-chromosome diversity”. PNAS, v. 98 (18), 2001.

Wong, E H.M., et al. “Reconstructing genetic history of Siberian and Northeastern European populations”. Genome Research. 27 (1), 1–14, 2017.

Tablo 1: Türk-Altay Kronolojisi (Güneri, 2019)

Arkaik Yenisey-Lena Kültürü-I

Paleolitik Kültürler (“tek tip etnik grup”, Chard 1963)
Zaman: MÖ~16,000–12,000.
Mekân: Altaylar Kültür Coğrafyası-Yenisey-Lena Hayat Alanları, Amur Havzası.

Arkaik Yenisey-Lena Kültürü-II

Mezolitik Kültürler (“tek tip etnik grup”, Chard 1963)

Zaman: MÖ~12,000–6000.
Mekân: Altaylar Kültür Coğrafyası-Yenisey-Lena Hayat Alanları, Amur Havzası.

Türk-Altay-A (Neolitik Çağ)
Proto-Okunyev Neolitik Kültürleri Evresi
Zaman: MÖ~6000–4000
Mekân: Altaylar Kültür Coğrafyası-Yenisey-Lena Hayat Alanları.

Türk-Altay-B (Eneolitik Çağ) Afanas‟yev-Proto-Okunyev/Okunyev Ortak Kültürü Evresi Zaman: MÖ 4000–2300
Mekân: Altaylar Kültür Coğrafyası.

Türk-Altay-C (Erken Tunç Çağı) Okunyev Kültürü Evresi
Zaman: MÖ 2300–1500
Mekân: Altaylar Kültür Coğrafyası.

Türk-Altay-D (Orta ve Son Tunç Çağı) Karasuk Evresi
Zaman: MÖ 1500/1400–1000/900

Mekân: Altaylar Kültür Coğrafyası.

Türk-Altay-E (Son Tunç Çağı-Demir Çağı) Tagar Kültürü Evresi
Zaman: MÖ 1000/900-MS~150
Mekân: Altaylar Kültür Coğrafyası.

Türk-Altay-F (Son Demir Çağı-Erken Orta Çağ) Klasik Türk Dönemi-1 (Taştık Kültürü)
Zaman: MS 2.- 7. yüzyıl
Mekân: Altaylar Kültür Coğrafyası.

Klasik Türk Dönemi-2 (Göktürk-Uygur Kültürü) Zaman: MS 6.-8. yüzyıl

Mekân: Moğolistan.

--

--