Rahimler ve Adalar
Hepimiz bir ana rahmi ürünüyüz. Ana rahminin derin sularından nefes nefese çıktık. Lakin birçoğumuz hala kendi “ada”mızı bulamadık.
Çünkü birey olmak başka, nefes almak başka. Maalesef her nefes alan insan “birey” olamıyor. Kendi adasını bulamıyor. İşte yeryüzündeki bütün maraz da buradan doğuyor.
Bu aleme dair var oluşumuzda geriye gittiğimiz zaman bizi çepeçevre kuşatan ilk yuvamız bir ana rahmi. Dünyaya gelmeden önce ana rahminin içindeki sıvının ideal ve kuşatan ısısı içerisindeyiz. Daha sonra dünyaya gözümüzü açtığımızda, ciğerlerimizi dünyanın oksijeni yakar yakmaz rahimimiz annemiz (bakım verenimiz) oluyor. Biz büyüdükçe rahmimiz de (çemberimiz) genişliyor. Yuvamız (anne, baba, kardeş) rahimimiz oluyor. Zaman içerisinde yaşamsal döngümüzle beraber kendimizi anlamlandırdığımız, güvende hissettiğimiz her yer “Rahim” olabiliyor. (Bir oyun grubu, arkadaş çevresi, bir dernek, bir futbol klübü… Kısacası sırtımızı yaslayabileceğimiz herhangi bir yer.)
Maalesef bizi çepeçevre kuşatan ana rahminin güven, huzur ve konforunu yaşamımız boyunca farkındalığımız ile genişleyen rahim çeperi içerisinde ölene dek arıyoruz.
Maalesef diyorum. Çünkü teknik olarak yalnız gelip, yalnız gittiğimiz bu alemde kesreti (çokluk) müşahede ediyor ve tüm bu çokluktan kendimize ait sonsuz sayıda ve ihtimalde var oluşlar türetiyoruz. Sonsuz sayıda var oluş ise aslında bize evrende ne olacağımızı değil, ne olamadığımızı öğretiyor. Olamadığımızı öğrendiğimiz her “ben”imiz de bir ölü doğuma tekabül ediyor.
İşte “arıza” tam da burada başlıyor. Çünkü bütün psikolojik rahatsızlıklarımız, bunlarla birlikte ortaya çıkan itkilerimiz; kararlarımız, hatalarımız, depresyonlarımız, kaygılarımız, can sıkıntılarımız bu olamayışlarımızın yasını tutmamızdan kaynaklı. Nasıl ki hücrelerimiz besinleri oksijen ile yakıp ihtiyacı olan enerjiyi sağlarken, ortaya vücuda kalıcı zararlar veren serbest radikalleri yine vücudumuza salıyorsa, olamadığımız tüm potansiyellerimiz de ruhumuzun serbest radikallerine dönüşüyor.
Oysa ki bizim ne olduğumuz, yani özümüz, cevherimiz, hiçbir çoklukla karşılaşmadan var olan; yani ana rahmindeki (biricik) halimiz.
Doğduk. Ana rahmindeki ideal suda aylarca yüzdükten sonra batından çıktık. Artık zahirdeyiz. Dışarı çıktığımızda bütün bu çokluk içerisinde ulaşmamız gereken duraklar var. Esasında duraklar da değil; tek bir durak. O da kendi farkındalığımız. (Cevherimiz)
Bu durağa kendi adamız diyelim. Müşahede alemindeki çokluk aynasına bakarak bütün bu oluşlarımız ve olamayışlarımız içerisinde kendi biricik benliğimizi metaforik olarak bu “Ada” temsil ediyor. Bu ada bölünemeyen benliğimiz. Biricik halimiz. Farkındalığımız arttıkça Robinson Crusoe gibi o adayı daha iyi tanımlayıp, yaşamı ve köklerimizi geliştiriyoruz.
Lakin hayatın bütün koşturmacası içerisinde bu “Ada”yı hiçbir zaman göremeyenler daha fazla. İşte bu kişiler yaşamlarında asla “birey” olamayanlar. Kendi farkındalığına varamayan ya da potansiyellerini anlayamadan bu alemdeki seyahatlerini tamamlayanlar.
Bir diğer deyişle bu insanlar; “birey” lerin olamayışlarının şahitleri. Onlara ne olduklarını değil, neyi olamadıklarını gösterenler.
Kuantum dilinde konuşacak olursak: Sabitleyiciler. Yani müşahitler.
Siz üzerine biraz düşünün.
Buradan daha derine inmeyeceğim.
Gelelim birey kavramına.
Birey (Individual)
İngilizcede “birey” kelimesinin karşılığı “In-dividual — Bölünemeyen” demek. Yani kendi içinde bütün ve bölünmez olan. Tıpkı atom gibi. Bireyi bir toplumu oluşturan en küçük yapı taşı gibi düşünebilirsiniz.
Bir insan kendi “ada”sının farkına varıp, onu genişlettikçe birey olarak güçleniyor. Kendi gücünün farkına varıp, toplumun en küçük yapı taşı olan “birey” olarak kendi adasında, kendinden menfi enerji üretebildiğini anladığı sürece özgünleşiyor, kendi başına bir otoriteye dönüşüyor.
İşte bu bölünemeyenin potansiyelinin maksimizasyonu demek. Kendi adasını bulan farkındalığı dahilinde oranın keyfini sürüyor; kök salıyor.
Aile
Bir erkek çocuk babasıyım. O benden farklı davranıyor, benden ayrı hissediyor, benden daha değişik düşünüyor.
Eğer benimle aynı düşünmesini, benzer şekilde davranmasını, benim inandığım şeylere inanmasını isteseydim bununla ilgili onu yönlendirebilirim. Böylece onun bir “otorite” olmasını engelleyerek ben “otoriter” davranabilirim. Ama bu kez onun “birey” olmasının önüne geçerim.
Bu söylediklerimin hepsi annesi için de geçerli. Annesi de baskı uygulayarak onu kendi istediği şekilde davranmaya yöneltebilir. Lakin evlatlarımıza onlar bizden “farklı” olduğu halde babalık-annelik yapabiliyorsak, doğru ebeveynlik yapmış oluyoruz. Hepimiz özgün olabildiğimiz ölçüde bireyiz. Yine çocuğumuz bizden ayrı olduğu halde ona ana-babalık yapabiliyorsak sağlıklı bir aile inşa etmiş oluyoruz.
Bunu söylemesi kolay ama uygulaması oldukça zor. Zira hepimiz bize öğretilen birçok bilgiyi ön kabulle yaşamlarımıza devam ediyoruz.
Devlet
Tıpkı yukarıda tanımladığım iyi aile tanımı gibi eğer bir devlet vatandaşlarının farklılıklarını tolere edebiliyor ve özgünlüklerine, inançlarına müsamaha gösterip kol kanat gerebiliyorsa o iyi bir devlet oluyor.
Vatandaşları ondan farklı sesler çıkarıyor, farklı düşünüyor ve ayrı davranıyor olsa dahi bunları tolere edebiliyor ise devlet o denli güçlü bir devlet sayılıyor.
Otoriter bir devlet, ailenin otoritesini, otoriter bir aile de bireyin otoritesini yok ediyor.
Yani önce “Ben” olmadan, maalesef “Biz” olamıyoruz. “Birey” olamadığımız için asla sağlıklı bir “toplum” da olamıyoruz.
“Ve psikanalizde sıklıkla ifade edildiği gibi, otoriterlik bir sapıklıktır. Her tür şiddet, hiyerarşiden doğar.” diyor Nihan Kaya kitabında ve ekliyor “Otorite olamayanlar, otoriter olurlar.”
Maalesef öyle.
Baskı, zulüm, hoşgörüsüzlük, fanatiklik, yıkım, savaşlar ve nicesi hep hiyerarşiden.
“Zaman içerisinde yaşamsal döngümüzle beraber kendimizi anlamlandırdığımız, güvende hissettiğimiz her yer “Rahim” olabiliyor. (Bir oyun grubu, arkadaş çevresi, bir dernek, bir futbol klübü… Kısacası sırtımızı yaslayabileceğimiz herhangi bir yer.)”
demiştim yazıma başlar iken… Böylece “Birey” olamayan ve kendi adasını bulamayan her kişi bilinçaltında kendisine “rahim” aramaya devam ediyor.
Yaşamda “Nefes alan” çoğu insan futbol fanatikliği, siyasi bir figüre bağlılık, bir otorite figürünü benimsemek, otoriteyi hep haklı bulmak, bir örgüte kayıtsız şartsız bağlanmaki en önemlisi düşünce üretememek biçimleriyle karşımıza çıkıyor hep. Ve artık o nokta tüm doğrusu ve yanlışı ile onun rahimi oluyor.
Birey olamayan, aslında kendisi olamamaktan kaynaklı anti-sosyalliğini sosyallik nosyonu ile kapatıyor.
Eski Yunan aforizması olan “Know thyself — Kendini tanı” ya da Yunus Emre’nin “İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir, Sen kendini bilmezsin, Ya nice okumaktır.” sözleri de aynı şekilde boşa söylenmiş sözler değil.
Türkler Neden Birey Olamıyor?
Bir toplum hangi özellikleri öne çıkar ve hangi alanda yoğunlaşırsa o eksen üzerinde kelimeler üretir. İhtiyaca göre de diğer kelimeleri ithal eder. Sahiplenmez, içselleştirmez! Çünkü o kelimelerin karşılığı kendisinde gelişmemiştir.
Örneğin “sistem, kategori, organizasyon” gibi kelimeler Türklerde karşılık bulamadığı için ithal edilmiş kelimelerdir. Lakin Türklerin ürettiği ama başka milletlerde karşılık bulmayan ve karşılık bulamadığı için talep de görmeyen çok zengin bir kelime bulutu vardır.
Mesela dede, dayı, yenge, amca, baldız, dünür, kayınço, görümce, emmi, hala, kayınbirader, kayınvalide, kaynata, kaynana, nene, kuma gibi kelimeler aile ekseni üzerine kullandığımız ve üzerinde derinliğe sahip olduğumuz kelimelerin sadece bazılarıdır.
Tahmin edebileceğiniz gibi Türkler aile kavramı üzerine bunca kelimeyi üretmeyi başarmış tek millettir. Öyle ki bu kelimelerden deyimler bile türetmiştir. “Baldız baldan tatlıdır.” gibi… Oysa bir Amerikalı ya da İngilize tek kelimede “Baldız”ı asla anlatamazsınız. Kayınpeder, kaynana bizdeki gibi tek kelimede değil, ilişkisel statünün bağlamında çözülerek isimlendirilir.
Türklerin “aile” eksenine yoğunlaştığını anladığımıza göre bir sonraki yüzleşmeye de hazır olmakta fayda var;
Akrabalık bağlarının kuvveti Türkler için hem bir lütuf, hem de bir beladır. Bir düşünürün de dediği gibi amiyane tabirle “Akrabalık cinsel yolla bulaşan bir hastalıktır.” Yaptığı şey insanı dayılardan, halalardan, kuzenlerden ve eniştelerden oluşan yanılgılı bir “güven” alanına sürüklemek daha sonra o sahte güven alanı içinde “özünde menfi bir yaratılışa sahip” insanın sorumluluk duygusunu yok etmektir. Etrafınızda dedeler, amcalar, torunlar, yengeler olduğu sürece güvende hissedersiniz. Ancak “birey” olamazsınız; sadece ve sadece ailenizin sizin için tanımladığı sınırlar içerisinde kendinizin hayaleti olabilirsiniz. Düşünceleriniz de ancak o bireylerin sizin için tanımladığı sınırlar içerisinde gelişir. Bu sizin benliğinizin ve bireyselliğinizin baskılanması anlamına gelir.
Tespit: Türkler bireyselleşememiş topluluklardan oluşur.
Sonuç olarak bu aile yanılgısı toplumsal sorumluluk duygusunun az gelişmesine, sorumluluk duygusunun az gelişmesi de “hak” istencinin oluşmamasına yol açar. Çünkü hakkın temelinde sorumluluk vardır. Mahatma Gandhi’nin annesine hakkın ne olduğunu sormuşlar. O da “Her hak sorumluluk getirir, yoksa o hak değildir.” demiş. Sorumluluk duygumuz gelişmediği ve dolayısıyla hakkı doğru tanıyamadığımız için, kendi hak ettiklerimizi hep başkasının kazanımlarında ararız. O yüzden “Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür.” gibi bir atasözümüz vardır. Kendi hak ettiklerimizin sorumluluğunu hiç bir zaman alamamızdan ötürü bu dilemmayı toplumsal her alanda ve sürekli tecrübe etmeye devam ederiz.
Yaşamda kendi adalarımızı bulmamız dileği ile…