İnsan Ruhu Ebedi midir? — Ölümden Sonra Dirilme Problemi — İnceleme ve Alıntılar

Cemil Sena — İnsan Ruhu Ebedi midir? — İnceleme ve Alıntılar 98

Samet Onur
16 min readJan 20, 2024

İnceleme

100. İnceleme ve İnsanın Sonsuzluk Özleminin Yansımaları

Cemil Sena’nın “İnsan Ruhu Ebedi midir?” kitabı 1951 tarihinde basımı yapılmış. Alt başlığı “Ölümden Sonra Dirilme Problemi”dir.
“İnsan Ruhu Ebedi midir?”, 117 sayfalık kısa bir kitap. Bu kısalık vermek istediği mesajın eksik olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersi, kısa olmasına rağmen konuyu kapsamlı bir şekilde incelemeyi başarmış.

Ölümden sonra yaşamın varlığı inanışı İbrahimi dinlerin kabul ettiği bir inanış. Ancak bunun kanıtları nelerdir? Bu inancın insanlığın bilgi edinilebilen tarihinden itibaren ilkel insanlara, dinlere ve filozoflara göre kabulü, reddi ve yorumu nasıl olmuştur? Sorulan soruların kapsamlı bir şekilde cevabını Türkiye’nin değeri bilinmemiş değerli bir filozofundan öğrenmek imkanını bu kitapta bulacaksınız.

“İnsan Ruhu Ebedi midir?”de salt alıntılar olduğunu sanmayın. Elbette bolca alıntı mevcut. Ancak bunların değerlendirmesi yazar tarafından geniş bir şekilde yapılmaktadır. Buna ilave olarak yazarın bu konudaki fikirlerini de sonlara doğru öğrenme imkanına sahibiz.

İnsanlığın tarihsel serüveninden itibaren böyle önemli bir konuya dair toplulukların, dinlerin, şairlerin, filozofların verdiği cevapların eşliğinde ilmek ilmek işlenen bu kitapla sizleri baş başa bırakıyorum.

Birinci Bölüm İlkel Topluluklarda Ölmezlik İnancı (s. 11–43)

1 — Tarihten Önceki Devirler

İlkel toplulukların özellikle Paleolitik devrinden itibaren ruhun ölümsüz olduğu inancına sahip olduğu çeşitli deliller öne sürülerek iddia ediliyor. Bu deliller arasında mezarlar ve bunların içinde bulunan eşyalar yer alıyor.

Günümüzde yaşayan ilkel toplulukların da ölümden sonra yaşamın varlığına dair inançları olduğu belirtiliyor.

Sena’ya göre ilkel toplulukların bu tarz inançları mistik bir mülkiyet duygusudur ve yokluktan korkmanın bir yansımasından ibarettir. Ölüme dair teselli kendini öldükten sonraki yaşama inancına götürmüştür.

B — Kitaplı Dinlerde Ölmezlik İnancı

Ruhun ölümsüzlüğü düşüncesi toplumsal düzenin korunması amacıyla ahlak, din ve siyaset alanları tarafından savunulmuştur. Bu alemdeki mahrumiyet ve haksızlıkların başka bir alemde telafi edileceği tesellisi faydacı bir inanç olarak karşımıza çıkmaktadır.

Çin dinlerinden olan Konfüçyanizm’de ölümden sonraki yaşama dair şüphecilik gözlenir. Taoizm’de ise ölümden sonra iyilik yapmayanların cezasız kalmayacağı ifade edilir. Ancak bu durum Çinlilerin hayatlarında ölümden sonra yaşama hazırlığa teşvik anlamında bir meyli ortaya çıkarmamıştır.

Hinduizm’de ölmezlik inancı karmaşıktır. İnsan bu dünyada nasıl bir karaktere sahipse ölümden sonra da o karaktere uygun bir ruh haline gireceği ifade edilir.

Buda’nın ifadelerine göre ölümden sonra bir yaşam yoktur. Ancak ondan sonra gelenler Budizme ruh göçünü eklemişlerdir.

Zerdüşt’ün dini olan Mazdeizm’de dünyadaki hayatın yaptırımı olan bir ahiret düşüncesi görülür. Bu inanç Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’e de intikal etmiştir.

Mazdeizm’e değindikten sonra sırasıyla Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’in ahiret inancına değinilerek birinci bölüm noktalanmaktadır.

İkinci Bölüm (s. 43–76)

1- Yunan Kültürüne Bağlı Sistemlerde Ölmezlik İnancı

Bu bölümde Yunan ve Roma’nın şair ve filozoflarının ruhun ölümsüzlüğüne dair görüşlerine yer veriliyor.

Üçüncü Bölüm (s. 77–102)

1- Rönesans’dan Zamanımıza Kadar Batı Felsefesinde Ölmezlik İnancı

Bu bölümde Sena, birçok filozofun ruhun ölümsüzlüğüne dair görüşlerini aktarır. Bunlar arasında Montaigne, Charron, Raymond, G. Postel, Priestley, Descartes, Pascal, Spinoza, Hobbes, Hume, D’Holbach, Helvetius, Lessing, Voltaire, Rousseau, Schleirmacher, Leibniz, Kant, Schaupenhauer, Schelling, Hegel, Goethe, Feuerbach, Gassendi, Auguste Comte, Renan, Guyeau, Doudan, Massillon, Michelet, Chateaubriand, Gizot, Victor Hugo, H. Spencer, De La Metrie, Max Nordeau, W. James yer almaktadır.

Bazı önemli gördüğüm filozofların ölmezlik inancına dair düşüncelerini aktarmak istiyorum.

Montaigne ruhun ölümsüzlüğü konusunda agnostiktir.

Öğrencisi Charron, ruhun ölümsüzlüğüne dair ispatının imkanı olmadığını ileri sürer.

Descartes insan ruhunun tinsel olduğunu ve bundan dolayı oldukça müphem bir surette ölmezliği kabul eder gibi görünmektedir.

Pascal bu konuda bir buhran içindedir.

Hobbes ve Hume ruhun ölümsüzlüğünü açıkça inkar eder.

Voltaire’in bu konuda net bir tavrı yoktur.

Rousseau, ruhun ölümsüzlüğü fikrini kabul eder.

Kant, ölmezlik fikrinin düşüncede uygun olduğunu ifade eder. Ancak onun gerçekliğine inanmaz.

William James ölmezlik inancında eylemlerimize kuvvet, ümit ve teselli vermek bakımından faydalar yapacağı için inanmaya uygun bulur.

Sena, filozofların görüşünü aktardıktan sonra şu genel değerlendirmeyi yapar (s. 102):

“Esasen görülüyor ki, yalnız kısmen hıristiyan feylesoflarla daha çok müslümanlık, klâsik spritualisme ve Kant gibiler, ölümden sonra ruhun bireysel karakterlerini muhafaza ederek devam edeceğine inanmanın her şeyden evvel ahlâksal disiplin ve tanrısal kudretin büyüklüğü namına uygun olacağını düşünmektedirler.

Diğer inananlardan bir kısmı, şekil değiştirmenin ebediliğini, bir kısmı da canlı bir ilke (prensip) nin devamını, veya bir şerefin ölmezliğini, tabiatın devamlılığını ve nihayet bir kısmı da evrensel ve mutlak varlığın bünyesine dönüşü müdafaa etmektedirler.

Bu suretle kabul edenler de reddedenlerden daha kuvvetli bir delile mâlik olmadıklarını ispat ettikleri gibi, bunun bir iman konusu olmaktan başka bir gerçekliği olmadığını da anlatmış olurlar.”

Dördüncü Bölüm (s. 103–114)

Üstün Ruh Olayları ve Bunların Ölmezlikle İlgisi

Bu bölümde değerli yazar, görüldüğü, konuşulduğu iddia edilen ruhlarla ilgili olayların nasıl mümkün olabileceği hakkında durmaktadır. Bunları metafiziksel sanrılar olarak tarif eder. Mistik düşünceye meyyal olan kişilerde bu tarz farklı iddialar olduğunu, ancak bunların ispatının imkandan uzak olduğunu ekler.

Yazar, bütün varlığın ilk nedeni olarak Allah’a inandığını ve onun insan ruhlarını ölmez hale getirebileceğini kabul eder. Ancak böyle bir ölmezliğin varlık veya yokluğunda agnostik kaldığını da belirtir.

Devamında ise ruhlarla görüşme, onları kontrol etme tarzı mistik olayların iç durumuna dair ciddi eleştirilerde bulunur (s. 113–114):

“Esasen Metapsychique olayların gerçek mahiyetini pozitif olarak bilmediğimizden ruhların nasıl olup da yaşayanların emri altına girdiğini açıklamak güçtür. Onlar, dirilerle daima münasebet halinde midirler? Muhtelif yerde ve aynı saatte çağırılan bir tek ruh, her çağırılan yerde görünüyor mu? Görünmüyorsa neden bunlardan birini tercih ediyor? Görünüyorsa, bir tek fâniye ait olan ruh nasıl olup ta bir kaç yerde tecelli edebiliyor?

Neden yalnız medyum denilen ve ekseriya akıl veya sinirlerinden sakat olan insanlara görünüyorlar da normal insanlarla temas etmiyorlar? Neden sorulara cevap verme zorunda kalıyorlar? Her şeyin evvel ve ahırını saydam (şeffaf) olarak görüyorlarsa, neden her sorulana doğru cevap vermiyorlar?

Ve bu madde kalıbından sıyrılmış olan tinsel varlıklar, neden tekrar cesetlenebiliyor? Görülebilir bir hâl alıyor? Bu tutulabilir ve görülebilir hale gelmelerini sağlayan unsuru, kendi bünyelerinden mi, yoksa, dışardan mı elde ediyorlar? Maddeden kurtulmuş ve maddeden ayrı bir ruh varsa, maddede hapsedilmiş olan ruhtan daha hür ve daha sâf olması icabetmez mi?

Bütün iddialar ve inançlarda bu noktada temerküz ettiği halde, nasıl oluyor da onlar, isabetsiz fikirler ve haberler veriyor, ve tekrar maddeleşmeye özeniyorlar, ve medyum denilen bir hastanın emriyle, davetiyle derhal masa başına koşup geliyorlar?

Tanrısına kavuşan ruhun fâniler ârasına karışmak hususundaki za’fına akıl erdirmek güçtür; ve bu göründüğü ve geldiği iddia edilen varlığın ölmüş insan ruhları olduğunu ispat etmek hususundaki deliller çok zayıftır.

Kâinat hakkında bilgimiz kadar da bayat ve beyin hakkındaki bilgimizin çok noksan oluşu yüzünden, sebeplerini bilmediğimiz olayları tabiat üstü kuvvet ve varlıklara isnad etmekteyiz; ve bu ilkel insanın olduğu kadar da medeni insanın za’fıdır. Temenni edelim ki tanrısal takdir, insan oğlunun, her bilmediğini bilim yoluyla ispat edebilecek kadar zekâ ve idrâkine kuvvet ve kabiliyet versin.

Nihayet, ölüm ruhla bedeni ayırıyorsa, nasıl oluyor da bu töz (cevher) te birleşiyor veyahut ruh bedensiz varlığına devam edebiliyor?

Tanrı bilimciler, «Tanrı için hiç bir şeyin olmazlığını» kabul edemeyiz, derler; bunu; Tanrının tümel gücüyle açıklamaya çalışırlar.

Oysa ki; Ölmezlik özlemi, Tanrının değil, bizlerin, yani, fâni olan insânın rüyasıdır. Bunun: gerçeklenmesini biz istiyoruz.

Tanrının kendi isteklerimize uygun bir hayat ve tabiat kanunu yaratmış olduğunu ve yaratacağını kabul, edebileceğimize yardım eden hiçbir bilimsel ve akla uygun delil yoktur.

Ölmezlik, insan oğlunun bir taraftan ölümden nefretini, diğer taraftan da sonsuz bir surette yaşama tutkusunu ifade eden bir inançtır. Bu inancı yaratan etkenlerden biri de, insanın kendisini bütün diğer yaratıklardan üstün ve seçkin bir varlık saymasından doğan gururdur. Plin, «Bu aynı “övünme, diyor, belleğimizi (hâfıza) ebedileştirmeye sevkeder ve bize mezarın ötesinde başka bir hayatın yalanlarını tahayyül ettirir.»”

Sonuç bölümünde ise ölümsüzlük inancına dair kendi görüşlerini oldukça etkileyici ve akılcı bir şekilde yaparak kitabını sona erdirir.

Ders niteliğindeki bu harika sözleri sizlerle paylaşmak istiyorum (s. 115–117):

“İnsanın bu sonsuz evrendeki değer ve yeri düşünülecek olursa, bu gururun ve övünmenin ne kadar gülünç olduğunu anlamakta güçlük çekilmez. Ruh hastalıklarının işaretlerinden biri de, olamıyacak şeyleri istemektir. Aristote’nun dediği gibi, ölmezlik isteği de, olamıyacak bir şeyi istemek demektir. İnsanın doğuşunu sağlayan nedenler kadar da ölümünü hazırlayan nedenler zorunludur; ve hiçbiri bizim dileklerimize göre meydana gelmiş değildir. Doğmak, Dante’nin deyimile «Ölüm koşusuna» katılmak demektir.

Ölmek, hayat saatinin durması, bilincin sona ermesi ve organsal enerjinin dönüşmesi (istihale) demektir. Ruhun ölmezliğini kabul etmek için, kırılan zenbereği onaran veya saati yeniden kuran bir sanatcıya ihtiyaç vardır. İnsan imğelemi (muhayyele) bu sanatcıyı yaratmakta güçlük çekmemiştir, Çünkü, fânilik, düşünen, duygulanan, bilen ve isteyen bir varlığın mahiyet ve tutkularına aykırı bir olaydır.

Organsal enerji ise, tabiatın evrensel enerjisi içine ışın, olarak, ısı olarak, ses, renk, hareket ve kuvvet olarak karışacaktır. Bunu bildiğimiz halde, bu kuvvetin, bilincini, irade ve hürriyetini bu dünyadaki niteliklerile bozulmamış bir benlikte devam ettirip ettirmeyeceğini belirtecek hiçbir, müsbet işarete malik değiliz.

Esasen o kadar çok özlediğimiz ölmezliğin insan için bir saadet mi yoksa bir felâket mi olduğu meselesi de ayrıca düşünülebilir. Bir saadetse, bunun bir takım şartlara bağlanması gerektir. Bu âlemde kavuşamadığımız nimetleri tatmak gibi, bedenin her çeşit zevk ve lezzetleri kendisile beraber diğer bir takım isteklerimiz gerçeklenmedikçe bu ölmezliğin bir değeri yoktur.

Ölmezliği, ruhun ve bedenin gittikçe sağlık ve kuvveti azalmış olan uzun bir ömür gibi tasarlamakta ise, hiçbir saadet yoktur. Böyle bir ölmezlik cezadır. işkencedir, Ölmezliğin lehinde olanlar, bu ebediliği, dünyada kandırılmamış istek ve tutkuları kandıran ve bu âlemde uğradığımız haksızlıkların ve mahrumiyetlerin acısını çikaracak olan bir âleme kavuşma vâadile süslerler.

Denebilirki, böyle anlaşılmış olan bir ölmezliğin ahlâk bakımından yüceltilecek bir değeri yoktur. Bu âdeti açlıklarımızı, öcalma arzularımızı, kinlerimizi ölümden sonraki bir âleme, bir zaman sonsuzluğuna kadar götürmek demektir. Dünyada kazandığımız mükâfatların daha zenginine, dünyadaki nefretlerimizin, düşmanlıklarımızın daha şiddetlisine kavuşmak için böyle bir âlemin, zalim olduğu kadar da affetmiyen cömert adaletine sığınmak demektir.

Bu inanç, biraz da insanın kendisini, bütün diğer insanlardan ve yaratıklardan üstün ve her çeşit nimetlere olduğu kadar da Tanrı katına lâyık bir varlık zannetmesinden doğmaktadır. Bu bencilik, dünyaya sığmayan insan oğlunun, dünya ötesi bir âlemde yayılmak için duyduğu sonsuz tutkusunun bir işaretidir, Bu tutkuda, Tanrıyı da kendi amaçlarına hizmet ettirmek isteği gibi küstah bir dâva da saklıdır.

Anlaşılıyor ki, ölmezlik inancında, sonsuz bir surette hayatı sevmek, yaşamaya kanamamak gibi insanın âcizliğini olduğu kadar da kuvvetini yaratan duygular vardır. Öyle zannediyoruz ki, bu inancın en değerli ve verimli tarafı da budur. Bu duygu sayesindedir ki insan, kendisini ebedileştirecek olan büyük işleri başarmak, büyük ve yüce ülküleri gerçeklendirmek gücünü kazanır; kendisini düşürecek ve küçültecek olan âdiliklerden korunabilir.

Bu âlemden kendimizle beraber götürebileceğimiz hiç bir servet ve nimet yoktur. Fakat bu âleme bırakabileceğimiz şeyler çoktur.

Biz ancak insanlığa miras bırakabileceğimiz eserlerin, işlerin, fikirlerin ve hizmetlerin büyüklüğüyle övünebilir ve bunlara verdirebildiğimiz değerlerin unutulmazlığı nisbetinde ebedi oluruz. Hayat sevincini tadabilmek, hayatı sevebilmek ve sevdirebilmek için, ölümün ötesinde ne korkulacak, ne de özlenecek bir şeylerin var olup olmadığını düşünmemek lâzımdır. Yoksa din ve geleneğin yarattığı ölmezlik inancının boşluğu hakkındaki en kuvvetli delil, Anaximene’in deyimiyle ÖLÜM’dür.

Yaşadığımız dünyadan daha yetkin (mükemmel) ve daha iyi bir âlemi, ölümden sonraki bir karanlıkta araştırıp durmaktansa, her türlü haz ve elemlerimizin kaynağı olan bu dünyayı, o aradığımız ve rüyasını gördüğümüz alem haline getirmek için çalışmaktan daha doğru ve yüce bir ödevimiz yoktur.

Umutsuzluğa kapılmadan, bu dünyaya istemek için değil, vermek için geldiğimizi anlayarak elimizden geleni esirgememek, ölmezliğin birinci şartıdır. Ancak insanlığa yaptığımız hizmet nisbetinde ebedileşiriz.

Fazilet, sevgi, bilgi ve şefkatle süslü bir kalbin insan hayatını kolaylaştıran ve ıstıraplarını azaltan fikir ve eser yaratıcılarının ölmezliğine inanalım. Bir fâninin en büyük mükâfatı, ölümden sonraki bir âlemde değil, şu içinde doğup büyüdüğümüz, yaşayıp öldüğümüz âlemde saklıdır.

Seviniz, acıyınız, öğreniniz ve öğretiniz.. İnsanlığı kendilerine minnettar eden ebedilerin yolunu tutunuz.. Ölmezliğin kutsal saadetine giden yolun dikenli ve yokuşlu oluşundan korkmayınız; ölmezlik umduklarımıza kavuşmakta değil, insanlığa ve insanlara beklediklerini sunabilmekte saklıdır.”

Sonuç olarak Cemil Sena, bu kısa ama bilgi dolu eserinde insanlığın büyük sorularından birine dair tarih boyunca verilen cevapları sistemli bir şekilde kıymetli yorumlarıyla işliyor. Bu ışığın aydınlığına sizleri de davet ederim.

Alıntılar

İlkeller ve Ölüm

Anlaşılıyor ki; ilkeller, hayatla ölüm arasındaki değişmeye akıl erdiremiyor: Burdaki canlılığın bir başka şekilde devam edeceğini zannediyorlar. Sanki onlarda varlığın ebediyyetine dair içgüdümsel bir inanç vardır. Hiçbir şey, ne bütün ve ne de bütünün parçaları ve hattâ ne de bunların gölgesi veya adlarının gaybolmayacağını, ancak başka tarzda bir şekil değiştirmenin bir evren kanunu olduğunu sezmiş gibidirler.

Bu âdeta mistik bir mülkiyyet duygusudur ki, canlıya mahsus olan bencil (hodbin) yönsemelerin (temayül) ürünü (mahsul) dür, ve yok olmaktan, yokluktan korkma duygusu, ölüm şeklindeki ebedi değişmenin anlam ve tesellisi, bu çeşit inançları yaratmaktadır.

Sayfa 15–16

Ruhun Ölümsüzlüğü İnancının Kaynağına Dair

Toplumsal düzenin korunması gayretiyle ahlâk, din ve siyasa yönünden müdafaa edilmiş olan ruhun ölmezliği düşüncesi, bu âlemdeki mahrumiyetlerin ve haksızlıkların başka bir âlemde ödeneceği ümit ve tesellisine dayanan faydacı — Utiliteriste bir inanç manzarasını göstermektedir.

Sayfa 16

Dinler de Topluluğun Vicdanını Yansıtır

Anlaşılıyor ki ne bu kutsal kitaplar ve ne de onları getirmiş olduğu zan edilen kutsal kişiler, bu hususta halkın tabii ve geleneksel inançlarını değiştirecek bir yeni doktrin getirmemişlerdir.

Her toplumsal ülkü gibi dinlerde topluluğun ortaklaşa vicdanını aksettirir ve bu vicdandan çıkarlar; bu sebepten dinamik bir hamle ile halkın inançlarını kökünden sarsıp yıkabilecek bir inancın çıkabilmesi için, bu inançları bir ihtiyaç olarak his etmiş ve zihinlerini bu zarurete hazırlamış olan bir topluluk lâzımdır.

Yahudilik ve ona bağlı olan hıristiyanlık ise, intişarları zamannında, ahiretten ziyade dünya meselelerini çözmek ve insanın, birbirleriyle ve devletle olan müasebetlerindeki kılgın hayatı tanzim etmek ihtiyacında idi.

Sayfa 27

İslam ve Ruhun Ölümsüzlüğü

Denebilir ki; İslâm dini, kendinden evvelki dinlerin şüphe ve tereddütlerini tamamen izale ederek ruh için ölmezliği bir hakikat olarak kabul etmiştir.

Toplumsal düzen ve disiplin için bu dünyanın kanun ve yaptırımlarını yeter bulmamış, insanları ve genel olarak bütün canlıları, bu dünyadaki organik ve ruhsal duygulariyle ve bu dünyada korktukları veya peşinden ihtirasla koştukları maddi lezzet ve elemlerle terbiye etmek istemiştir.

Sayfa 39

Ruha Dair Düşüncelerin Kökeni

Homere’in düştüğü çelişmeler (tenakuz), onda ruhun ölmezliği hakkında vazıh bir inanç veya bilginin mevcut olmadığına delâlet ettiği gibi, yetiştiği devrin insel inançları da henüz Myth’lere bağlı ve halkın vicdanında ve zekâsında ruhla bedeni birbirinden ayırabilecek ve bunların son kaderlerini tayın edebilecek ne ahlâksal ve ne de açıkça dinsel bir doktrin’in mevcut olmadığına da delâlet eder.

Bununla beraber, bütün Yunan felsefesine ve daha sonra asırlarca onun nüfuzuna bağlı kalmış olan batı felsefesine birer tohum halinde bu düşünceler yayılmış; ve ruhun mahiyetine ve çesitlerine ait olan sözde bilimsel ve felsefi açıklamalarda, kaynaklarını, bu masal ve efsane nevi’inden olan düşüncelerde bulmuşlardır.

Sayfa 46

Epikür’ün Ruhun Ölümsüzlüğü ve Ölüm Hakkındaki Görüşü

Bu meseledeki düşüncelerini açıkca savunan Epicure’dür.

Bu feylosofa göre, insanın bu âlemdeki saadetini azaltan ve hattâ bozan üç korku vardır:

1 — Ölüm korkusu;
2 — Cehennem korkusu;
3 — Tanrı korkusu.

Ruh, bir takım ince atomlardan teşekkül ettiği için, ancak bedenle beraber bulunduğu vakit duyguludur. Beden, ruhun zarfıdır, elbisesidir. Bu eskiyip dağılınca, ruh da dağılır. Şu halde ölümden niçin korkmalıdır?

Ona göre insan kalbini harekete getiren en büyük tasa, (endişe) bu toprağa ait olan şeylerin mahvolmaz bir takım servetler ve saadetimizi korumaya memur bir şeylermiş gibi düşünmemizden ileri gelir. Bu nevi ümitlerimize karşı gelen ber nevi değişiklik karşısındaki titremlerimiz bundandır.

Bazıları, eski esatirde olduğu gibi, ebedi olarak bahıtsız ve felâketli geçecek bir istikbalden korkarlar. Yahut hiç olmazsa, ölümün husule getirdiği her çeşit duygudan mahrumiyyeti bir şer imiş gibi telâkki ederler, ve ruhun bu hissizlik içinde bile mustarip olacağını zannederler.

Halbuki bizim işlediğimiz yerde, yani bulunduğumuz yerde ölüm yoktur, ve ölümün bulunduğu ve binaenaleyh işliyemediğimiz yerde biz yokuz. Şu halde mahiyyeti itibariyle müthiş olmıyan bir şeyin yaklaşmasından korkmamak lâzımdır; ve vakitsiz bir ölümü öğmek de bir deliliktir.

«Yaşamanın bir felâket olmadığına gerçekten inanan bir insan için hayatta hiçbir fenalık yoktur.»

Mademki ruh ebedi değildir, ve ölümden sonra hiçbir duygunluk yoktur, Şu halde cehennem de yoktur. Ebedi ve ahirete müteallik cezalar uydurma şeylerdir. Şairlerin bahsettiği cezalar, canilerle cimrilerin kalbinde yaşar, Tabiatte atomlar, boşluk ve tesadüfün oyunundan başka bir şey yoktur. Epicure’ün tanrıbilimine temel vazifesini gören bu düşünceleri, ruhbilimine dair olan düşüncelerinin de esasını teşkil eder.

Ona göre, hayatın ötesini veya cehennemdeki işkence kelepçelerini düşünmek «Bizzat hayatın kaynağına öldürücü bir zehir katmak demektir.» Hülâsa, ruh da madde gibi helâk olur.

Herodote’a yazdığı bir mektupta müphem hir surette ruhun mahiyetini izah eder: ve ölümü, ruh atomlarının zarfı olan beden atomlarının şiddetle dağılması neticesinde, ruh atomlarının dağılmasından ibaret fiziksel bir olay sayar.

Bu itibarla da, «Ölüm bize teallûk etmez.» Zira, ruh bedenden çıkınca hiçbir şey hissedilmez; «Bize göre, ölüm hiçbir şey değildir. Zira bir defa çözülmüş olan hissetme kabiliyetini kaybeder. Hissetmiyen şey ise bizim için hiçbir şeydir.»

Diğer bir maksiminde de: «bizim var olduğumuz yerde ölüm yoktur. Ölümün var olduğu yerde biz yokuz. Şu halde ölüm ne canlılar için, ne ölüler için mevcut değildir. Zira kendileri için ölümün mevcut olmadığı veya ölümün kendileri için mevcut olduğu kimseler artık mevcut değildirler.» demektedir.

Bütün bunlar, yüce bir ruh pekliğinin en asîl ifadeleridir.

Sayfa 65–67

Ruhun Ölümsüzlüğüne Dair

Esasen görülüyor ki, yalnız kısmen hıristiyan feylesoflarla daha çok müslümanlık, klâsik spritualisme ve Kant gibiler, ölümden sonra ruhun bireysel karakterlerini muhafaza ederek devam edeceğine inanmanın her şeyden evvel ahlâksal disiplin ve tanrısal kudretin büyüklüğü namına uygun olacağını düşünmektedirler.

Diğer inananlardan bir kısmı, şekil değiştirmenin ebediliğini, bir kısmı da canlı bir ilke (prensip) nin devamını, veya bir şerefin ölmezliğini, tabiatın devamlılığını ve nihayet bir kısmı da evrensel ve mutlak varlığın bünyesine dönüşü müdafaa etmektedirler.

Bu suretle kabul edenler de reddedenlerden daha kuvvetli bir delile mâlik olmadıklarını ispat ettikleri gibi, bunun bir iman konusu olmaktan başka bir gerçekliği olmadığını da anlatmış olurlar.

Sayfa 102

Ruhlarla İletişim ve Sonsuzluk Özlemi

Esasen Metapsychique olayların gerçek mahiyetini pozitif olarak bilmediğimizden ruhların nasıl olup da yaşayanların emri altına girdiğini açıklamak güçtür. Onlar, dirilerle daima münasebet halinde midirler? Muhtelif yerde ve aynı saatte çağırılan bir tek ruh, her çağırılan yerde görünüyor mu? Görünmüyorsa neden bunlardan birini tercih ediyor? Görünüyorsa, bir tek fâniye ait olan ruh nasıl olup ta bir kaç yerde tecelli edebiliyor?

Neden yalnız medyum denilen ve ekseriya akıl veya sinirlerinden sakat olan insanlara görünüyorlar da normal insanlarla temas etmiyorlar? Neden sorulara cevap verme zorunda kalıyorlar? Her şeyin evvel ve ahırını saydam (şeffaf) olarak görüyorlarsa, neden her sorulana doğru cevap vermiyorlar?

Ve bu madde kalıbından sıyrılmış olan tinsel varlıklar, neden tekrar cesetlenebiliyor? Görülebilir bir hâl alıyor? Bu tutulabilir ve görülebilir hale gelmelerini sağlayan unsuru, kendi bünyelerinden mi, yoksa, dışardan mı elde ediyorlar? Maddeden kurtulmuş ve maddeden ayrı bir ruh varsa, maddede hapsedilmiş olan ruhtan daha hür ve daha sâf olması icabetmez mi?

Bütün iddialar ve inançlarda bu noktada temerküz ettiği halde, nasıl oluyor da onlar, isabetsiz fikirler ve haberler veriyor, ve tekrar maddeleşmeye özeniyorlar, ve medyum denilen bir hastanın emriyle, davetiyle derhal masa başına koşup geliyorlar?

Tanrısına kavuşan ruhun fâniler ârasına karışmak hususundaki za’fına akıl erdirmek güçtür; ve bu göründüğü ve geldiği iddia edilen varlığın ölmüş insan ruhları olduğunu ispat etmek hususundaki deliller çok zayıftır.

Kâinat hakkında bilgimiz kadar da bayat ve beyin hakkındaki bilgimizin çok noksan oluşu yüzünden, sebeplerini bilmediğimiz olayları tabiat üstü kuvvet ve varlıklara isnad etmekteyiz; ve bu ilkel insanın olduğu kadar da medeni insanın za’fıdır. Temenni edelim ki tanrısal takdir, insan oğlunun, her bilmediğini bilim yoluyla ispat edebilecek kadar zekâ ve idrâkine kuvvet ve kabiliyet versin.

Nihayet, ölüm ruhla bedeni ayırıyorsa, nasıl oluyor da bu töz (cevher) te birleşiyor veyahut ruh bedensiz varlığına devam edebiliyor?

Tanrı bilimciler, «Tanrı için hiç bir şeyin olmazlığını» kabul edemeyiz, derler; bunu; Tanrının tümel gücüyle açıklamaya çalışırlar.

Oysa ki; Ölmezlik özlemi, Tanrının değil, bizlerin, yani, fâni olan insânın rüyasıdır. Bunun: gerçeklenmesini biz istiyoruz.

Tanrının kendi isteklerimize uygun bir hayat ve tabiat kanunu yaratmış olduğunu ve yaratacağını kabul, edebileceğimize yardım eden hiçbir bilimsel ve akla uygun delil yoktur.

Ölmezlik, insan oğlunun bir taraftan ölümden nefretini, diğer taraftan da sonsuz bir surette yaşama tutkusunu ifade eden bir inançtır. Bu inancı yaratan etkenlerden biri de, insanın kendisini bütün diğer yaratıklardan üstün ve seçkin bir varlık saymasından doğan gururdur. Plin, «Bu aynı “övünme, diyor, belleğimizi (hâfıza) ebedileştirmeye sevkeder ve bize mezarın ötesinde başka bir hayatın yalanlarını tahayyül ettirir.»

Sayfa 113–114

Sonsuzluk Fikrinin Psikolojik Altyapısı ve Sena’nın Ölmez Tavsiyeleri

İnsanın bu sonsuz evrendeki değer ve yeri düşünülecek olursa, bu gururun ve övünmenin ne kadar gülünç olduğunu anlamakta güçlük çekilmez. Ruh hastalıklarının işaretlerinden biri de, olamıyacak şeyleri istemektir. Aristote’nun dediği gibi, ölmezlik isteği de, olamıyacak bir şeyi istemek demektir. İnsanın doğuşunu sağlayan nedenler kadar da ölümünü hazırlayan nedenler zorunludur; ve hiçbiri bizim dileklerimize göre meydana gelmiş değildir. Doğmak, Dante’nin deyimile «Ölüm koşusuna» katılmak demektir.

Ölmek, hayat saatinin durması, bilincin sona ermesi ve organsal enerjinin dönüşmesi (istihale) demektir. Ruhun ölmezliğini kabul etmek için, kırılan zenbereği onaran veya saati yeniden kuran bir sanatcıya ihtiyaç vardır. İnsan imğelemi (muhayyele) bu sanatcıyı yaratmakta güçlük çekmemiştir, Çünkü, fânilik, düşünen, duygulanan, bilen ve isteyen bir varlığın mahiyet ve tutkularına aykırı bir olaydır.

Organsal enerji ise, tabiatın evrensel enerjisi içine ışın, olarak, ısı olarak, ses, renk, hareket ve kuvvet olarak karışacaktır, Bunu bildiğimiz halde, bu kuvvetin, bilincini, irade ve hürriyetini bu dünyadaki niteliklerile bozulmamış bir benlikte devam ettirip ettirmeyeceğini belirtecek hiçbir, müsbet işarete malik değiliz.

Esasen o kadar çok özlediğimiz ölmezliğin insan için bir saadet mi yoksa bir felâket mi olduğu meselesi de ayrıca düşünülebilir. Bir saadetse, bunun bir takım şartlara bağlanması gerektir. Bu âlemde kavuşamadığımız nimetleri tatmak gibi, bedenin her çeşit zevk ve lezzetleri kendisile beraber diğer bir takım isteklerimiz gerçeklenmedikçe bu ölmezliğin bir değeri yoktur.

Ölmezliği, ruhun ve bedenin gittikçe sağlık ve kuvveti azalmış olan uzun bir ömür gibi tasarlamakta ise, hiçbir saadet yoktur. Böyle bir ölmezlik cezadır. işkencedir, Ölmezliğin lehinde olanlar, bu ebediliği, dünyada kandırılmamış istek ve tutkuları kandıran ve bu âlemde uğradığımız haksızlıkların ve mahrumiyetlerin acısını çikaracak olan bir âleme kavuşma vâadile süslerler.

Denebilirki, böyle anlaşılmış olan bir ölmezliğin ahlâk bakımından yüceltilecek bir değeri yoktur. Bu âdeti açlıklarımızı, öcalma arzularımızı, kinlerimizi ölümden sonraki bir âleme, bir zaman sonsuzluğuna kadar götürmek demektir. Dünyada kazandığımız mükâfatların daha zenginine, dünyadaki nefretlerimizin, düşmanlıklarımızın daha şiddetlisine kavuşmak için böyle bir âlemin, zalim olduğu kadar da affetmiyen cömert adaletine sığınmak demektir.

Bu inanç, biraz da insanın kendisini, bütün diğer insanlardan ve yaratıklardan üstün ve her çeşit nimetlere olduğu kadar da Tanrı katına lâyık bir varlık zannetmesinden doğmaktadır. Bu bencilik, dünyaya sığmayan insan oğlunun, dünya ötesi bir âlemde yayılmak için duyduğu sonsuz tutkusunun bir işaretidir, Bu tutkuda, Tanrıyı da kendi amaçlarına hizmet ettirmek isteği gibi küstah bir dâva da saklıdır.

Anlaşılıyor ki, ölmezlik inancında, sonsuz bir surette hayatı sevmek, yaşamaya kanamamak gibi insanın âcizliğini olduğu kadar da kuvvetini yaratan duygular vardır. Öyle zannediyoruz ki, bu inancın en değerli ve verimli tarafı da budur. Bu duygu sayesindedir ki insan, kendisini ebedileştirecek olan büyük işleri başarmak, büyük ve yüce ülküleri gerçeklendirmek gücünü kazanır; kendisini düşürecek ve küçültecek olan âdiliklerden korunabilir.

Bu âlemden kendimizle beraber götürebileceğimiz hiç bir servet ve nimet yoktur. Fakat bu âleme bırakabileceğimiz şeyler çoktur.

Biz ancak insanlığa miras bırakabileceğimiz eserlerin, işlerin, fikirlerin ve hizmetlerin büyüklüğüyle övünebilir ve bunlara verdirebildiğimiz değerlerin unutulmazlığı nisbetinde ebedi oluruz. Hayat sevincini tadabilmek, hayatı sevebilmek ve sevdirebilmek için, ölümün ötesinde ne korkulacak, ne de özlenecek bir şeylerin var olup olmadıgını düşünmemek lâzımdır. Yoksa din ve geleneğin yarattığı ölmezlik inancının boşluğu hakkındaki en kuvvetli delil, Anaximene’in deyimiyle ÖLÜM’dür.

Yaşadığımız düunyadan daha yetkin (mükemmel) ve daha iyi bir âlemi, ölümden sonraki bir karanlıkta araştırıp durmaktansa, her türlü haz ve elemlerimizin kaynağı olan bu dünyayı, o aradığımız ve rüyasını gördüğümüz alem haline getirmek için çalışmaktan daha doğru ve yüce bir ödevimiz yoktur.

Umutsuzluğa kapılmadan, bu dünyaya istemek için değil, vermek için geldiğimizi anlayarak elimizden geleni esirgememek, ölmezliğin birinci şartıdır. Ancak insanlığa yaptığımız hizmet nisbetinde ebedileşiriz.

Fazilet, sevgi, bilgi ve şefkatle süslü bir kalbin insan hayatını kolaylaştıran ve ıstıraplarını azaltan fikir ve eser yaratıcılarının ölmezliğine inanalım. Bir fâninin en büyük mükâfatı, ölümden sonraki bir âlemde değil, şu içinde doğup büyüdüğümüz, yaşayıp öldüğümüz âlemde saklıdır.

Seviniz, acıyınız, öğreniniz ve öğretiniz.. İnsanlığı kendilerine minnettar eden ebedilerin yolunu tutunuz.. Ölmezliğin kutsal saadetine giden yolun dikenli ve yokuşlu oluşundan korkmayınız; ölmezlik umduklarımıza kavuşmakta değil, insanlığa ve insanlara beklediklerini sunabilmekte saklıdır.

Sayfa 115–117, Sonuç.

--

--