Kimin hayatını yaşıyoruz?

Serkan İkiz
9 min readDec 4, 2023

--

Popüler mekanlarda, en güzel görüntülerimizle paylaştığımız fotoğraflarla renklendirdiğimiz “lifestyle cv”lerimizi Instagram’da sunuyor, bu hayatı korumak için ise ekonomik ve psikolojik fedakarlıklar veriyoruz.

Sanki ünlü bir rock grubunun, milyonlarca hayranı olan bir üyesi gibi davranıyor, hayranların beklentilerini tatmin etmek için kendini tekrarlayan süslü bir hayat görünümü için çabalıyoruz.

Aynı selfie’yi çekebilmek için takip ettiğimiz influencerlar, orada görür müyüz diye aynı mekanlara gittiğimiz ünlüler ya da oralara ait görünmek için içinde fotoğraf çektirdiğimiz lüks mekanlar bizi ne kadar kendilerinden görüyor? Bizi davet ettikleri bu hayatı ne kadar bizim kontrolümüze bırakıyor?

Hiç düşündünüz mü?

Bazen düşünmekten alıkoyun kendinizi…

Uzun süredir bu konu ve etrafında dönen hipnotize eden mekaniklerini düşünürken, izlemekten keyif aldığım bir kaç film üzerinden kendime anlatmayı denerken buldum kendimi.

Her gün onlarca kişinin, aynı köşede birileriyle benzer pozlar verdiği, taklit ettikleri kişilerin de aynı yere başkalarını taklit etmek için gelmiş olduğu bir Cihangir gerçekliğinde yaşarken, düşünmemek elde değil ama yardımcı da olmuyor.

Bu yorgunlukta, kendimin de etkilendiği, rock dünyasından 3 hikaye geldi aklıma. Kurgu yoğun bir gerçeklikte anlatılan Almost Famous, Rock Star ve gerçek bir hikayeden kurgu olamayacak kadar sıra dışı bir hikaye CBGB

Bebek büyütürken gördüğümüz masum annelerin, kara para aklama makinesine dönüştüğü günümüz sosyal medya ünlülüğünün yanında, ne kadar masum kalan bir özenti ile büyüdüğümü görünce de bir şekilde dile getirme ihtiyacı duydum.

Almost Famous

Film, fazla duyarlı bir anne ve onun popülizm kaygıları etrafında yetişen 2 çocuğunun hikayesini anlatıyor.

Asi ablasının evi terkederken ona miras bıraktığı rock plakları ile müziğe tutkusu başlayan, büyüdükçe de buna tutunarak müzik eleştirmenliği yolunda giden 15 yaşındaki William’ı takip ediyoruz.

Amatör bir röportaj için gittiği bir konserde, back stage hayatı ile tanışan ve müzisyenler ile etraflarındaki groupie’lerin arasına düşer. Yaptığı Still Water röportajı ve grubun beyni Russell ile kurduğu arkadaşlık sayesinde Rolling Stones dergisinin ilgisini çekip, bir turne yazısı için grupla beraber seyahat etmeye başlar .

Masum bir çocuk olarak girdiği bu süreçten keskin kalemiyle ona takılan “The enemy” (düşman) ismini hakederek, posası çıkmış bir şekilde çıkar.

Rock Star

Marky Mark ismiyle 90'ların pop arenasında yer alan ve iç çamaşırı reklamındaki “memeleriyle” efsane olan Mark Wahlberg’in canlandırdığı Chris ( Izzy ) karakterinin taparcasına hayran olduğu Steel Dragon’u kopyalayarak geçen hayatı ile başlıyoruz.

Müziğinden kıyafetlerine kadar her şeyi kopyalayan Chris, ailesinden grup arkadaşlarına kadar herkesle sorunlar yaşadığı bir dönemde Steel Dragon’un solistli Izzy’ye dönüşür.

Bu dönüşüm sırasında “sex, drug & rock’n roll” hayatı içinde sevgilisi başta olmak üzere hayatındaki tüm gerçekleri yitirirken geçmişte tapındığı tanrı olmanın aslında bir şey ifade etmediğinin farkına varır.

Şöhretin değiştirdikleri…

İki filmde de, farklı eksenlerde de olsa idolize edilmiş hayatları yaşayan insanların başarı elde ettikten sonra düştükleri boşluğu izliyoruz.

İdol olurken kendinden verdikleri ile elde ettikleri başarı ile geldikleri noktada düştükleri yanılsama ve başarının arkasında kaybolan “kendilerini” hem Izzy’de hem de Still Water’ın beyni Russell’da izliyoruz.

Bu yanılsamayı gerçek gösteren sözleri ise Izzy’nin ağzından her konserde duyuyoruz;

You know, I’m just a regular guy who grew up with the posters of these guys on my wall… and now I’m one of them! That’s right, I’m standing here, living proof that if you work hard enough, and you want it bad enough… dreams do come true. So follow your dreams…

“Odasının duvarlarında bu adamların posterleri ile büyüyen sıradan biriyken şimdi onlardan biriyim. Yeterince çalışır ve gerçekten isterseniz hayaller gerçek oluyor. Bunun canlı kanıtı olarak burada karşınızda duruyorum. Hayallerinizin peşini bırakmayın”

Izzy’nin sahnedeki o gerçeklikte, özündeki Chris’ten ne kadar koptuğunu ve yaşadığı hayalin, başkalarının onun için kurguladığı bir yalandan ibaret olduğunu ilerleyen sahnelerde görüyoruz.

Aynı şeyi, hayallerinin peşinden koşup ilk albümünde ulaştığı şöhret ile kaybolan Russell’da da izliyoruz.

Şöhretin kısırlaştırdığı yaratıcılık

Kazanılan başarının etkisi ile bozulan grup içi ilişkilerin etkisi ve aldığı uyuşturucunun etkisindeyken söylediği şu sözler ile kendi gerçekliğinden ne kadar koptuğunu anlatıyor :

“The more popular we get, the more I can’t walk out on them, the bigger their houses get, the more pressure… you forget, man. You forget what it was like to be real, to be a fan. You can hear it in a lot of bands who’ve been successful — it doesn’t sound like music anymore.

It sounds like… like lifestyle maintenance. [Suddenly confessional] I used to be able to hear the sounds of the world. Everything, to me, used to sound like music. Everything. Now I don’t hear it.

You know what I’m trying to say?”

“Ünümüz arttıkça daha büyük evlerde yaşasak, daha büyük zevkleri tatsak da bu gerçekten kaçamıyorum. Gerçeği unuttuk. Bir çok başarılı grupta da bunu görüyorum. Artık yaptığımız şey müzik gibi gelmiyor. Sadece yaşadığımız bu hayatı devam ettirmeye çalışıyoruz.

Dünyanın seslerini duymaya alışıktım. Her şey bana müzik gibi geliyordu. Her şey. Artık duyamıyorum.

Beni anlıyor musun?”

Evet, seni daha iyi anlıyorum Russell…

Lifestyle Maintenance : Olduğumuz şeyi devam ettirme çabası

Belirli bir yaşam tarzını veya yaşam biçimini sürdürme amacıyla bilinçli ve isteyerek yapılan çaba” olarak tanımlayabileceğimiz “lifestyle maintenance”, Russell’ın sözlerinde beni en çok tetikleyen tanımlamaydı.

Yaşamadığımız hayatları, olmadığımız kendimizi ve özendiğimiz yaşamları, yaşıyormuş gibi yapmak ve üç beş like alıp tatmin olmak için bizim gibi sıradan insanların bile, sosyal medyada çizdiğimiz profilleri devam ettirebilmek için yaptıklarımızı hatırladım.

Normalde gidemediğimiz yerlerde çektiğimiz fotoğraflarla dolu instagram profilleri için yaşadığımız “me time”lar ile gerçeği bir kenara itip, süslü yaşam biçimini sürdürebilmek için tüm kaynaklarımızı ve en önemlisi doya doya yaşamamız gereken zamanı, idolize ettiğimiz kişiyi kendimizde hayatta tutmak için harcıyoruz.

Yapılan bu hayal nakilleri ile yaşadığımız hayatın aslında ne kadar sahte olduğunu ve bu hayaller ile ulaşılan noktada yaşananların nasıl insanı kendinden kopardığını Izzy’nin anlaması ise daha sert yollardan olur.

Vadedilen cenneti yaşarken, kendi hayallerin bir parçası ol(ama)mak

“You got these birds dreaming about having it off with you.
That makes the guys want to be you.
The guys are the ones that buy the records.
So if the chicks don’t want you, the guys are gone.

Your job is to live the fantasy other people only dream about.”

“Seninle olmak isteyen kadınlar, diğer erkeklerin senin yerinde olmak istemesine, bu da daha fazla albüm almalarına neden olur. Eğer kadınlar seni istemezse, erkekler de gider.

Senin görevin ise, diğer insanların fantezilerini kurduğu hayatı yaşamak.”

Hayatındaki önemli insanlardan biri olan kız arkadaşı ile ayrıldığında gruptan A.C ile yaptığı bu diyalog Izzy için farkındalığın ilk adımı olsa da asıl darbeyi grup üyesi olmak için çaba sarfettiğinde alır.

Yeni albüm için besteler yapmaya çalıştığı, kapak tasarımı için öneriler hazırladığında stüdyoda alır.

“Listen, our fans, right, our loyal, die-hard fans our very lifeblood, if you will, expect to see certain things.
We give them what they want.

We don’t deviate because one disappointed fan can turn into two… to four, to eight, till the next thing you know we’re playing to a half-empty hall.

if you want to stay with Steel Dragon then you have to reconcile yourself to doing the Steel Dragon thing.”

“En sadık, en sıkı hayranlarımızın bizden beklentileri çok net. Ve biz onlara istediklerini veriyoruz.

Bundan sapmıyoruz çünkü olası bir hayal kırıklığı büyür ve yarısını dolduramadığımız salonlarda konser vermeye başlarız.

Eğer grubun üyesi olarak kalmak istiyorsan, Steel Dragon yolunu kabul etmelisin.”

Hayallerinin peşinde koşup, çaba sarfederken ulaştığı kutsallaştırılmış yere rağmen, bunun sadece o dini devam ettirebilmek için bir rolden öteye olmadığını ve sadece “kiralık bir vokal” olduğunun farkına varır.

Neyi hayal ediyoruz?

Yaşanılan hayatı devam ettirme çabasını çok net anlatan bu diyaloglardan sonra bize pazarlanan yaşamların ne kadar gerçek olduğunu da aşağıdaki soruyla irdeliyorum

- Hayal ettiğimiz, hayatımızı ona adadığımız ve tüm kaynaklarımızı, en önemlisi doya doya yaşamamız gereken zamanı “olmamızı istedikleri karakterlerden birini” hayatta tutmak için mi harcıyoruz?

Yanıt aslında çok zor değil;

Satın almamız için influencer’lar üzerinde sergilenen kıyafetleri giyiyor, hayranı olduğumuz müzisyenin like ettiklerini dinliyor, orada olması için para alan, yemediği yemeklerin tadı damağında kalan kişilerin önerileriyle seyahat planları yapıyoruz.

Reddetsek de, doğrudan ya da dolaylı yollardan bize pazarlanan hayatı devam ettirmek için yaşıyoruz. En sofistike olanlarımız bile internet ve sosyal medyanın etkisi ile değişen kişiselleştirilmiş pazarlama taktiklerinin avı oluyoruz.

Bize bir şekilde dayatılan hayatı tüketiyoruz.

Biz neyin şöhretini yaşıyoruz?

Tüm kötülüklerin anası olan alkol ve uyuşturucu kadar etkili bir yanılsama aracı olan sosyal medya, artık bizim gibi normal bireylerin bile gündelik hayatında şöhret yaşamasını sağlıyor. .

Bir tanrı gibi, her hesapta farklı bir insan yarattığımızı düşünüyor ama bu yanılsamalara aşık olup tapmaya başlıyoruz.

Gelen her like ile buna inancımız artıyor ve tüm dünyamız sandığımız küçük pazarın içindeki yerimizi sağlamlaştırıyor.

Bu pazarın dışında olabilmek mümkün mü?

Zor ama mümkün.

Belki bir çoğumuz bu tüketimi az hasarlı bir şekilde yapıyor ve sürdürüyor. Hatta bazılarımız, başkalarının örnek alacağı hayatlar yaşayıp bunu kendinden fedakarlık etmeden sürdürebiliyor.

Yine aynı dönemden başka bir alıntı ile, tüm sorumluluğu filmlerin üzerine yıkarak bunu kanıtlamak istiyorum :)

CBGB

New York’un ve punk tarihinin önde gelen mekanlarından CBGB’nin kuruluşu ve bir müzik türüne yön verişini anlatan film, kurucusu Hilly Kristal etrafında geçiyor.

Başarısızlıklar ile yaşamını sürdüren Hilly’nin dağınık ve vurdum duymaz karakteri ile istemeden de olsa punk sahnesine yön veren bir müzik kulübü oluşturmasını izliyoruz.

Bu süreçte yaşadığı tüm sorunlara ve kazandığı üne rağmen kendisinden taviz vermeyişi ile The Ramones, Talking Heads, Television, Patti Smith ve Blondie gibi isimlerin ilk sahne aldıkları ve punk akımını etkileyecek kadar klasikleşmesine neden oluşunu takip ediyoruz.

Hilly olmak…

Çevremizden etkilenmeyen, temel kavramlarda bile toplumla uyuşamayan bir karakter bile olsak, yarattığımız kimliğin bir “sahte din”e dönüşebileceğinin kanıtı olarak Hilly Kristal’ı görüyoruz.

Bilerek ya da bilmeyerek yaptıklarımızın başkalarını nasıl etkilediğini, milyonların bundan etkilenerek hayatlarını bu yolda değiştirebileceklerine şahit olduk.

CBGB’den çıkan ve milyonları etkileyen gruplarda ve Rock’n Roll Hall of Fame’de Hilly’i sahneye çıkararak teşekkür eden Talking Heads ile de bu perçinlendi.

Ve yeni bir micro-segment olarak bu avda yeni bir hedef olarak hayatımızda yerini aldı.

Bir gün farkına varabilecek miyiz?

Aslında hepimiz bir şekilde bu avın farkında ve kendisini bir şekilde bunun dışında, özgün olarak tanımlıyor.

En sofistike olanlarımız bile internet ve sosyal medyanın etkisi ile değişen pazarlama taktiklerinin avı oluyor, olmak istediğimiz kişiyi tüketmemizi istedikleri şekilde taklit ediyor.

Bu satırları okurken, ben de görüyorum diyor ya da benim gibi Alaçatı yerine Pakistan’ın dağlarında tatil yapıp, dışında olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.

Mutlu son olması açısından, Izzy’nin farkındalığa varışı ve Chris karakterine geri dönüşünü şu şekilde anlatıyor:

One day I realized it wasn’t for me anymore. You know?
Just wearing the clothes and singing the songs.
It just didn’t feel right. I just wanted to find myself.
Find my own music.”

Bir gün sadece kostümümü giyip, şarkı söylediğimin farkına vardım. Bu artık benim için bir şey ifade etmiyordu.

Kendimi , kendi müziğimi bulmam gerekiyordu…”

Bir gün bu farkındalığa varıp, hayallerimize işlenen hayatın zirvesinde bile olsak, kendimize döner miyiz?

Şovun tam ortasında sahneyi bırakıp gidebilir miyiz?

Chris, Izzy’yi terkederek sahneden inip şovu terkederek, kendisini bulmaya giderken, biz de aynı durumun farkında olsak insagram hesabımızı kapatıp gidebilir miyiz?

Yoksa kontrolü elimize alıp, tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmeden, onların istediği olmaya devam eder miyiz, hiç bilmiyorum.

Bildiklerim ise o tüketim çemberinde olmanın, human capital açısından baktığımızda değerinizi düşürebileceği ve çemberin dışına itilebileceğimiz.

Çemberin dışı derken, Hilly gibi davranırsanız, takipçilerinizin azalacağı ve paylaşımlarınız sonrası beğenilerinizi beklerken yaşlanabileceğiniz.

Sosyal bir varlık olarak buna hazır mısınız?

ps. Rock Star filminde Judas Priest ve Rob Halford’ın ayrılması ile yerine hayranlar arasından Tim (Ripper) Owens geçmesi sürecinin anlatıldığı da söylenir.

--

--