Rosemary’nin Bebeği / Rosemary’s Baby

Talip Ertürk
3 min readJan 30, 2018

--

Büyük usta Roman Polanski’nin meşhur apartman üçlemesinin ikinci filmi “Rosemary’nin Bebeği” (Rosemary’s Baby), kusursuz rejisi ve oyuncularının unutulmaz performanslarıyla kıymetlenen, ilk günkü tazeliğini koruyabilmiş bir başyapıt. Şeytan tarafından gebe bırakılan Rosemary Woodhouse’un trajik öyküsünü anlatan film, sinema tarihinin en sevimli satanistlerini resmediyor

Rosemary’nin Bebeği” (Rosemary’s Baby) insanın içini ısıtan bir ninni eşliğinde akan, pembe harflerle yazılmış jeneriği esnasında hiç de sinema tarihinin en korkunç filmlerinden biriymiş gibi durmuyor. Roman Polanski’nin ABD’de çektiği bu ilk film, yönetmenin apartmanlara olan takıntılı ilgisinin ikinci tezahürü. Yönetmen apartmanları bir korku unsuruna dönüştürmeye Catherine Deneuve’ün dört duvar arasında harikalar yarattığı 1965 yapımı “Tiksinti” (Repulsion) ile başlamış ve 1976’da çektiği “Kiracı”yla (Tenant) ‘apartman üçlemesi’ namıyla bilinen bu tematik seriyi fiyakalı biçimde tamamlamıştı.

New York’taki meşhur Dakota Apartmanı’nı mesken tutan 1968 yapımı “Rosemary’nin Bebeği”, şeytan tarafından gebe bırakılan Rosemary Woodhouse’un trajik öyküsünü anlatıyor. Rosemary, fevkalade naif, izleyende şefkat hissi uyandıracak kadar kırılgan bir karakter. Manipülasyona açık yapısıyla şeytanın çocuğunu doğuracak kurban arayan satanist bir kült için biçilmiş kaftan. Rosemary ve kocası Guy, apartmanda pek beğendikleri daireyi kiraladıkları vakit, farkında olmadan satanist Castevet çiftine komşu oluyorlar. Tabii New York’un satanisti Akmar pasajına takılıp siyah tişört giymiyor; gayet kibar, güngörmüş ve yardımseverler. Meraklı Castevetlerin hayatlarına girmesine mani olamayan Woodhouse çifti, giderek komşularının cazibesine kapılıyor. Rosemary biraz daha mesafeli, Guy ise Castevetlerin büyüsüne kapılmaktan kendini alamıyor. Polanski, filmin bu bölümünü satanist komplonun ipuçlarını göstermek ve tansiyonu artırmakla geçiriyor. Castevetler kısa zamanda kariyerinin umutsuz bir döneminde olan aktör Guy’ı başarı vaadiyle kandırarak Rosemary’yi de avuçlarının içine almış oluyorlar.

“Rosemary’nin Bebeği”nin 47 yıl sonra bile zerre yaşlanmamış olmasının nedeni hikâyesi değil elbet. Roman Polanski’nin Ira Levin’in aynı adlı romanından neredeyse kelime değiştirmeden uyarladığı öykü, bugünün seyircisi için gayet bildik, hatta klişe bile olabilir. Mühim değil. Filmi bunca kıymetli kılan ve ilk günkü tazeliğini korumasını sağlayan şey, Polanski’nin birinci sınıf rejisi. Polonyalı usta, abartılı sinemasal uyarıcılardan özenle uzak durarak, seri kesmeler yerine uzun tek planlardan medet umarak ve kadrajın içini olduğu kadar dışını da kullanarak “Rosemary’nin Bebeği”ni bir yönetmenlik harikasına dönüştürüyor. Bu filmde lüzumsuz bir plan ya da boş bir diyalog bulmak mümkün değil. Kadrajın dışından duyulan telefon görüşmeleri, kuytu köşelerde fısıltılı sohbetler, gizemli kara büyü kitapları, tuhaf bitkiler, kaybolan eşyalar, gizli geçitler, semboller… “Rosemary’nin Bebeği” detaylara gösterdiği özen sayesinde seyircisinin kalbini çalan filmlerden biri.

Sinema tarihin en etkileyici rüya sahnelerinden birinde kadersiz Rosemary, Şeytan tarafından iğfal edildikten sonra film büyük bir viraj alıyor. Filmin ortasına denk gelen bu unutulmaz sahneden itibaren satanist komplonun bir komplo olmadığının ayırdına varıyoruz lakin bizim andavallı Rosemary’nin mevzuya uyanması yine de mümkün olmuyor. Bu noktada Guy denen illetin hanımına karşı başarılı performansı da etkili oluyor tabii. Rosemary, karnında Guy’ın çocuğunu büyüttüğünü düşünedursun, etrafındaki çember giderek daralıyor. Önce yegâne dayanağı yakın dostu Hutch kara büyü vasıtasıyla ortadan kaldırılıyor, ardından arkadaşları çevresinden uzaklaştırılıyor ve gariban Rosemary karnında Şeytan’ın bebesiyle yapayalnız kalıyor.

Büyük gizemin seyirci nazarında çözülmesinin ardından “Rosemary’nin Bebeği” ilkel korkulardan beslenmeye başlıyor. Hepimizin içten içe hissettiği, yalnız kalma korkusu bu. Katolik olarak yetiştirilmiş, Papa’ya sevgi-saygısı sonsuz, taşralı bir kız söz konusu. Nereye gidecek, kime danışacak? Hamile ve çaresiz bir kadın koca New York’ta güveneceği tek bir insan evladı olmaksızın hayatta kalmaya uğraşırken, yönetmen her köşe başından gerilim üretmeye koyuluyor. Polanski ilk bir saat boyunca adım adım bina ettiği tansiyonu giderek zirveye taşırken, telefon sırası bekleyen adamdan bile ürker halde buluyorsunuz kendinizi. Ancak filmlere özgü bir çıkışsızlık hissiyatı hasıl oluyor ki, yönetmenlikte ustalık tam da böyle bir şey olsa gerek.

Polanski’nin “Rosemary’nin Bebeği”ndeki performansını sabahlara kadar övebiliriz lakin biraz da şahane oyuncu kadrosundan bahsetmek gerek. Bu ilk başrolünde harikalar yaratan Mia Farrow, yalnızca müthiş oyunuyla değil stiliyle de zamanlar üstü. (Bugün Galata-Karaköy hattında şöyle bir turlasanız onlarca benzerini görmeniz mümkün.) Usta John Cassavetes sinema tarihinin en meşhur manipülatörlerinden Guy Woodhouse’u ağzının ortasında vurmak isteyeceğiniz, linç edilesi bir adam haline getiriyor. Ve tabii sempatik satanistlerimiz Castevetler… Ruth Gordon (ki oyunuyla Oscar’a layık görülmüştü) ve Sidney Blackmer yer aldıkları her sahnede göz kamaştırıcı. Başrollerin üst düzey katkısı, “Rosemary’nin Bebeği”ni başyapıt seviyesine çıkaran etkenlerden biri. Romanın 2014 yapımı televizyon uyarlamasını izlediğinizde, bu filmin oyuncularının eşsiz katkısı ayan beyan ortaya dökülüyor zaten.

--

--