Sabra ve Şatila Katliamı (1982)

thecatay
8 min readSep 15, 2018

Bugün(16 Eylül 2018) Sabra ve Şatila katliamının 36. yıldönümü. Bu katliamın tarihsel arka planını anlatmak için 1982'den çok çok daha öncelere gitmek gerekiyor.

İsrailli çetelerin 1948 ile 1952 arasında yaptığı sistematik köy baskınlarının en meşhur olanlarından biri Deir Yassin katliamıdır. İsrail devletinin kuruluşunun ilan edilmesinden yaklaşık 1 ay önce Kudüs’e 4 km. mesafedeki Deir Yassin köyünde yapılan baskının başrolünde Yahudi çetesi İrgun bulunuyordu. İrgun 9 Nisan 1948 akşamı Deir Yassin köyüne girmiş, kadın çocuk kim varsa toplam 257 kişiyi katletmişti. Çocukların gözleri oyulmuş kadınların karınları deşilmişti. Bazı köylüleri de önce arabalara bindirip Yahudi yerleşimlerinde sirk hayvanı gibi gezdirmiş ardından kulaklarını burunlarını keserek öldürmüşlerdi. Tarihte eşine az rastlanan Deir Yassin katliamı ve sonrasında devam eden diğer benzer baskınlar sebebiyle yaklaşık 700 bin Filistinli can havliyle köylerinden kaçmış İsrail devletinin de kurulmasının ardından çevre ülkelere mülteci olarak yerleşmek zorunda bırakılmışlardı. Deir Yassin katliamını ve daha bir çok köy baskınını yapan İrgun çetesinin komutanı Menahem Begin‘di ve bu isim 1982 senesine gelindiğinde İsrail’in başbakanıydı.

Katliam öncesi

Topraklarından ayrılmak zorunda kalan insanların yaşadığı mülteci kamplarından Beyrut’un batısında yer alan Sabra ve Şatila kamplarının kuruluş tarihi 1948’dir. İsrail devletinin de kurulmasından sonra artan baskınlar sebebiyle evlerinden birkaç gün içinde geri dönmek umuduyla ayrılan Filistinliler hâlâ evlerine geri dönemedi. Şatila kampında evlerine bir gün geri dönmek niyetiyle yanlarında getirdikleri anahtarların sergilendiği küçük bir müze vardır. Anahtarları duruyor ama o evler artık yok. İsrailli yerleşimciler yaşıyor.

1948’te İsrail’in kurulmasıyla başlayan süreçte dünya Filistinli mülteciler gerçeği ile yüzleşti. Uluslararası kararlara göre o insanların şu an evlerine geri dönme hakları var ama İsrail buna izin vermiyor. Çünkü o evlerde artık İsrail vatandaşları oturuyor. 1982’de Sabra ve Şatila’da yaşayan Filistinli mülteci sayısı 120 bindi. Ve Lübnan’da bir iç savaş yaşanmaktaydı. Filistinlilerin mücadelesine liderlik eden örgüt şimdilerde olduğu gibi HAMAS değil daha seküler Yasser Arafat ve lideri olduğu Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) genel karargâhı da Beyrut’taydı.

Lübnan’daki iç savaşta Suriye kanadı, İsrail kanadı, Hristiyan falanjist kanat, Şii kanadı, Sünni kanadı ve FKÖ birbiriyle savaşıyordu. İsrail başbakanı 34 sene önce Deir Yassin katliamını gerçekleştiren Menahem Begin, savunma bakanı ise belki de tarihin gördüğü en korkunç adamlardan biri olan Ariel Şaron’du. Şaron 6 Haziran 1982'de Lübnan’ı işgal etti. İsteği Yasser Arafat’ın başında olduğu FKÖ’nün Lübnan’ı terk etmesi ve Lübnan hükümetinin başına Hristiyan bir yönetimin geçmesiydi. Dış baskılar da sonuç verince Arafat bu zorlamayı kabul etmek zorunda kaldı. Ülkeden ayrılacak ve Tunus’a gideceklerdi. Ama çok önemli bir çekincesi vardı. Onlar gidince iç savaş sırasında FKÖ tarafından korunan Filistin halkı ne olacaktı? Mülteci kamplarının güvenliği ne olacaktı?

Ronald Reagan, Ariel Şaron ve bir sürü ülke lideri Arafat’a garanti verdiler. ABD, Fransa ve İtalya asker gönderip daha önce FKÖ’nun koruduğu Filistin halkını koruyacaktı. Mülteci kamplarına kesinlikle dokunulmayacaktı. Arafat inanmak zorundaydı. Verilen sözlere inandı. Başka da çaresi yoktu zaten. Ülkeyi terk etmeye başladılar.

23 Ağustos 1982'de İsrail ordusu tarafından korunan(!) Lübnan meclisi içerisinde yapılan seçimde Beşir Cemayel cumhurbaşkanı seçildi.

Peki Beşir Cemayel kimdir?
13 Nisan 1975'te Filistinli mültecilerle dolu bir otobüse saldırarak 27 kişiyi öldürüp iç savaşı başlatan Hristiyan Falanjist örgütünün lideriydi. Şimdi cumhurbaşkanı olacaktı.
Cemayel’in başkan seçilmesinden sonraki 2 haftalık süreç içerisinde Yasser Arafat ve FKÖ bütün unsurlarıyla birlikte anlaşmada yer aldığı gibi ülkeyi terkedip Tunus’a gittiler.
10 Eylül’de ise savunmasız kalan Filistin halkını korumak için gelen uluslararası güç birden bire ülkeyi terketti. 3 hafta daha kalmaları öngörülüyordu ama birden bire gittiler. Artık Filistinlileri koruyacak kimse kalmamıştı.

Sonra çok kötü bir şey oldu. 14 Eylül 1982'de Falanjistlerin lideri Beşir Cemayel suikastle öldürüldü. Bu suikasti kimin yaptığı hala tartışmalıdır (2017 senesinde Lübnan mahkemesi iki faili gıyabında yargılayıp ölüme mahkum etmiştir)

Suikastın ardından Şaron birdenbire Batı Beyrut’taki mülteci kamplarında teröristler bulunduğundan bahsetmeye başladı. “Sabra ve Şatila’da 2 bin terörist var ve bunların temizlenmesi gerekiyor.”

Kampları kuşattı. Falanjist örgütle defalarca görüştü. Daha önce havadan fotoğraflarını çektiği kampların giriş ve çıkışlarını tuttu. Plan şuydu; İsrail ordusu kampa girmeyecek. Dışarda çıkışları tutacak. İçeriye faşist Falanjist örgüt girecekti. Teröristleri(!) onlar arayacaktı. Hem de iki gün önce liderleri suikastle öldürülmüş bir örgüt. İç savaşta düşmanı olan sivil halkın yaşadığı kampa girecek, terörist arayacaktı. Bunun sadece bir arama olacağına inanmak için ya gerizekalı ya da katil ruhlu olmak gerekir. Şaron kesinlikle gerizekalı değildi.

Katliam

16 Eylül 1982 günü akşam saatlerinde İsrail ordusu 150 kadar Falanjistin ağır silahlar ile mahalleye girmesine izin verdi. Aynı anda İsrail ordusu işaret fişekleri atarak kamplarda gündüz aydınlığı sağladı. Bütün Beyrut sapsarı bir şekilde aydınlanmıştı. (Bu aydınlatma operasyon boyunca sürmüştür)

Yaklaşık 48 saat sonra 18 Eylül 1982’de Falanjistler kampı terk ettiklerinde insanlık tarihinin gördüğü en büyük katliamlardan biri sokaklarda yatıyordu. Gözleri oyulmuş gençler, karnı deşilmiş bebeği çıkarılmış hamile kadınlar, uzuvları kesilmiş erkekler. Cesetlerin altına pimi çekilmiş el bombaları gizlenmişti ki onları kurtarmak isteyen aile üyeleri gelirse onlar da ölsün. İçeride terörist falan yoktu ama her yer ceset doluydu. İş çığrından çıkmıştı.

“Ellerini farketmemiştim. Elleri açık duruyordu ve sanırım bir bahçe makasıyla on parmağı da kesilmişti. Büyük olasılıkla makası bulduğuna çok sevinen Falanjist askerler kadının parmaklarını şımarık çocuklar gibi gülüp bağıra çağıra şarkı söyleyerek kesmiş ve sonra onu öldürmüşlerdi.”
Jean Genet(Katliamdan hemen sonra kampa girebilen ünlü yazarın “Şatila’da dört saat” isimli kitabından)

48 saat sürecinde Falajistlerden kaçmayı başarmış Filistinliler kamp çıkışlarındaki İsrail askerlerine içerdeki durumu anlattıklarında İsrail askerleri aldıkları kesin talimat uyarınca kaçan kişileri dışarıya salmadı. Kampın içine geri gönderdi. Hepsi öldü. Filistinli yaşlılarından oluşan bir heyet teslim olduklarını söylemek için ellerinde beyaz bayraklarla kampın dışına doğru gitmişlerdi. Cesetleri sonra sokakta bulundu.

Daha sonra yayınlanan raporlarda kanıtlandığı üzere bazı Falanjist çeteciler, katliam sırasında İsrailli komutanları aramış “Elimde 20–30 kadın çocuk var ne yapayım” diye sormuş ve İsrailli komutanlardan “Ne yapman gerektiğini biliyorsun” yanıtını almışlardı.

Katliamın son saatlerinde İsrail ordusu Falanjistlere kamyon ve kepçeler vermiş ve bu araçlar sayesinde bazı toplu mezarlar kazılabilmiş, evler ve altyapı yıkılabilmiştir. Kamp yaşanmaz hale getirilmiştir.

“Kampa girdiğimizde yerdeki kan hâlâ ıslaktı. Ceset sayısı 100’e kadar geldikten sonra saymayı bıraktık. Tüm sokaklarda kadınlar, delikanlılar, bebekler ve dedeler ya da nineler yatıyorlardı. Ya bıçaklarla boğazları kesilerek ya da makineli tüfeklerle taranarak öldürülmüşlerdi”
Robert Fisk(Dünyaca ünlü Ortadoğu muhabiri de kampa ilk girenlerden biriydi)

İki günlük katliamda İsrail, Filistinli sivilleri falanjist milislere öldürtmüş, yeterince korku salıp amacına ulaşmıştı. Tıpkı Deir Yassin’deki gibi. İsrail kaynaklarına göre Sabra ve Şatila’da 300 kişi ölmüştü. Bu kimliği tespit edilen ölü sayısıydı. Lübnan kaynaklarına göre ölü sayısı 900’dü. Bu da bulunan ceset sayısıydı. Cesetler teşhis dahi edilemiyordu. Filistin kaynaklarına göre ise ölü sayısı 3.000'den fazlaydı, çünkü kamyonlara doldurulan ölüler topluca başka yerlere götürülüp bir daha bulunamayacak mezarlara gömülmüştü. Kesin ölü sayısı hâlâ bilinmiyor.

Dünya, Sabra ve Şatila kamplarında yaşanan bu katliamı Falanjistlerin kampları terk etmesinden hemen sonra oraya girebilen gazeteciler sayesinde duyabildi. İsrail açısından bu operasyonun tek başarısız yönü gazetecilerin hemen ertesi gün kampa girip görüntüleri almış olmasıdır. Oysa yıllar sonra 2002'de Şaron bu sefer Batı Şeria’daki Cenin kampını kuşatıp yine içerideki teröristleri ararken, yüzlerce insan öldüğünde ne olup bittiğini hiç öğrenemedik. Çünkü İsrail bu sefer dersini almış ve olaylardan sonra Cenin kampına hiçbir basın kuruluşunu hatta yardım kuruluşlarını bile almamıştı. Cenin kampında 1500 kişi öldü. Ne olduğunu hiç kimse bilmiyor.

“Kahrolası Şaron!!! Deir Yassin katliamının devamı gibi…”
Loren Jenkins (Katliamdan hemen sonra kampa giren Washington Post muhabirinin ilk sözleri)

Katliam sonrası

Sabra ve Şatila’da yaşanan katliamın ardından dünya ayağa kalktı. İsrail halkı da ayaklandı. Katliamı lanetlediler. Sokaklarda gösteriler yapıp kendi hükümetlerini ve özellikle Ariel Şaron’u suçladılar.

İsrail devleti ilk başta olaylardan haberdar olduğunu dahi reddetti. Sonra görüntüler ve tanıklıklar ortaya çıkınca bilgisi olduğunu kabul etmek zorunda kaldı ama bu sefer de sorumluluğunu reddederek “Falanjistler İsrail’in onayı olmadan içeride katliam yaptı” dediler. Amerikan gazetelerine reklamlar verildi. Bu iddiaların yahudiliğe bir saldırı olduğu, her zamanki gibi bunu söyleyenlerin anti-semitist (yahudi düşmanı) olduklarını söylediler. Ariel Şaron’a aradıkları 2000 teröristin nerede oldukları sorulduğunda kaçtıklarını söyledi. Oysa kamptan kaçabilen kimse yoktu. Kimse Şaron’a 2000 teröristi kamplardan çıkarmak için 150 Falanjist mi yolladınız diye sormadı. 2000 teröristi etkisiz hale getirmek için sadece 150 milis? Amaç terörist yakalamak mıydı yoksa 1948 den beri yapılan Filistinlileri mahvederek onlara korku salarak evlerini terk etmeye zorlama stratejisinin(Plan Dalet) bir parçası mıydı?

Baskılara dayanamayan İsrail, Kahan komisyonu adında bir komisyon kurdu. Bu komisyon sonucunda Ariel Şaron’u katliamdan dolayı sorumlu tuttu. Sokaktaki İsraillilerin de gösterileri ve baskısıyla Şaron savunma bakanlığından istifa etti ama meclisteki görevi yine de sürdürdü. Ve tıpkı Deir Yassin’ın katliamını yapan örgütün komutanı Menahem Begin’in Başbakan seçilmesi gibi Sabra ve Şatila katliamının planlayıcısı olan Ariel Şaron da 2001’de İsrail Başbakanı seçildi.

2003’de Belçika, Şabra ve Şatila katliamının faillerini yargılamaya başladı. Ariel Şaron ve katliamı yapan Falanjistlere o gün liderlik eden Elie Hobeika yargılanıyordu. Hobeika, mahkemede Şaron aleyhine tanıklık yapmayı kabul etmişti. Sonra çok sürpriz bir şey oldu. Hobeika aracına konan bir bomba ile öldürüldü. Kimin öldürdüğü ise hâlâ bilinmiyor. Hobeika’nın ölümünün ardından ilerleyen süreçte ABD Belçika’ya baskı yaptı ve dava düşürüldü. Sabra ve Şatila’da olanları dünya bugüne kadar yargılayamadı. Sorumlular bakan oldu, başbakan oldu, hükümette görevlere geldi. Bazıları hala serbest şekilde dolaşıyorlar.

Kampların günümüzdeki hali

Geçen sene yani 2018’in Şubat ayında Sabra ve Şatila kamplarına gittiğimde insanı kökünden sarsan bir tablo ile karşılaştım. Toplu mezarların üzerinde artık pazarlar var. İnsanlar bu tarihsel yükle orada yaşamaya devam ediyor. Elektrik, su gibi temel hizmetlere tam olarak ulaşamıyorlar. 1948'den sonra ülkelerinden ayrılmak zorunda kalan insanların torunları bunlar. Evlerini hiç görmediler. Gidemiyorlar. İzin verilmiyor. Dedelerinin anlattıklarıyla büyüyorlar. Nefretle büyüyorlar. Sefil bir yaşantıya mahkum edilmiş durumdalar. Kampa girdiğinizde yabancılara tabi ki garip bakıyorlar. Bu çok anlaşılabilir bir şey. Ajanların cirit attığı sürgündeki bir halkın başka bir ülkede yer alan bir mahallesi burası. Katliamın izlerini taşıyan binalar belki yıkıldı ama izleri duruyor. Çocuklar koşturuyor. Hayat devam ediyor.

O kampları mezbahaya çevirenler, katliamın sorumluları hiçbir zaman yargılanmadı. Kimse hesap vermedi. Sonuç olarak Noam Chomsky’nin dediği gibi “Çatılara çıkıp avaz avaz bağırmaktan başka insanın elinden bir şey gelmiyor.

Okuduğunuz için teşekkür ederim…

(Eski tarihli görselleri bulabildiğim en az rahatsız edici olanların içinden seçtim. Katliamın vahşiliğini görmek isteyenler google’da kısa bir aramayla görsellere ulaşabilir. Ayrıca Sabra ve Şatila’da yaşananlarla ilgili “Waltz with Bashir (Beşir’le vals)” isimli harika bir animasyon film var. Ona da bakabilirsiniz)

Sabra ve Şatila kamplarının günümüzdeki hali. Ufacık bir alanda yaşayan yüzbinlerce insan, gün aşırı birilerini öldüren elektrik kabloları, su sorunu ve çöpten yiyecek toplamaya çalışan Filistinliler.

NOT: Filistin meselesi ülkemizde İslamcıların anlattığı gibi bir olay değil. Seküler kesim de yanlış algılıyor. Yaklaşık 2 senedir bu konuyu etraflıca, her kesimden yorumları okuyarak, dinleyerek ve bazen yukarıda anlattığım gibi yerinde görerek araştırma imkanım oldu. Önümüzdeki ay da Kudüs’e giderek asıl merkezinde gözlemleyeceğim ama görmeden önce kesin olarak şunu söyleyebilirim ki bütün bilinenler ezber cümleler ve doğru sanılan yanlışlardan ibaret. Araplar topraklarını Yahudilere satmış gibi saçma sapan şeylere inanılıyor mesela. Olaya Osmanlıya ihanet ettiler şeklinde yaklaşanlar var. Bu ülkede Yahudi nefreti kusan islamcılara koz vermeden İsrail’in 70 senedir yaptığı bu zulmü anlatmak çok zor. Temelde bir toprak ve işgal meselesi olan Filistin meselesinin dini çatışmasına bayılan bundan beslenen aslında Filistinlilerin toprağına dönmesinden çok Yahudileri yokettiği bir islam zaferi olarak görmek isteyenler yüzünden belki de bir kısım seküler insan da Arap nefretleriyle birleştirerek Filistinlilerin mücadelesine sırt çeviriyor. Bu sırt çevirmeyi makulleştirmek için söyledikleri sebepler de insanı sinirlendiren cinsten. Belki de belli başlı bazı kavramları(Vadedilmiş topraklar, Siyonizm, Arafat, Hamas, Solun tasfiye edilmesi için İsrail’in Hamas’a verdiği destek, Arap-İsrail savaşları) anlatmaya sıfırdan başlamak gerekli. Belki o zaman bu insanların çektiklerini daha iyi anlayabiliriz.

--

--