Uyandım. Kendime gelmeye çalışıyorum. Konkur var. Konkur varsa, benim de iyi olduğunu düşündüğüm bazı fikirlerim var. Fikirleri toparlamak lazım. Fikirleri sunumlaştırmak lazım. Bu konkuru kazanmak lazım. Birkaç aydır bu ajansta çalışıyorum. Ajansta bazı sıkıntılar var. Yine de Volkswagen Ticari’ye çalışıyor olmak heyecan verici. Şimdi de bir sigorta şirketinin konkuruna girmişiz. Ajansa gidiyorum. Akşamüstü ajans içi yapacağımız toplantıya kadar fikirleri toparlamaya oturuyorum. Fikri bulmaya harcadığınız vaktin çok daha fazlasını fikri geliştirmek için harcamalısınız. Biliyorum. Bazen ilk bakışta normal bir taş olarak görünen fikirler, işlendiğinde kusursuz birer elmasa dönüşebilir. Görüyorum.
Akşamüstü masanın etrafında toplanıyoruz. Bu ajans içi bir toplantı, yani biz bize olmamız gerek. Ama bizden olmayan birisi, sanki yıllardır bizden biriymiş rahatlığıyla oturuyor masada. Tanıştırılmıyoruz. Tanıştırılmadığım bu al yanaklı sevimli insan, benim üzerinde çalıştığım bütün fikirlere ahkam kesmeye başlıyor. Artık kendisini sevimli bulmuyorum. Konuştukça konuşuyor. Konuşmayı çok seviyor. Özetle o fikirlerin konkur sunumuna konmaması gerektiğini söylüyor, masadaki farklı bir fikirden ilerlenmesi gerektiğini iddia ediyor. Bir an geliyor dayanamıyorum. “Pardon da sen kimsin?” diyorum, “Ne ayaksın lan sen?” vurgusuyla ve en Adanalı halimle soruyorum bunu. İleride kardeşim kadar seveceğim, BLAB’ın üç kurucu ortağından biri olacak olan bu sevimsiz insanın Viktor Kuzu olduğunu öğreniyoruz. Kendisi, bu konkurun stratejisini kurmak için masadaymış. Freelance bir stratejik planlamacı. İçimden koca bir “Hass.ktir lan!” çekiyorum, dışarıdan küçük bir “Haa…” olarak duyuluyor.
-IV-
Redbull konkurundan sonra Tayfa&Wdo’da bir müddet sular duruluyor. Aramıza yeni isimler katılıyor. Sonradan çok iyi arkadaş olacağım Aslıgül Akın bu isimlerden bir tanesi. Kendisi bugüne kadar tanıdığım en yetenekli art direktörlerden. Bunlar güzel gelişmeler. Ama edilmemiş o teşekkür benim içimden bir şeyler koparttı. Bunun artık telafisi yok. Hemen her tartışmada, sen de bana 2 yıl önce şöyle demiştin. Ben aşırı kırılmıştım o dediğine ama o an sesimi çıkartmadım. Senin anlamanı bekledim. Ama görüyorum ki sen hiç anlamamışsın. HİÇ ANLAMAMIŞSIN! YAZIK! diye mütemadiyen eski defterleri açan bir sevgili gibi bakıyorum bütün olaylara. İçimde bir boşluk var ve ben içimdeki boşluğu doldurmanın farklı yollarını aramaya başlıyorum.
İlk iş ekibimi topluyorum. Ekip olarak hala iki kişiyiz. Ben ve Hale. Güzel bir konuşma yapıyorum. Biz yeninin peşindeyiz diyorum. Yeninin peşinde olmak başka bir şeye benzemez. Tayfa&Wdo kendi doğruları olan, kendi doğrularında, kendi doğrularınca yürüyen bir ajans. Böyle bir yeri değiştirmemiz mümkün değil, biz yepyeni bir yer; ajans içinde ajans kurmalıyız! diyorum.
Ekibim biraz kalabalık olsa alkış alacak bir konuşmaydı. Ama benden başka sadece Hale var. O da Alman tandanslı olduğundan, hayatında coşkulu hareketlere yer yok. Konuşmam bittiğinde bana hak vermekle yetiniyor.
Ajans içinde ajans açma durumunu Öner’e söyledim. Olumlu baktı. Güngör Abi’nin de herhangi bir itirazı yok. Gözüme ajansın yaratıcı katında minik toplantılar, goygoy ya da gıybet için kullanılmakta olan küçük odayı kestirmişim. Fiziksel olarak da ayrılmamız gerektiği konusunda ısrarcı oluyor ve küçük odayı kapıyorum. İnandığım şeyler konusunda ısrarcı olabilen bir insanım.
Fikirlerime inanıyorum. Israr ediyorum. Konkur sunumuna Viktor Kuzu’nun doğru bulduğu fikrin yanına üzerinde çalıştığım fikirleri de ekletiyorum. Böyle durumlarda işi istifaya götürecek kadar ısrarcı olabilirim. Sevmediğim, doğru bulmadığım, inanmadığım bir işi bana yaptıramazsınız. Konkur bu; kazanılır, kaybedilir ama mutlaka bir tercih yapılır. Kazanacağınızı bilseniz, en büyük garantiyi alsanız, heyecan duymadığınız, yapmak için delirmediğiniz, inanmadığınız bir işi yapmayı tercih eder misiniz?
Etmemelisiniz.
Sunuma ben gitmedim. Sonradan öğrendiğim kadarıyla sunduğumuz fikirler arasında en çok benim ısrarla savunduğum fikir heyecan yaratmış. Konkur sonucu henüz belli değil. Kazansak da kaybetsek de ben doğru bildiğimi yaptığım için kendimi kazanmış hissediyorum. Bu hislerle ajans merdivenlerinden inerken Viktor’la karşılaşıyoruz. Viktor güleç bir insan. Gülüyor. “Senin fikri sevmişler ha? Tebrik ederim.” diyor. Ben güleç bir insan değilim. Gülmüyorum. Kendisine teşekkür etmekle yetiniyorum. O yukarı çıkıyor. Ben aşağı inerken kalan hayatımda bir daha Viktor’la karşılaşacağımı düşünmüyorum.
Tarih 27 Eylül 2010. Hale’yle birlikte, ajans içinde ajans mı olur diyenlere tokat gibi cevap sloganıyla Takatuka’yı kuruyoruz. Takatuka ismini ben buldum. Daha doğrusu ismi, dünyanın en saçma tekerlemeleri arasında rahatlıkla ilk üçe girebilecek, al şu takatukaları takatukacıya takatukalatmaya götür. Takatukacı takatukaları takatukalamazsa, al o takatukaları takatukacıdan takatukalatmadan getir tekerlemesinden aldım. Takatukacının kim, takatukanın ne olduğuna dair net bir bilgi yok. Takatuka, gürültü patırtı gibi anlamlara geliyor olabilir. Gelmiyor da olabilir. Takatuka bir muamma, bir bilinmez. Bir bilinmez olması aslında ajans içindeki ajansımızın felsefesi. Biz de ekip olarak Tayfa&Wdo’nun içinde takatukacı gibiyiz. Ne yaptığımızı, nasıl yaptığımızı kimse tam olarak bilmiyor.
Aramıza zaman zaman bazı stajyer insanlar katılıyor. Geliyor ve gidiyorlar. Stajyerler öyledir. Gelirler ve giderler. Bazıları kalabilir. Kaldıklarında onlara stajyer demeyiz. Zaten dememeliyiz. Aşırı ihtiyacımız olması rağmen herhangi bir art direktörümüz yok. Tasarıma ihtiyaç duyduğumuz noktalarda, darlama metodunu kullanıyorum. En çok Aslıgül’ü darlıyorum. Aslıgül Jeanslab’e bir tasarım lazım yapar mıyız Aslıgül? Aslıgül Takatuka’ya bir logo yapar mıyız Aslıgül? Aslıgül o dönem uzun bir Güney Amerika seyahatinden yeni döndüğü için keyifli. Genelde beni kırmıyor, yapıyor. Kah Jeanslab’e nefis bir tasarım patlatıyor, kah Takatuka’ya şahane bir logo tasarlıyor.
Takatuka’nın artık bir logosu var. Logonun hemen altına Aslıgül sapsarı bir patlangaç yerleştirmiş, içine de Yeni yazmış. Yeninin peşinde oluşumuz daha güzel anlatılamazdı. Bayılıyorum. Logoyu alıp, yetenekli stajyerimiz Barış Arı ile birlikte kartvizitler, antetli kağıtlar ve şirketi şirket, ajansı ajans yapan birtakım tasarımlar yapıyoruz. Takatuka kurumsal bir hüviyete kavuşuyor. Barış’a kalmasını teklif ediyorum. Onun başka hayalleri var, gidiyor ama giderken yerine okuldan arkadaşı Cem Mirkelam’ı stajyer olarak yerleştiriyor.
Aynı mahallede çok uzun süre yaşarsanız bazı olaylara şahit olursunuz. Sürekli top oynayıp, çokomik yediğiniz arkadaşlarınızla birlikte ergenliğe girersiniz mesela. Vücudunuz alışık olmadığınız bazı hormonlar salgılar. Bu hormonlar beyninizi ve ses tellerinizi ele geçirir. Daha dün, kısa pantolonlarınızla top oynadığınız açık alanlarda uzun saatler boyu dikilip, hömönö köyöm mömönö köyöm diye birtakım anlamsız sesler çıkarırsınız. Daha dün, aşağı inmesine sevinip, ona doğru top abandığınız arkadaşınızla bir anda tokalaşmaya ve belki de kafa tokuşturmaya başlarsınız. O güne kadar size gülen gözlerle bakan mahallelinin, bilhassa mahalle esnafının sempatisini kaybedersiniz. Aldığınız çokomikleri büyük bir neşeyle deftere kaydeden bakkalınız sizden tiksinir, veresiyeyi keser. Bakkalınızla birlikte aileniz de ciddi sıkıntılar yaşar. İnsanın evini; her şeyi bildiğini sanan, her şeye itiraz eden, sürekli sinirli, hömönö hömönö ne konuştuğu belli olmayan kişi ya da kişilerle paylaşması kolay değil. Yatılı okulların pahalı olması da bu yüzden. Ancak ödenen bedel, getirisi hesaplandığında küçük bir bedel. İş hayatında biz buna ROI (Return On Investment) diyoruz.
Stajyerlerimizle birlikte artık 4 kişilik bir ekibiz. Ben, Hale, stajyer art direktörümüz Cem ve stajyer yazarımız İpek Tugan. Kartvizitlerimiz ceplerimizde. Artık Takatuka resmen kurulmuş durumda. Yeni, değişik bir şeyler yapacağımıza inanıyoruz. Her sabah küçücük odamıza oturuyor ve dünyayı değiştirecek fikirler aramaya koyuluyoruz. Mutluyuz.
Mutlu bir ekip iyi işler üretir. Biz de üretiyoruz. Kimi zaman Tayfa&Wdo’nun mevcut müşterileri, kimi zaman da farklı markalar için proaktif fikirler buluyoruz. Fikirlerimizi sunumlaştırıyoruz. Gidip sunuyoruz. Pizzacıya sunuyoruz, e-ticaretçiye sunuyoruz, iddiacıya sunuyoruz, kremciye sunuyoruz, biracıya sunuyoruz, bazı televizyon kanallarına sunuyoruz. Sunumlarımız başarılı geçiyor. Fikirlerimiz seviliyor, bütçeler isteniyor ancak bir türlü kendimizi kurtaracak kadar büyük iş satmayı beceremiyoruz. Yine de motivasyonumuzu hiç kaybetmeden, moralimizi hiç bozmadan, vasatlaşmaya kat’a izin vermeden çalışmaya devam ediyoruz. Fikirler bulmaya ve onları sunmaya devam ediyoruz. Olacak. Bizi anlayan, potansiyelimizi gören birisi, bir marka çıkacak. Şeytanın bacağını kıracağız. İnanıyoruz.
Biz hızla fikirler bulup, çokça sunumlar yaparken ve bir türlü iş satamazken kulislerde Tayfa&Wdo’ya yeni bir ortak geleceği konuşuluyor. Yönetimden kesin bir açıklama yapılmasa da, biz bir şekilde gelecek ortağın Yiğit Şardan olduğunu öğreniyoruz. Hatta ben, Öner, Güngör Abi ve Mehmet Duru’ya ayrı ayrı; bir ortak gelecekmiş? DıŞARDAN gelecekmiş? Ehehe dıŞARDAN!? gibi kelime oyunlu şakalar yapıyorum. Şaka fena değil. Gülüyorlar ama bazı şeylerin bu kadar çabuk duyuluyor olmasına şaşırdıkları da suratlarından belli.
Şaka güzel de Yiğit Şardan, Güzel Sanatlar Saatchi & Saatchi’nin büyük ortağı. Yiğit Şardan başka bir sürü şirketin daha büyük ortağı. Yiğit Şardan başarılı bir işadamı. Yiğit Şardan, her başarılı işadamı gibi ROI bilen birisi. Masaya oturdu mu hemen ROI diyebilecek birisi . İçinde ROI geçen onlarca cümle kurabilecek birisi. Yiğit Şardan bir silah olsa, ROI! ROI! diye ateş eder. Yiğit Şardan öyle birisi.
Biz iş satamıyoruz. ROI bize uzak. ROI bize yabancı.
ROI, Afrika’da sadece çok az sayıda ve çok yaşlı kimi çıplak kabile insanlarının bildiği, bizim ise hiç duymadığımız bir dil.
ROI, kapısını kaslı ve sinirli bir badigardın koruduğu, damsız almayan mekandaki aşırı güzel kız. İçeride ıpçıs ıpçıs diye büyük eğlence dönüyor, duyuyoruz ancak bizi içeri alması konusunda badigardı bir türlü ikna edemiyoruz.
İşte ROI, belki de bu müthiş Takatuka yolculuğunun hazin sonu.