Yazmak ve Bulaşık Yıkamak

Cem Sultan N.
4 min readDec 26, 2021

--

Ne zaman yazmak için masaya otursam, bulaşıkları yıkamak dünyanın en önemli işiymiş gibi geliyor gözüme.

Merhaba medium, işte buradayım. Masama oturdum, bir kaç word belgesini, defterimin bir kaç sayfasını karıştırdım. Yazmaya değer bir çok şey arasından hiçbir şey bulamadım. Yatağa uzandıktan bir saat sonra hiç değilse bir merhaba demeyi başardım.

Bir tek ben mi böyleyim yoksa herkes için mi geçerli bir şey bu. Aklımda saatlerce güzel planlar çiziyorum. Kafamın içinde tiratlar cirit atıyor. İçimdeki adamın kelimeleri hayli bir çekici geliyor ama ne zaman yazma eylemini gerçekleştirmek istesem bir iş çıkıyor.

Ciddiyim. bulaşık yıkamak, evi süpürmek, banyoyu bir çamaşır suyundan geçirmek, uzanmak hatta sosyal medya da ekran kaydırmak. Bunlar önemli işler sonuçta. Bütün dünyayı etkileyecek bir metin, çağlar sonrasına gönderilecek bir mektup kaleme alacağım. Haliyle bütün işler bitmeli değil mi. Yoksa yazarken aklıma gelir çöreklenir. Aklıma gelmişken kahve yapmayı unutmuşum. Birazdan burada olurum.

Az şekerli sütlü filtre kahvemde hazır. Nerede kalmıştık. Bir şeye başlamak. Bunun sebeplerini düşündüğümde aklıma ilk gelen şey hazır olmadığımı düşünmek, ikincisi ise yazdığım şeylerin yeterince iyi olmaması ve düzenleme yapmayı canım hiç istemiyor.

Bazen akademik metinler üzerine çalışıyorum. Bunu keyif alarak yapıyorum, ancak benimde bir şey karalama vaktim geldiğinde biraz çekiniyorum. Aklıma gelen ilk şey ise yeterince bilgiye sahip olmamak. Sayfalarca makale, bir kaç tuğla kitap ve gazete kupürlerinden sonra masaya oturduğumda bu sefer nereden başlayacağıma karar vermek epey zor oluyor. Üzerine üstlük okuduğum şeyleri de bir bir unutmaya başlıyorum. Bir de şu ilk ve etkili cümle takıntısı. Sorsanız şu ana kadar okuduğum romanların hiç birinin ilk cümlesini hatırlamayan ben tutturmuşum ilk cümle etkili olacak diye.

Üzerine biraz kafa yorduğumda bunun en büyük suçlusu bildiğimiz birisi. Mensubu olduğumuz toplumun ön yargıları. İnsanların düşüncelerini kaale almamak gerçekten güç. Umursamadan yaşamaya çalışan birisi olarak, kafamın içinde bir kafes var. Gelen tüm yargıları, görüşleri, yorumları omuz silkerek oraya tıkıyorum. İşte bu ya, kafeste kapalı olsa da kafamın içinde kuru bir gürültü. Gerçekten böyle mi?

İşte bu soru korkularımızın ilk kaynağı; kullandığım bir kelime, kurduğum bir cümle, noktaladığım bir metin. Ya olmazsa, ya beğenilmezse ya içerdiği bilgi yanlış ise ne olacak. Bir şey olacağı yok aslında. Olması gerekende bu. Sonuçta hiç birimiz dünyaya yazar olarak gelmedik. Pratik yapmaya, düzenlemeye, eleştirilmeye, tekrar tekrar yazmaya ve gelişmeye ihtiyacımız var. Yapısalcı bir eleştiri ile karşılaşmak zor olsa da aşağılayıcı eleştirilerden sıyrılıp, daha gerçekçi eleştiriler tarafından kurşunlanmalıyız.

Ya peki yazdığım metin iyi değilse. Yazdım, düzenledim sonra biraz daha yazdım, şuraları olmadı sanki derken son noktayı koydum ama yeterince iyi değil. Benden yazar olmaz zaten deyip kapattığımız ekranlar, rafa kaldırdığımız defterler ve çöpe attığımız bir yığın kağıt. Hemingway’in yıllar önce okuduğum bir röportajı şu cümleleriyle bitiriyor:

Milli yazar, fantastik yazarı, şu yazarı, bu yazarı diye bir şey yoktur. Ciğeri beş para ediyorsa ve eli kalem tutuyorsa yazar, yazardır.

Hiç kimse iyi bir yazar değil, iyi bir eleştiri toplumu olduğumuz söylenemez. Lakin üretilen bir şey tüketilmez ise neresinde sorun olduğu nasıl tespit edilir. Elmalı telefonların piyasada bu denli iyi ve güçlü olması sonuçta çok fazla paraya sahip olmalarından ya da dahi mühendislerinden, yazılımcılarından kaynaklanmıyor. Ürettikleri ürünler hangi seviyede olursa olsun, ürünlerini tüketime açmaları ve gelen geri bildirimleri dikkate almaları ile bugün dünyanın zirvesinde hüküm sürüyorlar.

Aslında üretim sürecinin herkes için en sıkıcı yanı düzeltmeler. Bir hayal edin, yıllarca uğraş, kafa patlat ve sonunda bir telefon yap. Sonra ergen bir çocuk gelip telefonda açık bulsun. Yıllar sonra kalk o açığı kapatmaya çalış. Ben böyle bir şey hayal etmemiştim bu işe giriştiğimde. Bir de o çocuğa para veriyorlar değil mi. Öyle bir şey yaşasam bulduğum yerde çuvala tıkar, belediyenin kanalizasyon tesisine atardım.

Bazı konularda üşengeçliğim son teslim tarihini altı ay geçirmiş ve evini editör basmış Douglas Adams ile yarışacak hale geliyor. Üşengeçliğe övgülerimi iletiyorum. Zeki olmayan bana pratik olmayı kazandırdığı için. Yazı yazarken nasıl bir rota izlediğim sorarsanız, tam olarak şöyle.

Tez, makale ya da kısa bir pasaj kaleme alacağım zaman önce bir karalama yapıyorum. Şuan hangi konu üzerine yazı yazacağım, neden bunu yazıyorum, bu konu hakkında ne biliyorum, neyi merak ediyorum, ne hissediyorum gibi sorulara cevap olan cümlelerden oluşan bir sayfalık karalama. Doğru veya yanlış olması önemli değil. Önemli olan aklımda bir şeylerin canlanması.

Bu karalama bittiğinde aklımda bir kaç şey yavaş yavaş canlanmaya başlıyor ve nerelere, hangi kitaplara bakacağımı az çok görmeye başlıyorum. Zamanla taslak metni ortaya çıkıyor. Karalama ile taslak arasında farklar ve benzerlikler net bir şekilde görülebiliyor. Neyi doğru biliyor muşum, nerede yanlışım varmış, hatta bilmediğim ne keşfettim.

Taslak sürecinde artık yazacağım çalışmanın yol haritası ortaya çıkıyor. Asıl yazı metnine geçtiğimde hem yazma süreci hem de okuma serüvenine aktif bir şekilde devam ediyorum. Yeni şeyler yazdıkça, yeni eserler okudukça farklı kaynaklarla bağlantı kuruyorum. Böylelikle metnin temelindeki şeyin etrafını güçlü duvarlarla çeviriyorum. Çalışma sonlandığında yaptığım karalama çok geride kalıyor. Taslağım ile orijinal metin arasında pek bir benzerlik yok ama sonunda yeterince iyi bir yazı ortaya çıkıyor.

Hiç hazırlanmadım, başladım, düştüm, kalktım, farklı limanlara uğradım, ters rüzgarlara yakalandım ve bitti.

Sanırım sona geldik. Ne dersek diyelim. Nasıl hayal edersek edelim. Ne söylersek söyleyelim. Ne kadar plan, program yapsak bile dünyanın en zor işi bir şeye başlamaktır.

Herkesin dünyayı değiştirecek fikri vardır, ancak pek azı ilk adımı atmaya cesaret eder.

--

--