Tuğra Yazbahar
7 min readOct 21, 2022

PROJE ÇOCUK (1. Bölüm)

PROJE ÇOCUK kavramını duydunuz mu bilmiyorum…

Genellikle eğitimli ve orta-üst gelirli aileler tarafından bir yarış atıymışçasına, mükemmeliyetçi bir biçimde yetiştirilen ve büyük başarılar beklenen çocuklara “proje çocuk” deniyor.

Açık konuşmak gerekirse; ben de o çocuklardan biriydim sevgili dostlar.

Evet…

Bu yazı dizisinde de çocukluk, ergenlik ve gençlik dönemlerimden bahsetmeyi planlıyorum.

Sonuç olarak, iki yıllık bir aradan sonra, yine uzun bir yazı dizisiyle buradayım sevgili dostlar :)

(Bu yazıyı, aslında “liyakat” üzerine dönen tartışmalara, kendi tecrübelerim üzerinden bir katkı sunma amacıyla yazmayı planlıyordum...

Amma velâkin, bölüm bölüm paylaşacağım ve açık konuşmak gerekirse, kafamda henüz net bir kurgu yok.

Ben yazmaya başlıyorum, yazı nereye gider, bizi nerelere götürür, inanın bilmiyorum.

Bu arada bu aralar keyfim yerinde ve bu yazı dizisinde, kan dökmek gibi bir niyetimin olmadığını da söyleyebilirim.

Ama canım sıkılırsa, kan da dökebilirim.

Söz veremiyorum. LOL.)

Neyse, başlıyorum…

1. Bölüm: Nasıl proje çocuk oldum?

Evet sevgili dostlar…

Tüfek, Mikrop ve Çelik diye bir kitap var, okudunuz mu bilmiyorum.

Okumadıysanız da okumayın.

Üç bölümlük belgeseli var, onu izleyin.

Tüfek, Mikrop ve Çelik’te görebileceğiniz üzere, eğer insanı araştırmak ve tanımak istiyorsanız, önce coğrafyadan başlamalısınız.

Ben de öncelikle nasıl bir ortamda doğup büyüdüğümü anlatmak istiyorum…

Sevgili dostlar, ben, TCDD memurluğu ve aynı zamanda Adana Demirspor’da, Ordu Millî Takımı’nda ve hatta A Millî Takım’da futbolculuk yapmış olan Ali Rıza Yamaç’ın torunuyum(annemin babası).

Dedem zamanında 3–5–2 dizilişinin orta sahada sol kanat ile merkez arasındaki mevkide oynayan, sol ayaklı bir futbolcuymuş.

Hem mevkîsi, hem hırsı, hem sol ayağı, hem de karakteri itibarıyla döneminin Emre Belözoğlu’su denebilecek kişiymiş.

Her maç rakip taraftarlar tarafından en çok küfür yiyen kişi olmayı başaran, kudurtucu tarzda bir futbolcuymuş.

Lakâbı da İT RIZA zaten.

(Allah’tan o dönem kamera yokmuş da, dedemin rakip taraftarlara yönelik, şortunu indirip, penisini göstermek vb. hareketleri günümüze kadar gelmemiş. LOL.)

Neyse…

Bundan yaklaşık 70 yıl önce, Adana’da o dönem şehrin tam göbeğinde olmasına rağmen, dutluktan ibaret olan bir yerde (oralar hep dutlukmuş) dedem ve en yakın arkadaşı, Adana Demirspor kaptanı Kaptan Bedri, beraber arsa satın almışlar.

O arsaya da, birbiriyle bitişik, bahçeli, müstakil birer ev yapmışlar ve komşu olarak yaşamaya başlamışlar.

Dedem ve Kaptan Bedri; evlerini yaptıktan sonra, o mahalleye, Adana’nın köylerinden ve Türkiye’nin diğer bölgelerinden (genellikle Doğu’dan) gelen insanların, derme çatma evler yapmaya başlamasıyla birlikte, orası bir gecekondu mahallesine dönüşmüş.

Ziyapaşa Mahallesi. (Ziyapaşa Caddesi’yle karıştırmayalım, orası Adana’nın en elit yeri.)

Evet.

Ben 7 yaşına kadar bazen dedemlerle, bazen de dedemlere yakın bir muhitte, annem, babam ve kız kardeşimle birlikte bir apartmanda yaşadım.

Annem ve babam çalıştıkları için, genelde dedem ve anneannemin yanındaydım.

Dedemin tam aksine, anneannem dünyanın en kibar insanlarından biriydi.

Gençliğinde sosyete terziliği yapmış (günümüzde ‘stilist’ demek oluyor sanırım), büyük bir konfeksiyon atölyesinin sahibi olmuştu.

Ama tıpkı dedem gibi, o da artık emekliydi.

Bu arada hem dedem, hem de anneannem, Adana’nın önde gelen kumarcılarındandı ve çocukluğum, kumar masalarına oldukça aşina bir biçimde geçti.

Amma sevgili dostlar…

1995 yılında, yani ben 7 yaşındayken, dedemi akciğer kanseri nedeniyle kaybettik.

Anneannemi yalnız bırakamazdık.

Yanımıza almaya çalıştık ama apartmanda yaşama fikrine, kendisini ısındıramadık.

O hâlde biz de ailece artık o evde yaşayacaktık.

Anneannem, annem, babam, kız kardeşim, ben ve bazen de kuzenim; Ziyapaşa Mahallesi’nde, dedemin yaptırdığı o evde beraber yaşamaya başladık.

(Ben ve kuzenim 👆🏽)

(Ben, annem, kuzenim, babam ve kardeşim 👆🏽)

Babam; Çukurova İktisat lisans ve üstüne Marmara’da yüksek lisans diplomasına sahipti.

Bankacılıkta ilerlemiş, Pamukbank’ta Bölge Müdürlüğü’ne kadar yükselmiş ama bankacılığı bırakmıştı.

O dönem Türkiye’nin önde gelen, yabancı menşeili bir meyve suyu şirketinin Adana fabrikasında Genel Müdür olarak çalışıyordu.

Annem ise siyasî çatışmalar nedeniyle Ankara Siyasal’da Maliye bölümünü terk etmiş bir bankacıydı.

Zaten bankada tanışıp evlenmişler.

Neyse…

Sonuç olarak; eğitimli ve beyaz yakalı bir anne-babaya sahiptim ve maddî durumumuz da mahalleye göre fazlaca iyiydi.

Kardeşim ve benim için gelen bakıcı ablamızı, anneme yardıma gelen Yücel Teyze’yi ve hatta bahçemiz için gelen bahçıvan Yahya Amca’yı hatırlıyorum.

Tüm bunlar, yaşadığımız mahalle için fazla lükstü.

Mahallemiz yoksul ve suçla iç içe bir mahalleydi.

Yalnız bize yönelik hiçbir saygısızlıkları, yanlışları olmuyordu.

Hem biz o mahallenin ilk evinin sahibi ve en eskisiydik.

Hem hapse giren komşularımızın aileleri için toplanan bağışlara ciddi yardımda bulunuyorduk.

Hem de babam, mahallenin tüm gençlerini müdürlük yaptığı fabrikada veya başka yerlerde işe sokabilmek için elinden geleni yapıyordu.

Mahallede seviliyor ve mahallemizi de çok seviyorduk.

Kaldı ki; annemin çocukluğu, gençliği de o mahallede geçmişti zaten.

Neyse…

Evimize pek de uzak olmayan Gazipaşa semtinde, Celalettin Sayhan İlkokulu’na gidiyordum.

Nezih bir semtti.

O civardaki aileler de orta-üst seviyeydi.

Hâliyle gittiğim okul bir devlet okulu olmasına rağmen, orta-üst seviye ailelerin çocukları geliyordu.

Derslerim iyiydi.

Hatta sınıf öğretmenimiz, ödev verirken beni tüm sınıftan ayrı tutardı.

Herkese örneğin Ömer Seyfettin okuturken, bana Aziz Nesin’in Şimdiki Çocuklar Harika isimli kitabını ödev vermişti.

Ama en çok, futbolda iyiydim.

Tıpkı Tsubasa gibi futbol topuyla yatan, futbol topuyla kalkan bir çocuktum.

Babam, maç izlerken Rambo Okan’a dönüşen, aşırı fanatik Fenerbahçeliydi ve büyük bir Okocha hayranıydı.

Nereden bulmuştu bilmiyorum ama bana Okocha’nın kırmızı Puma kramponlarından almıştı.

(Liseliler bilmez, çok büyük bir efsaneydi Jay-Jay Okocha 👆🏽)

Neyse…

Okuldan arta kalan vakitlerimde kırmızı kramponlarımla mahallede şov yapıyordum.

Mahalledeki lakabım ise Richie Rich’ti…

(O çizgi filmi hatırlıyorsunuzdur illaki. LOL.)

Ha çok mu zengindik?

Hayır.

Ama o mahalleye göre kıyaslarsanız, evet, ben Richie Rich’tim.

Ben kırmızı kramponlarımla şov yaparken, sahadakilerin çoğu yalınayak veya terlikle oynuyorlardı.

Çivili kramponlarımla kimin ayağına bassam dayak yiyordum.

Gayet de haklılardı, sesimi çıkartmıyordum.

Gerçi yapacak bir şeyim de yoktu.

Ben ufak-tefek, cılız bir çocuktum.

Hatta sınıfta, herkes boy sırasına göre oturtulduğu için, ben genellikle en ön sırada, bir kızla beraber oturuyordum.

Kendi yaşıtlarımı bile dövebilecek biri değilken, benden 3–4 yaş büyükleri dövebilme şansım hiç yoktu.

Bir gün yine yediğim bir dayaktan sonra, “bari kramponlarımı çıkarayım da ben de yalınayak oynayayım” demiştim.

Ayaklarım çok fena su toplamıştı.

Uzun bir süre boyunca top oynamayı bırakın, yere bile basamamıştım.

Ben yalınayak oynayabilecek bir çocuk değildim.

Kramponlarımla oynamama izin veriyorlardı artık.

Yalnız bir kuralımız vardı: Kimin ayağına bassam, bana bir kere vurma hakkı olacaktı.

Bu kural gayet adildi, ben de memnuniyetle kabul etmiştim.

Birinin ayağına bastığımda, şak bir tokat, pat bir yumruk, çat bir tekme yiyordum ve maça devam ediyorduk…

Futbolda çok iyi olmam nedeniyle, mahallede benden 3–4 yaş büyüklerle takılıyordum.

Onların mahalle maçlarına dahil oluyordum.

“Ulan mahallenin zengini sensin, kesin top senin olduğun için seni oynatıyorlardır” diye düşünmüş olabilirsiniz.

Sizin yerinizde olsam ben de böyle düşünürdüm muhtemelen.

Evet, top benimdi ama gerçekten iyi oynuyordum.

Ulan zaten dedem de futbolcuydu aq, neyse…

Devam edelim.

Mahallede benden 3–4 yaş büyüklerle takıldığımı söylemiştim.

Tahmin edersiniz ki; o yaşlarda bu durum sorun çıkartabiliyor…

Onların kamışlarına su yürümüşken, benimkine yürümemişti……… LOL.

Hâliyle onlar sürekli seks, porno vb. muhabbetler yaparken, ben hiçbir şey anlamadan, dinlemekle yetiniyordum.

Soru sorduğumda ise benimle alay ediyorlardı.

Ben de sorularımı, aileme sormaya karar vermiştim.

Bir gün eve gittim ve anneanneme, “Anneanneciğim 31 çekmek, sakso çektirmek, analdan vurmak ne demek?” diye sormuştum.

Kadıncağız üzüntüden bayıldı.

Şaka yapmıyorum.

Yalnız bu durum, babamın fazlasıyla sinirini bozmuştu.

O lafları nereden öğrendiğimi sordu.

Mahalleden öğrendiğimi söyledim.

Benim artık sokağa çıkmam yasaktı……….

Belki siniri geçer diye bekledim bir süre ama ı-ıh, siniri geçmedi.

Ben artık ev hapsindeydim.

Okuldan eve, evden okula.

Aslında evde akülü araba, akülü motor, iki bisiklet, Game Boy, atari ve hatta bilgisayarım vardı.

Bir çocuk için hayal gibi şeylerdi.

Benimse en büyük tutkum, futboldu.

Mahalledeki arkadaşlarımın, bahçemize düşen toplarını onlara geri verirken, içimin nasıl cız ettiğini hâlâ hatırlarım.

Her neyse…

Artık ortaokula başlamıştım.

İlkokuluma yakın bir yerde, yine nezih bir bölgede, Gazi İlköğretim Okulu’na yazılmıştım.

Nezih bir semt olduğu için, yine devlet okulu olmasına rağmen, burada da genellikle orta-üst seviye ailelerin çocukları vardı.

Ortaokula başlamamla birlikte, ev hapsim farklı bir boyut almıştı.

Artık günde 6 saat ders çalışmak, kitap ve ansiklopedi okumak zorundaydım.

4 saat ders çalışmam, 1 saat roman, 1 saat de ansiklopedi okumam gerekiyordu, babam da beni sürekli test ediyordu.

Tahmin edebileceğiniz üzere, derslerim mükemmeldi.

(Soldaki benim 👆🏽)

Tüm sınavlarda derece yapıyordum.

Dershanemde ücretsiz okumamın yanı sıra, birçok dershane ve özel okuldan, bursun yanında, para teklifi alıyordum.

Yani özel okulda okuyacaktım, para vermeyi bırakın, üstüne bir de para alacaktım. LOL.

Yalnız ailem beni özel okula yollamak istemiyordu.

Özel okullarda okuyan çocuklar; marka düşkünü, şımarık ve sorumsuz oluyorlardı.

Benim öyle biri olmamam gerekiyordu.

Babamın en büyük hayali, benim Adana Fen Lisesi’ni kazanmamdı.

Benim en büyük hayalim ise, Adana Fen Lisesi’ni kazanmamaktı.

Çünkü Adana Fen Lisesi, bizim eve yürüyerek 3 dakika uzaklıktaydı.

Çok ciddiyim.

Benim ise bir an önce babamdan uzaklara gitmem gerekiyordu.

Galatasaray Lisesi’ni istiyordum.

Evet, tüm derslerim çok iyiydi ama sözel derslere (özellikle Türkçe) olan meylim, iki milyon ışık yılı öteden belli oluyordu.

Babama göre zeki bir çocuk, mutlaka fen lisesinde okumalıydı.

Liselere Giriş Sınavı’nda tercihlerimi babam yaptı.

Birinci sırada Adana Fen Lisesi,

ikinci sırada Mersin Fen Lisesi,

üçüncü sırada ise Galatasaray Lisesi vardı.

Ardından da İstanbul’daki diğer anadolu liseleri geliyordu…

İstanbul Erkek, Kabataş Erkek…

Başka bir deyişle, Galatasaray Lisesi’ni yazmıştık ama girebilme şansım yoktu.

Çünkü Galatasaray Lisesi’nden önce Mersin Fen Lisesi yazılıydı ve Galatasaray Lisesi’ne girebilmek için Mersin Fen Lisesi’ne yetemeyecek bir puan yapmam gerekiyordu…

Mersin Fen Lisesi’ne yetemeyecek bir puan yaparsam, zaten Galatasaray Lisesi’ne de yetemeyecek bir puan yapmışım demekti.

LOL.

Liselere giriş sınavına girdim, beklentilerin çok altında bir sonuç almıştım.

Gerçi yine de Galatasaray Lisesi ve İstanbul Erkek Lisesi hariç, tüm anadolu liselerine girebiliyordum ama………

Mersin Fen Lisesi’ni kazandım.

(Devam edecek…)