27 Mayısı Okumak-Çoğunluğun Tiranlığı
27 MAYISI OKUMAK — ÇOĞUNLUĞUN TİRANLIĞI!!!
(E) Kur. Alb. V. Murat TULGA
Bu sene 27 Mayıs 1960 İhtilalinin 63’ncü yıl dönümü. Yakındır, tek yanlı ve nefret dolu bildirimlerin, siyasi söylemelerin başlamasına. 27 Mayısa nasıl gelindi? Tam 60 yıl önce ne oldu? Olaylar zamanına ve ruhuna göre okunmazsa her şey söylenebilir. Şimdi 1950’ye doğru bir yol alalım.
1950 yılına doğru gelindiğinde her bakımdan tükenmiş, yorgun ve kısır bir Cumhuriyet Halk Partisi bulunmaktaydı. Halk Partisinde artık, görüş, hareket ve cephe birliği yoktu. Partinin başında son gücünü harcayan, son çabalarını veren bir İnönü vardı. Diğer tarafta ise hiçbiri diğerleriyle aynı görüşte ve davranışta olmayan birtakım insanlar, klikler ve grupçuklar…[1] CHP’nin durumu buydu.
Bunun yanında, halk içerisinde CHP’nin uzun süren iktidar tekeline kızgınlık duyan geniş bir muhalif kesim de bulunmaktaydı.[2]. Bu muhalif grup Demokrat Parti içerisinde yer buldu ve akabinde seçim vaatleri de sistemsiz ve sınırsız olunca, Demokrat Partinin seçim zaferi kaçınılmaz hale geldi. Demokrat Parti’nin 1950 seçimlerinden önce duvarlara yapıştırttığı seçim afişlerinden birisi bir elin beş parmağı ile havaya kaldırılıp üzerinde “Artık Yeter” afişiydi. Bu afiş aslında, Türkiye’de artık itibar görmeyen, yorgun bir CHP iktidarına karşı bir protesto ve isyan bayrağının sembolik haliydi. Halk bu isyana sandıkta da sahip çıktı ve 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerde, Demokrat Parti, biraz da seçim sisteminin azizliği (%54,91 oyla) ile Meclis’te 487 sandalyenin 408’ni alarak tek başına iktidar oldu.
Bu zafer ile devlet ya alındığı yerden daha da ilerilere götürülecekti, ya da bu tarihi miras şahıs kaprisleri, geleceği görüş yetersizlikleri, hınçlar, düşmanlıklar ve milli kuruluş değerlerinden ve davadan genel kopuş ile yok edilecekti. Ne yazık ki Demokrat Parti ikinci hâl tarzına eğilimliydi ve kolay kazanılan zafer sarhoşluğu, iktidarın kısa zamanda başını döndürdü. Demokrasi şöleni, bir partinin tekeline, “Çoğunluğun Tiranlığı”[3]na dönüştü. Oysa Kuruluş felsefesinde; “adli teminat”, “antidemokratik kanunların tasfiyesi”, “grev hakkı”, “Anayasa teminatı”, “Basın Hürriyeti”, Dini Siyasete alet etmemek”, “İktidarla muhalefet arasında normal parlamento münasebetlerinin kurulması…” gibi ilerici fikirleri olan Demokrat Parti, iktidara geldikten sonra bu temel sloganlarını unutarak tam tersi kural ve uygulamalara kucak açtı, Türk Halkını kutuplaştırdı ve demokrasiden uzaklaştırdı. Bu savımızı örneklerle kuvvetlendirelim.
Şimdi 1950 ve 60 arası bir zaman yolculuğu ile bellekleri tazeleyelim…
20 Mayıs 1950, seçim zaferinden tam altı gün sonra Başbakan Menderes’in, Mecliste okuduğu Hükümet Programında Mustafa Kemal Atatürk bir defa olsun anılmıyordu. Değişen sadece siyasi iktidar değil, geçmişin millî hatıralarından da büyük bir kopuş vardı.
13 Haziran 1950, Demokrat Parti grubunda Menderes; “ … Size esefle haber vermek isterim ki Cumhuriyet Halk Partisi, orduyu aleyhimize tahrik etme yoluna sapmıştır… CHP, eğer başarılı bir çalışmaya girmek istiyorsa başlarındaki iktidar hastalarını atmalıdır…” İktidar hastası olarak anılan, İsmet İnönü’dür… Menderes’in bu çıkışları iktidarının sonuna kadar sürdü. CHP ve İnönü fobisi!!! Bu siyasi anlayış, Meclis’te ve dışında liderler ve partiler arası iletişimin kesilmesiyle sonuçlandı.
17 Haziran 1950 tarihinde Türkçe okunan ezan tekrar Arapça okunmaya başlandı.
Halkevleri, 11 Ağustos 1951 tarihli Resmî Gazetede yayınlanan bir kanunla kapandı.
Demokrat Parti, 14 Aralık 1953 tarihli 6195 Sayılı kanunla Atatürk’ün vasiyetini hiçe sayarak CHP’nin tüm mallarına el koyup Hazine’ye devretti.[4]
27 Ocak 1954 tarihinde çıkarılan 6234 sayılı yasa ile Köy Enstitüleri, Öğretmen Okullarıyla birleştirilerek temelli kapatıldı.
06 Eylül 1955, İstanbul’da bir gazetenin şişirme haber haberi üzerine Türkiye’nin büyük şehirlerinde Hıristiyan vatandaşların mülklerine zarar verildi, kanlı olaylar meydana geldi. Olaylar Meclis’te tartışıldı. Resmi açıklama: “Bu karışıklıkları komünistlerin çıkardığı anlaşılmıştır…”!!!
03 Mayıs 1956, “Adli Teminat” sloganı ile iktidar olan DP hükümeti, Adalet Bakanlığının bir tasarruf kararı ile 16 Hâkimi bir gecede emekli etti. Bunlardan üçü Yargıtay üyesiydi. Hâlbuki altı ay önce Menderes, bu tür tasfiyeleri kınamış, bu tür tasfiyelerden vazgeçileceğini açıklamıştı. CHP, zoraki emekli edilenler için Meclis araştırması, Ankara Barosu da bir toplantı düzenlemek istedi ancak hükümet bu toplantıyı yasakladı. 12 Haziran 1956’da 7 Hâkim daha emekli edildi. Bunlar arasında Yargıtay Başkanı, Yargıtay Daire Başkanları ve Cumhuriyet Başsavcısı da bulunuyordu. Karar tamamen siyasi ve keyfiydi. Yargıyla oynanıyor, parti yörüngesinde şekillendiriliyordu.
“Basın Özgürlüğü” kavramı, Hükümet programı içerisinde önemli bir yer buluyordu. DP, eskiyi düzeltmek yerine, basına yeni kısıtlamalar, engeller getirdi. 6732 ve 6733 sayılı kanunlarla basın daha da ağır baskı altına alındı. Gazeteci, tutuklama ve hapisleri olağanlaştı ve çoğaldı.
Üniversiteler baskı altındaydı. Rektör Turhan Feyzioğlu, Üniversite açılışında öğrencilere yaptığı ders yılı açılış konuşması sonrası Bakanlık emrine alındı. Buna protesto olarak birçok üniversite hocası görevlerinden istifa ettiler. Üniversiteler huzursuzdu.
Demokrat iktidar, sendikaları da unutmadı. 20 Nisan 1957’de İşçi Sendikaları Konfederasyonu kapatıldı. Ankara, İstanbul gibi şehirlerde bulunan beş Sendika Birliği de aynı akıbete uğradı.
27 Haziran 1956’da bir kanunla Siyasi Partilerin seçim propagandası hariç açık hava toplantıları yapması yasaklandı. Kanunun 13’üncü maddesi, suç sayılan toplantının dağıtılması için güvenil güçlerine “Hedef göstermeksizin ateş açma yetkisi” veriyordu. Kapalı toplantı izni, en büyük Mülki Amirin iznine bağlandı.
7 Ağustos 1956’da Hürriyet Partisi Başkanı ve il başkanlarının Anıtkabir’e çiçek koyması ve aynı gece Parti Başkanının evinde vereceği ziyafet Vali tarafından yasaklandı.
Başka partiye oy verdi diye Kırşehir kaza yapıldı, sonra 12 Haziran 1957’de tekrar il yapıldı.
27 Aralık 1957, Meclis iç tüzüğü iktidar tarafından değiştirildi. Milletvekilleri tarafından Bakanlara sözlü sorulara, Bakanların cevap verme zorunluluğu kaldırıldı. Kürsüde konuşulan sözlerden beğenilmeyenlerin tutanaklardan çıkarılabilmesine olanak sağlandı. Milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması bahsinde yeni düzenlemeler getirildi. Meclis Başkanına bir milletvekilini Meclis’ten çıkarma hakkı, 3 oturumdan 12 oturuma çıkarıldı. İnönü’ye bu düzenleme sonrası 12 oturum uzaklaştırma cezası verildi.
4 Ağustos 1958’de devalüasyon yapıldı. Ekonomi tepe taklak oldu.
Kasım 1958… Halk Partisi, Hürriyet Partisi ve diğer Meclis Grupları ile seçimler için işbirliği teşebbüsüne girişti. Fakat Menderes, bu Birliği “Haçlılar Cephesi- Ehlisalip” olarak vasıflandırdı. Bunu engellemek üzere kanuni engellemelere başvurdu. DP, Muhalefetin bu güç birliğine karşı bir “Vatan Cephesi” kurdu. Radyoda, gece gündüz “Vatan Cephesi”ne katıldıkları söylenen vatandaşların, ailelerinin sıra sıra isimleri yayınlandı.
Ana Muhalefet Lideri İnönü’ye saldırı niteliğinde olaylar ardı ardına geldi. İnönü’nün Uşak gezisinde başına taş isabet etti. CHP İzmir İl Kongresi önlendi. İnönü’nün demeçlerinin yayımı yasaklandı, 3 Mayıs 1959’da gazeteler protesto olarak yazısız bembeyaz çıktılar. İzmir dönüşü, İstanbul Topkapı’da İnönü’nün arabası durduruldu, linç edilmek istendi. Zor kurtuldu. 3 Nisan 1960’ta, Kayseri Gezisinde İnönü’nün treni Vali tarafından Kayseri il sınırında durduruldu. İnönü direndi, Kayseri’ye girdi. Daha sonra Kayseri Yeşilhisar’da İnönü’nün arabasının önü Jandarmalar tarafından kesildi. İnönü barikatı arabasından inerek yaya olarak yardı. İnönü’yü burada durdurmayan subaylar, önce Ordudan istifa ettiler ve daha sonra haklarında dava açıldı ve tutuklandılar. Bu tutuklamaları protesto için 21 Mayıs 1960’da Harp Okulu öğrencileri ve subaylar Cumhurbaşkanlığı Köşküne yürüdüler…
27 Nisan 1960 Meclis Tahkikat Komisyonu kuruldu, komisyona olağanüstü antidemokratik yetkiler verildi. İnönü bu yasanın görüşmelerinde tarihe geçen şu konuşmayı yaptı: “Artık sizi ben bile kurtaramam…”
28–29 Nisan 1960, Üniversite öğrencileri İstanbul, Beyazıt Meydanı’nda toplandılar, Öğrencilerin üzerine ateş açıldı… Ölümler oldu. Olaylar üzerine Hükümet Sıkıyönetim ilan etti…
02 Mayıs 1960, İstanbul’da NATO Konseyi toplantısı öncesi üniversite öğrencileri, NATO Bakanlarının önüne İngilizce ve Fransızca “Kahrolsun Diktatörler” dövizleriyle çıktılar…
…
Kısaca, Menderes ve arkadaşları, özgürlük ve kuvvetler ayrılığı gibi temel değerleri hiçe sayan, Türk halkını kutuplaştıran, muhalefeti ötekileştiren, çoğunluk tahakkümüne (baskısına) dayanan demokrasi anlayışına sarıldılar. Bu anlayışın adı ve sonucu; “Sivil Vesayet- Çoğunluğun Tiranlığı” oldu.
“Artık Yeter” döviziyle başlayan siyasi anlayış, “Kahrolsun Diktatörler” dövizi ile sonuçlandı.
DP iktidarı nasıl bitti? Çarpık siyasi anlayışa çarpık neşter vuruldu. Asker devreye girdi, İhtilal oldu, arkasından tutuklamalar, yargılamalar ve idamlar… Bu çarpık neşter günümüze kadar varan asker gölgesinde yürüyen siyaset anlayışının hâkimiyetine yol açtı. Bir canavardan başka bir canavar yaratıldı. Türkiye, “Askeri Vesayet” ve sonuçlarından çok çekti.
İlk Çok Partili Demokrasi girişimi böyle başlayıp böyle mi bitmeliydi? Tabii ki “HAYIR.” Yassıada Duruşmaları ve sonrası verilen idam hükümleri, Türk toplumu için bir sarsıntı yarattı, topluma nefret tohumunun ekilmesine yol açtı. Hazmedilemedi. İhtilal yerine bir sonraki seçim beklenseydi, belki de bugün farklı bir Türkiye’den bahsediyor olacaktık. Olmadı…
Peki, ya “Çoğunlukçuluk Sorunu?[5]” Ne yazık ki Demokrat Partinin siyasi anlayışı ve uygulamaları da, Türk siyasetine demokratik temayüllerden farklı bir siyasi anlayış ve çoğunluk tahakkümü kavramını yerleştirdi. Bunu da not etmeliyiz, görmeliyiz.
Bugün de izlerine şahit olduğumuz; “Tek merkezli ve ben yaptım, oldu.” siyaset anlayışının köklerini 1950–60’larda aramak gerekiyor. Fakat bu siyaset tarzı ve çoğunluk tahakkümü anlayışı da, “Olmadı.”, “Olmuyor.” Tamam, askeri vesayeti ve sonuçlarını eleştiriyoruz, fakat yozlaşmış, çarpık siyasetin de izlerini sürmeli, yaptıklarını ve hatalarını açıkça eleştirmeliyiz.
Son tahlil de sonuç, “Ne Çoğunluğun Tiranlığı, Ne Askeri Vesayet” anlayışıdır. Her iki canavardan da Türkiye’ye fayda gelmediği 60 yıldır anlaşılmıştır. Türkiye için gerekli olan demokrasinin kurallarının tam olarak işlediği bir siyasi iklimdir. Bu iklimde, iki canavar da büyüyemeyecek, yeşeremeyecektir. Bundan hem sivillerin hem askerlerin ders çıkarması gerekir. Çuvaldız her kesimce batırılmalıdır…
Bu vesileyle Ramazan Bayramımızı kutluyor, Silivri’de haksız ve adaletsiz bir biçimde tutuklulukları devam eden Barış’lara, Murat’a ve Hülya’ya sevgi ve selamlarımı iletiyorum.
[1] İhtilalin Mantığı, Şevket Süreyya Aydemir
[2] 1789’dan Günümüze Türkiye’de Ordu ve Siyaset, William Hale
[3] Andrew Heywood’un “Siyasi İdeolojiler” eserinde, Fransız politikacı ve toplum yorumcusu, Alexis de Tocqueville bu durumu “Çoğunluğun Tiranlığı” olarak betimlemektedir.
[4] “…Anayasa Mahkemesi 11 Ekim 1963 tarihli ve 963/124 sayılı kararla 14 Aralık 1953 tarihli ve 6195 sayılı kanunu iptal etti. Anayasa Mahkemesi yukarıdaki gerekçeli kararında Atatürk’ün vasiyetiyle CHP’ye bıraktığı malların CHP’den alınıp Hazine’ye devredilmesinin “mülkiyet haklarına”, “miras hukukuna” ve “anayasaya” aykırı olduğunu belirtmiştir…” Bkz. Atatürk’ün Vasiyeti ve İş Bankası’ndaki CHP Hisseleri, Sinan Meydan, Sözcü Gazetesi, 17 Şubat 2020…
[5] Andrew Heywood “Siyasi İdeolojiler” eserinde, “Çoğunluk Yönetimine olan inanç, ya çoğunluğun azınlığa tahakkümü veya azınlığın çoğunluk tarafından verilen karara riayet etmesi gereği…” olarak tarif edilmiştir.