YANARTAŞ
6 min readJun 17, 2016

Aybars ile Cem’in yolları, üniversiteden birkaç yıl sonra Prof. Dr. Yusuf Adam’ın düzenlediği bir konferansta kesişti. Yusuf ve Aybars, İstanbul’da Bil-Gen adında bir biyo-teknoloji şirketinde çalışıyorlardı ama konferans, Amerika’nın Georgia şehrindeydi. Konuşmacılar arasında Cem de vardı. Retro-virüslerin, akıl hastalıkları konusundaki etkileriyle ilgili bir konuşma hazırlamıştı Cem.

Cem, Aybars’ın konuşmasını dinlemek için -aralarında Yusuf’un da olduğu, yaklaşık 50 kişinin bulunduğu konferans salonunda kendine bir yer bulup, oturdu. Gözünün ucuyla, Yusuf’un ona baktığını gördü. Elini kaldırıp, yalnızca dudaklarını oynatarak “merhaba” dedi. Yusuf, hiçbir şey demeden, hatta kibarlık olsun diye gülümsemeden, kafasını Aybars’ın olduğu podyuma çevirdi.

Aybars, biyo-güvenlik konusunda bir sunum yaptı o sabah. Cem’in hayatında duyduğu en sıkıcı sunumlardan biriydi. Bu, Aybars’ın, konu hakkında bilgisizliğinden değil de, Aybars’ın sunum yeteneğinin kötü olması nedeniyleydi. Sunumun erken bir saatte olması başka bir nedendi Aybars’ın sunum performansında ama Cem, bunun nedenini, Aybars’la birlikte çalışmaya başlayınca daha iyi anlayacaktı. Aybars, erkenci bir insan değildi. Sabah eğer işe erken gelmek zorunda kalırsa, yüzünden düşen bin parça ve bir zahmet söylediği “günaydın”, insana yaş sopa gibi gelirdi. Sabahları sevmediği için, kahvaltıyla da pek arası yoktu. Çoğu sabah işe, elinde Diyet Kola ile gelirdi. O sabah da, Aybars’ın konuşma yaptığı kürsüde, Aybars’ın kahvaltısı olan diyet kola vardı.

Aybars, kürsüden inip, kendi koltuğuna gitmek yerine, Cem’in olduğu yöne doğru yürümeye başladı. Cem’in yanına geldiğinde, Aybars’ın yüzünde kocaman bir gülümse vardı. “Merhaba Cem! Nasılsın?” dedi, elini uzatmak yerine, Cem’i kucaklamak için kollarını iki yana açıp. Cem, ayağa kalkıp, Aybars’ı kucakladı. Bir sonraki konuşmacının kürsüde olması nedeniyle, neredeyse fısıldamaya yakın bir ses tonuyla “iyiyim Aybars. Sen?” diyebildi. Aybars, başını çevirip, kürsüye baktı. “Bizim eleman! O da bizim şirkette çalışıyor” dedi kürsüdeki konuşmacı için. Sonra, Cem’in kolundan tutup, çekiştirerek “Gel, dışarıda konuşalım” dedi. Cem, yine gözünün ucuyla, Yusuf’un da ayağa kalkıp, salonun çıkış kapısına yöneldiğini gördü.

Aybars, Cem’i, konferans salonunun yanında bulunan küçük bir odaya yöneltti. İçeri girip oturmalarından birkaç dakika sonra odaya Yusuf girdi. Kapıyı arkasından kapatıp, Aybars ve Cem’i izlemeye başladı. Aybars, oturduğu yerden –neredeyse tedirgin bir ifadeyle, kalkıp, “ben konferansta neler oluyor, ona bakayım. Seni yeniden görmek çok iyi oldu Cem. Konferans bitince görüşelim” diyerek odadan çıktı. Aybars’ın oturduğu koltuğa, Yusuf yerleşip, Cem’e bir müddet daha baktı, tek bir kelime etmeden. Sessizliği ilk bozan Cem oldu.

- Beni davet ettiğin için teşekkürler hocam. Güzel bir konferans.

Yusuf, bir müddet daha Cem’in yüzünü inceledikten sonra, sessizliğini “Cem! İstanbul’da senin deneyimine sahip iyi birine ihtiyacım var” diyerek bozdu. Cem’in “Hocam, şu an ben bir araştır…” diye başladığı cevabı bitirmesine bile izin vermeden, Yusuf yeniden konuşmaya başladı.

- Araştırmalarını biliyorum. Çalıştığın şirket, senin yeteneğini, insanlığa hemen yarın yararlı olacak bir şeyleri icat etmek yerine, seni cezaevinde kan toplamak için kullanıyor. Benim sana önerdiğim insanların hayatını değiştirmek. Şu an üzerinde çalıştığımız proje dünyayı değiştirecek, Cem! Senin de bunun bir parçası olmanı istiyorum!

Cem nasıl bir cevap vermesi gerektiği konusunda tereddüt yaşadı. Yusuf gibi, sektörde çok iyi bilinen birisi için çalışmak, kariyeri için önemli bir hamleydi ama Yusuf’un katı yönetim şekli, hatayı ve eleştiriyi kabul etmeyen tavrı, üniversite yıllarından bile daha zor olacak diye duşundu Cem. Yusuf için çalışmak, yıllar sonra öğretmen-öğrenci ilişkisine geri dönmek anlamına geliyordu. Cem’in aklından bütün bunlar geçerken, Yusuf sanki Cem’in kafasından geçeni tahmin edercesine konuşmasına devam etti.

- Biliyorum! Benim, birlikte çalışması zor bir insan olduğumu düşünüyorsun. Sana istediğin profesyonel özgürlüğü vereceğim. Kendi laboratuvarın ve sana yardım edecek ekibin olacak.

Yusuf, odada Cem dışında hiç kimse olmadığını bildiği halde, dinleyen biri var mı? tavrıyla etrafına bakındı, sonra Cem’e dönüp fısıldamaya yakın bir ses tonuyla konuşmasına devam etti.

- Üzerinde çalıştığımız proje, şu an senin yaptığın araştırmaya yakın bir konu. Elimizde şimdiye kadar kimsenin cesaret edip, kullanmadığı bir virüs var. Uzun süredir yaptığımız çalışmalarla, bu tehlikeli virüsü evcilleştirmeyi başardık. Normal hücrelere saldırıp, öldürmek yerine, lenf bezlerindeki kanserli hücrelere saldırıyor. Şimdilik başarı oranımız yüzde 20! İşte bu aşamada sana ihtiyacımız var. Yaptığın genetik DNA çalışmalarıyla, belirli bir genetik işaretlemeye ait kromozomların bu virüsün genlerini bir sonraki nesle taşıyıp, kanserin hiç oluşmamasını sağlamaya çalıştırıyoruz. Böylece, oluşan bir hastalığı tedavi yerine, genetik olarak kökünü oluşmadan kazıyacak bir yöntem oluşturmaya çalışıyoruz.

- Eğer paylaşmanda bir sorun yoksa, hangi virüs bu hocam? Evcilleştirdik dediğin.

Yusuf, yeniden etrafına bakıp, rengarenk gömleğinin cebinden çıkardığı kalemle, önünde duran kâğıda bir şeyler yazmaya başladı. Kâğıdı Cem’e doğru cevirdi. Beyaz sayfanın ortasında küçük harflerle, Yusuf’un kırmızı kaleminden çıkmış bir isim duruyordu: Variola!

Variola virüsü, insanoğlunun gördüğü en ölümcül hastalıklardan biri olan çiçek hastalığına neden olan bir virüs. Hastalığa verilen sevimli isimle (çiçek), bu virüsün insan üzerinde yaptıkları arasında uçurumlar var! Dünyadaki gelmiş geçmiş bütün savaşlarda ölen insan sayısından daha fazla kişinin ölümüne neden oldu bu virüs. Varilo majör, 500 milyon kişinin katiliydi! Virüsü tehlikeli yapan ana neden ise, insandan-insana, hava yoluyla taşınabilmesi. Bu nedenle, Ebola ve HIV’den çok daha tehlikeli bir virüstü. Varilo, 1979’da ortadan kaldırıldı. Belki de insanoğlunun, bir virüsle verdiği savaştaki ilk zaferiydi. Şimdi, bu virüs, dünyada yalnızca iki laboratuvarda, çok sıkı güvenliğe sahip kasalarda saklanıyor. Böylesine bir virüsün, bu iki laboratuvar dışında, başka bir yerde görünmesi demek, ya hırsızlığı ya da terörizmi akıllara getiriyor. Cem, bunun farkındaydı.

Cem, bir müddet kırmızı mürekkepli yazıya, sonra Yusuf’a, sonra yeniden yazıya baktı! Gözlerinde kuşku dolu bir ifade vardı. Sonra Yusuf’un yaptığı, dinleyen birileri var mi tavrıyla önce etrafına baktı, sonra masada duran kâğıdı eline alıp, ve ellerinin arasında buruşturup, bir top haline getirdi. Sonra, elindeki kâğıttan topu yumruğunda sıkıp “Kusura bakmayın hocam ama ben yasadışı işlere karışamam!” dedi. Yusuf, Cem’in yumruk yaptığı elini tutup, diğer eliyle, Cem’in yumruğu içinde tuttuğu geri aldı. “İnsanları iyileştirmek ne zamandan beri yasadışı oldu?” dedi Cem’e.

- Hocam! Siz de iyi biliyorsunuz ki, çiçek hastalığı virüsünün kökü kazılalı yıllar oluyor. Bu virüs dünyada yalnızca biyo-güvenlik 4 seviyesine sahip iki laboratuvarda mevcut, o da sırf önlem amaçlı. Biri Rusya’da… diğeri ise Amerika’da. Variola virüsünü bu iki laboratuvar dışında başka bir yerde bulunması imkânsız… eğer terörist değilsen!

- Teröriste benziyor muyum?

- Hocam! Onu demek istemiyorum. Nereden buldunuz bu virüsü? Türkiye’de biyo-güvenlik 4 seviyesine sahip hiçbir laboratuvar yok! Nasıl olurda sizin şirketiniz dünyanın en tehlikeli virüsü ile böyle bir çalışma yapıyor?

- Hepsinin bir açıklaması var Cem! Benimle çalışmak istiyor musun? İstemiyor musun?

Cem nasıl bir cevap vereceğini bilmiyordu. Elleri, birkaç saniye içinde terden sırılsıklam olmuştu. Yusuf gözlerini dikmiş, hiçbir şey söylemeden ona bakıyordu. Cem “çok tehlikeli; yasadışı” ile “daha önce denenmemiş; heyecan verici” arasında gidip geliyordu. Yusuf, yine Cem’in düşüncelerini okur gibi, Cem’in karar vermesine yardımcı olacak kelimeleri bir araya getirdi: “Variola ile birebir bir deneyimin olmayacak. Level 4’e girmeyeceksin. Tehlike yok! Senden istediğim, verileri, senin bilgilerinle karşılaştırman ve aradığımız genetik işareti bulman. Hepsi bu!”

Cem, duyduklarını hazım etmeye çalışıyordu. Yusuf’un, konusunda, dünya çapında tanınan biri olması, şimdiye kadar saygı duyulan mevkilerde görev yapması, Cem’in duyduklarına bir yasallık veriyordu ama yine de şüpheliydi. Yusuf, Cem’i nasıl ikna edeceğini biliyordu. Bunu, daha önce de yapmıştı. Profesör Nedelcu’nun, Cem’le nasıl konuşması gerektiğini ona söylerken! Yusuf, Cem’i iyi tanıyordu… çocukluğundan beri! Cem, bunun farkında olmasa bile.

- Doğduğun gün, seni küçücük bir kutuya, bir küveze koyup, küveze de bir etiket yapıştırdılar. Bu, seni dünyaya tanıtmak için değildi! Etiket, o bebek odasındaki diğer küvezleri kataloglamak, organize etmek içindi! Seni değil de, küvezin içindekini tanımlamak içindi. Erkek, siyah saç, kahverengi göz! İsmin bile yazılı değildi o etikette! Annenin ve doktorunun ismi yazılıydı! Bu senin sahip olduğun ilk etiketti… Senin kontrolü dışında, sana verilen ilk etiket. Zaman geçtikçe bu etiketi giymeyi öğrendin… Bu etiket sana aidiyet duygusu verdi. Gururla giyiyorsun etiketini ama içindeki ses, bütün bu kategoriler içinde, senin halen kendi küvezini bulman gerektiğini söylüyor sana. Etrafına bakınıyorsun! Her yerde, insanlar ve o insanların bir etiketi var! Sonra, bazılarının etiketinin, onlara tam oturmadığını fark ediyorsun. Yaptıkları bu hatayı, onlara söylemek, anlatmak istiyorsun! “Yanlış etiketi giyiyorsun” diye bağırmak istiyorsun yüzlerine ama ağzından çıkacakların bir küfür, bir hakaret olarak anlaşılacağından korkuyorsun … Söyleyemiyorsun!

Sonra, hem kendinin, hem de diğer insanların sahip olduğu etiketlerin, başkaları tarafından yazıldığını anlıyorsun… Toplum, arkadaş, aile, korku… Merak ediyorsun… acaba etiketlerimizi kendimiz yazsak, kendi kelimelerimizle konuşsak nasıl olurdu? diye! Kendi kendini kategorileştirdiğin bir dünya. Kendini, kendinle tanıştırdığın o an! Sana vermek istediğim fırsat, işte o an, Cem! Bu bir iş teklifi değil bu! Senin yıllardır beklediğin an. Şu ana kadar kimsenin yaratmadığı bir şeyi yaratacaksın. Yarattığın şey, bir sonraki nesli yaratacak. Ben sana ilahi mühendisliği teklif ediyorum, Cem! Yeryüzündeki cennetin tasarımcısı olmayı! Tanrılığı!

Cem kararını vermişti!

YANARTAŞ

Türkiye’nin geleceğini tehdit eden Yanartaş isimli korkunç bir biyolojik projenin, Bil-Gen çalışanı Cem tarafından kamuoyuna anlatılmasını konu alan bir hikaye.