Aydınlar ve Radikal Kurumsal Değişim Potansiyeli…
Sosyal ortaklıklar ve topluluk inşası için siyasi yelpazede bir anlaşma olsa da ahlaki olarak Türkiye’deki muhafazakar, liberal, İslamcı veya laikler, Türkler ve Kürtler üzerinde önemli, inkar edilemez sürtüşme alanları mevcuttur. Örneğin kayyum kayıtsızlığı… Merhum tarihçi Halil Hoca’nın bir ifadesiyle: “Abartmasız görünen gerçek şudur ki, Türk milleti birbirini anlamayan, anlamak istemeyen, zihniyeti, değer sistemi, yaşam tarzı, dili, giyim-kuşamı, selamlaşması bile farklı iki ayrı toplum haline gelmiştir.’’ Bu acımasız gerçeklerle baş etmemizin yolu içten geçenle dışta görüneni tutarlı hale getirmek gerekmektedir.
Yerleşik Düzen ve İki Yüzlülük: Memlekette mevcut politik arenada iki hakim ve yerleşik yapı mevcuttur; Atatürkçülük etrafında birleşen ulusalcı, sol ve çağdaş ideolojik değerleri (başta laiklik) taşıyanlar ile Sünni İslam (birazda Anadolu tipi diyelim) değerleri etrafında birleşen sağ ve muhafazakar kesim. Bu iki hakim politik, olası iktidarı ele geçirme potansiyeli taşıyan gücün (güncel karşılıkları CHP-AKP olabilir) ortak değeri milliyetçiliktir. Milliyetçilik kah modern Fransız tipi ulusa dayanırken bazen de gelenekselin merkezinde yer alan İslam dinine dayanabilir. Hal böyle olunca gerisi teferruattır mezedir, yemdir.
Bir diğer husus şudur: Bu toplumunda herkesin, her kesimin(grup-ideoloji) bir “official”-resmi görünen yüzü var, dışarıda herkes bu yüzle konuşuyor ama gerçekte düşündüğümüz ve konuştuğumuz çok farklı şeyler… İki yüzlüler cennetiyiz adeta. Şöyle ki: Yukarıda bahsettiğim iki potansiyel iktidar ve tabanı örneğin Atatürk konusunda yada başörtüsü konusunda bilinç altını net ve samimiyetle ortaya koyamıyor. Bu iki konuda topluma ve birbirlerine doğruyu söylemediklerini düşünüyorum. Tepeden tırnağa bu samimiyet ve bedel ödeme yoksunluğu toplumu geriye götürmektedir. Neticede taraflar birbirlerinden gerçekte emin değiller. Güncel bi mesele olarak; örneğin Kılıçdaroğlu’nun helalleşme girişimini bile sindiremeyen bir kesim var CHP içinde. HDP ile yola çıkma işi çok zor ihtimal gözüküyor. Oysa dünyanın en büyük Kürt şehri İstanbul…
Oysa “din ile devlet birbirine karışmasın” ile “laiklik dinsizliktir” kalıp yargıları yanlıştır. Din bireyin vicdan alanında var olan bir şeydir. Bunlar Batı siyasi geleneğine ait durumlardır. Oysa Türk devlet geleneğinde ve Hamurabi geleneğinde din kurucu olamamıştır. Devlet kurulur ve dini içerir. Sünnilik hiçbir devir de hegemonyasını kuramamış, yavşak çoğunluğu içerdiği için kullanılmıştır. Ehli sünnet anlayışı zulmün reddini itaatten sonraya almış ve kullanışlı hale gelmiştir. Hatta kanaatimce gerçekliği dışlayan teokratik, despotik devlet İslam’a da terstir.
İslam'ın yanlış anlaşılmasından kaynaklı sorunlarımız yoktur ve bu kolaycılığa kaçılmasını istemem. Ama realiteyi yanlış anlamak ve kurgulamaktan kaynaklanan sorunlar vardır. Atatürk’ün kurucu müsebbip olarak tarih karşısında yapacağı bu kadardır. İslam ve Atatürk’ün; kültleştirilip nostaljik özlem imgesine dönüştürülmesine lüzum yoktur. Yani burada sorun din değil devlet ve toplum gelenekleridir. Bu durumda çatışmayı seçen güçlü politik ikilik, gelenekçilik-çağdaşlaşmadan kaynaklanmaktadır. Sünni İslam ve Atatürk’ten değil…
Aydın Sınıfı ve Yerleşik Düzen: Bir kişi olarak aydında yada entelektüel faaliyette kutsal olan biricik olan akıl ve akletme eyleminin kendisi ve doğasıdır diyelim; aydın kelimesinin içeriğine girmeden doğrudan ve neden inayet bekleyemeyeceğimiz bir aydın sınıfımız vardır? Sorusunun peşine düşelim.
Şerif Mardin’in tespitiyle : Türk aydınında genelde hareket ettirici motivasyon-daemon yoktur. Yani bizde entelektüel sarsıcı, rahatsız edici, farklı şeyler söyleyemez. Toplumdaki hakim değer yargılarını yeniden üretir. Aydın ileri düzeyde bir okuryazar, yüzeysel bir yorumcudur sadece. Bu aydının sorunu değildir doğrudan toplumsal düzenin sorunudur. Toplum aşırı daemon sahibi olduğundan aydının bunu yırtma olanakları yoktur. Aslında ortada ne bir toplum ne de aydın vardır. Ama mümkün… en azından üzerine düşünmemiz olanaklı.
Bizim memlekette aydın olma potansiyeli barındıranların ya sömürgeci kapitalistler yada bizzat devlet tarafından kullanışlı hale getirilerek bu yapıların iktidarlarının uğruna kullanılmasıdır. Yıllarca bu memleketin sol, ilerlemeci aydınları kapitalistler tarafından, sağ-muhafazakar aydınları ise bizzat devlet tarafından kullanılmış, sağmal inek muamelesi yapılmıştır. Batıda toplumsal dönüşümü (devrimi ve çağdaşlaşmayı) tetikleyen unsur tabandan yani toplumdan geliyordu. Ancak bizim gibi toplumlardaki, bireyci örgütsüz aydın sınıfı çağdaşlaşma misyonunu halka taşımadığı içindir ki doğu toplumlarında dönüşün ancak bu şekilde mümkün gözükmektedir, dönüşüm savruk ve iktidarı ele geçirenin tekelindedir.
Bu lümpenleşen aydın takımları için Gramsci söylediği gibi “… böylece aydınlar, hükmeden (egemen) grubun ‘memuru’durlar ve toplumsal hegemonyanın ve siyasal iktidarın alt kademedeki görevlerini yerine getirirler…” Böyle bir sistemde aydın; halkın bi tık üstündedir ama kendini varoluşsal yönetim erkine gönüllü ilişkilendirmiştir. Bizim gibi güce tapan ahlaksızların yaşadığı Ortadoğu toplumlarında kimin hangi kimlik gömleğini üstüne geçirip çıkardığına, hangi ideolojilerle kendini tanımladığına bakmak anlamsızdır. Kimsenin rezil ol(a)madığı bu topraklarda iktidar ilkesizlerin elindedir adeta. Buna benzer olgular geri kalmış toplumlarda ve onların aydınlarında daha “pornografik” yani daha abartılı ve belirgin bir şekilde yaşanacaktır.
Bu toplumdaki aydının bireysel tavrı onu halktan koparmış onu toplumda temelsiz bırakmıştır. N. Berkes’in yaklaşımı ile söylersek Türklük ve Sünnilik (elbette bu kavramların bağlam içindeki yeri tartışmalıdır) karşısında Türk aydını kendini aşağılık hissetmektedir. Fransız toplumunu ve aydınını doğuran ulus fikri Türk aydın ve toplumunda yoktur diyebiliriz. Çünkü Türk aydını kendini aşağılık hissetmektedir. Bu da onu trajik bir şekilde haktan koparmaktadır. Sonuç olarak totalde devlet, toplum ve aydın sınıfının ki öncülük aydın sınıftadır bedel ödemekten kaçınan yaşamının yeniliği yakalama sürecinde trajik yanlış konumlanmaları onu ‘etos’ olarak halktan koparmaktadır.
İslam ve çağdaş değerlerin temsili olarak Atatürk gocunulacak, korku geliştirilecek konular değildir, olmamalıdır. İslam değerlerini öyle yada böyle taşıyan bir toplum var. Atatürk ve temsil ettiği değerler itibariyle çağını aşan potansiyel ve idealler mevcut. İki unsurunda dünyaya anlatılması zor değil. Bunları başarıp tüm dünyaya üçüncü bir yolun mevcut olduğunu anlatabilecek güç mevcuttur. Yeter ki önce kendi içimizde kurumsal değişimi yaratabilmiş olalım. Bunlara kökten karşı olmak hiç kimseye yarar getirmeyecektir. Bu şartlar altında olası değişim potansiyeli kurumsal öncü değişimlerle mümkün gözükmektedir. Buna mukabil mevcut düzene karşı tezler geliştirebilen muhalif ve bu nedenle de fikirleri tedavüle çıka-rtıl-mayan, çıksa bile dolaşım ağına dahil olamayan yani müesses-kurulu düzene karşı tezler geliştirdiği için küçümsenen, hain, terörist ilan edilip şeytanlaştırılan, görmezden gelinen insanlar yok mudur? Elbette vardır. Ama bu insanların fikirlerinin sosyal evrende yankı bulmamasının nedenleri bu paragrafta ve önceki paragrafta bahsettiğim gibidir.
Eskiden vesayeti elinde bulunduran TSK, gazetecilere ülkenin en büyük düşmanı seçtikleri “irtica” hakkında brifingler verirdi; davet edilenlerin istisnasız hepsi ellerinde tuzlukla koşa koşa paşalarının huzurlarında hazırola geçerdi. Kendilerini ülkenin gerçek sahibi sanan bu askerler, toplumun yarısını potansiyel hain ilan ettikleri irtica safsatalarını anlattıktan sonra, makul “aydınlarına” dönüp “Hadi şimdi gidin ve halka bu tehlikeyi anlatan yazılar yazın” derlerdi. Her ne kadar Türk Toplumu, Ortadoğulu olmanın tipik gösterenlerine sahip olsa da çağdaş umutları yeşertmemiz için gerekli potansiyele de sahiptir.
ÇÖZÜM: Çaresi radikal çözümleri denemekten geçmektedir. Ama bunları yapabilmeleri için çok tarihi olan kurumsal yapıların (CHP gibi) ve aydın kesimin büyük bir radikal dönüşüm geçirmesi ve söylem değişikliği gerektiriyor. TC’de çağdaş seküler ulus fikrinin ve diğer versiyonu Kürtleri de içine ala bilen geleneksel ümmet milliyetçiliğine dayanan kurumsal potansiyeller arasında dinamizm kazanan politik bir yapı var. Dolayısıyla kangren ama dinamizm kazandıran iki potansiyel… Kangrene dönüşen bu iki temel sorun konusunda (Sünni İslam ve Kürt sorunu) “radikal” davranabilme dirayetini gösterme konusunda ikircikli davranıyor. Sümen altı etmiyor tam tersine iki sorun alanından devletin gizli direği olan iki sütunu (Sünni ve Türklük) canlı ve dinamik tutuyor. Eğer AKP Sünni cemaatle (bozulan ortaklık) ve Kürtler (devrilen masa) ile sorun yaşamasaydı bu iki sorun alanının ağırlık merkezi kayacaktı ve dinamizm yıkıcı hale dönüşecek korkusuyla müttefiklikler lağvedildi… Derin bir yarılma hali… Aslında bu yarılma hali derinlerde biliniyor… içten içe. Ama ne var ki hukuksal ve ahlaki tanım ve kritiğe tabi kılma şansımız böylesi bir durumda imkansız…
Çözüm yolları denendi 10 yıl önce. Bu anlamda Gezi Gösterileri deneyimi olması gerekenin gerçekliğini göstermiştir. Ancak Beyaz Türkler (şimdilik öyle diyelim), “aklı başındaki kesiminin 😉” kurumsal değişim yaratma potansiyeline sahiptir. Gezinin kalıcı talepler (henüz karşılanmasa da) doğurması da buradan geliyor. Bedel ödemek budur. Beyaz Türkün oya yansıyacak bedeli değişim yaratabilir. Bu aşamaya gelindi ama daha aklıselim beyaz yakalılar oyumuz Kılıçdaroğlu’na diyemiyor; Ekrem İmamoğlu’ndan, hukuk sisteminden, Abdulhamit soslu İttihatçılıktan rahatsız olanların çoğunluk olduğu grupta… :
Akideye, kabileye, ganimete dayanan eski gelenekler kalkacak ise çıkar peşinde koşan ortalamanın, demokrasi (ilke) ve akıl (rasyonalite) ile buluşturulması için kurumsal dönüşümün ve bedel ödemenin tersine işleyen bir süreç var son yaşananlarda. Örneğin oy hesabıyla değerlendirilen İmamoğlu Davasının sonucunda. İş ve sorunlar, “boş gösteren” kitle ve oy yavşaklığı ile çözülmez demokrasi de istatistik oyunu değildir sadece. Burada aydın ve söz söyleme potansiyelleri olanların sorun çözmeyen analizleri hiç işe yaramaz. Gelinen son noktada CHP Başkanının 6'lı masa için gösterdiği çaba ve diğer partilerin katılımı, yetersiz aydın desteğine rağmen kurumsal değişimin öncü örneği olmuştur. Hal böyleyken sanki potansiyel iktidarı “halka!” yaranmaya davet etmek bizim hiç bir sorunumuzu çözmeyecektir. Türkiye’de bir halkın varlığı ve potansiyeli şüphelidir.
Kılıçdaroğlu’na “seçimi kazanamaz” denmesinin bir çok sebebi içinden eğer temel gerekçe “alevi” inancına mensup olması ise bu ayrı bir garabet. Açıktan ya da karnından bunu konuşanlara ve bu bahaneye sığınan herkes bu seçmen yavşaklığına sığınmaktadır. Hem bu ayrımı kanıksatmış oluyor. Bu saçma ayrımı geride bırakmalıyız. “Milletin isteği şudur” gibi ne olduğu tarihsel deneyimler ile sabit “muhafazakar seçmen” varlığına dayanan vb ifadelerle başlayan analizlere itibar edilmemelidir. Burada eğer böyle bir seçmen olsa bile aşılması gereken bir çağ dışı topluluk var demektir.
Türkiye’de son 20 yılın muhalefeti CHP olmuştur. Çünkü kurumsal yapıyı korumanın başka bir seçeneği kalmamıştır. 6’lı masa bunun sonucudur. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’na bir parti lideri olarak bakmak yeterli olmayacaktır. CHP ideolojik yapının temsilcisi olarak “değişimin” ve kötü değişim karşısında değişmemenin merkezindedir. Dolayısıyla CHP genel başkanlığına doğrudan halka yaltaklık peşinde koşan bir isim yakışmayacaktır. Ülke değiştirilecekse yada değişmeyecekse ona göre bir başkan olmalı.
Son tahlilde Hitit, Roma, Osmanlı deneyimleri sonrası bu topraklara giydirilmiş deli gömleği gibi duran ulusçuluğu çağdaşlaştırmak zorundayız. Bunun başarılabilmesi için kanaatim kurumsal değişimler ve kurumsal bedel ödeme ile çözülebilir yönündedir. Ona buna terörist/hain yaftasını zaten ortalamayı temsil eden taraf yapıyor ve kabilenin çıkarlarını zaten tahkim ediyor. Yenisi olabilmek için radikal karşı çıkış yolu mevcut anayasaya aykırılık pahasına ki yeterince haklı gerekçe halka anlatılabilir… Denenmelidir.