Kuru Otlar Üstüne: Dağ, Kar, Bozkır
Anadolu’nun Dipsiz Kuyularına Dair…
İyi ki bu aynı çağda yaşamışız dediğim birkaç kişiden biridir Nuri Bilge Ceylan… Onun son filmi Kuru Otlar Üzerine için ortalama bir NBC filmi, “cesur”, “karanlık”, “sürükleyici”, “politik” filmi diyebiliriz.
Heyecanlandım çünkü ahlakçılık eleştirisi ki sıklıkla yaparım bolca işlenmiş filmde. Kendimden biri olduğuna karar verdim zaten ta baştan Samet’in. “İnsan kendisiyle nereye gidebilir ki” sözü benim sözümdür kendime. Nuray’ın ağzından Samet’in yüzüne söylettirmiş yönetmen.
NBC filmlerinde genel konseptlerden birisi de “aydın ve alt sınıf” eleştirisi ve onun şizofrene varan problemleridir. Son zamanlarda seyrettiğim “Karanlık Gece ve Kurak Günler” de de bu konu işlenmiş diyebiliriz. Aydın ve birey olanlar bu topraklarda her zaman karanlık (Toroslarda) ve çöl (orta Anadolu bozkırında) yalnızlığındadır. Sadece aydın ve ‘birey’leri ile değil Anadolu tarihiyle, coğrafyasıyla üzerinde devran sürenleriyle kaotik (çözüm ve çözümsüzlükleriyle bir arada) yeterince. Bu kavramlar ve zemin Kuru Otlar Üstüne ’de de alt metin olarak mevcut.
Bu topraklarda bir şeyler hep yanlış gidiyor hissi oluşturuyor bende. Neşet Ertaş’la özdeşleşmiş Kırşehir’de ki şu cinayetten sonra ya Neşet Ertaş ve söylemleri ile bizi kandırıyorlarsa diye düşünmeden edemiyorum.
Taşrada yaşayan insanların perspektifinden kent yaşamını anlatan filmler, genellikle bir tür kültürel ayna görevi görür ve komik bulunurlar. Bahsi geçen üç filmde ise tam bi şizofreninin trajedisi mevcut. Farklı yaşam deneyimlerini, çatışmaları ve farklı dünya görüşlerini yansıtarak izleyicilere empati kurma fırsatı sunan, kentlinin aydının karanlık obruklarda bozkır ıssızlığında ve kar altında yalnızlığını anlatmaktadır. Nuri Bilge Ceylan, Özcan Alper, Emin Alper gibi yönetmenler, kendi köklerinden ve deneyimlerinden yola çıkarak bu tür hikayeleri işlerler ve genellikle taşrada yaşayan insanların gözünden aydınlanmış kentlinin yaşamını anlatırlar.
Bu nokta bizi şuraya götürüyor sanırım. NBC Türk sinemasında önemli bir damarın kaynağı gibi durmakta: Ceylan’ın filmleri “diyalektik etkileşim anları” üzerinde kuruludur ve paradoks ve çelişkileri serimlemek derdindedir. Politik doğruluktan uzaktır. Yersiz yurtsuzluk, nostalji, göç ve yer değiştirme ile süregiden bir hiçlik ve yokluk duygusu; yas, melankoli ve can sıkıntısı; metropoliten modernlik; ulusötesilik işlenmektedir. Kavramsal temaları onu evrensele ulaştıracak potansiyele sahiptir. Ele alınan konular yerel tikellikler taşısa da kavramsallık olmadan anlaşılamaz.
Empatiyi kolaylaştırmak, toplumsal farkındalık yaratmak ve farklı bakış açılarına açık olmayı teşvik etmek açısından bu tür filmlerin paradoxal yapısı biz izleyiciler açısından önemi büyük. İnsanların farklılıkları anlaması ve kabul etmesi, toplumsal ilişkilerin ve dayanışmanın gelişmesine katkı sağlayabilir. Bu yönüyle bu filmler, toplumsal bir farkındalık yaratma ve toplumsal değişime katkıda bulunma potansiyeline sahiptir. Ancak ben bu iyimserlikte değilim. Aydın-kentli-okumuş sınıfın ve o insanların şizofrenisini göstermekledir.
Üç filme de politik bir sıkışmışlık ve aciliyet hissi hâkim. Türkiye sinemasında uzun bir süredir etkili olan imgelerden birinin radikal dönüşümüne cevap niteliğinde. Taşranın uçsuz bucaksız korkunç (bozkır, kar ve obruk) manzaralarına bakan, yalnız, ıssız ve melankolik karakterlerin, geçmişe ve varoluşa (bu güne) dair iç hesaplaşmalarını göstermektedir. Bu filmler şizofreni, sıkışmışlık ve aciliyet hissini destekleyen estetik eğilimler taşımaktadır.
Bu filmlerde ki aydın kentliler yüzlerini taşralılara dönmedikleri için yalnızdılar. Öyle ki Türkiye aydını; geri kalmış, gelişmemiş; köylü, emekçi ve yoksul halkla arasındaki ideolojik-kültürel mesafeyi aşmaya çabalamadığı için yalnızlaşıyor. Türkiye aydınının güncel siyasal ifadesi olan orta sınıf solcuğu da emekçileri egemen sınıfların en gerici iktidarı karşısında yalnız bırakıyor ve bu yalnızlaşmayı da kaderleştiriyor. Sonuçta aydın, yoksul halkı yalnız bıraktığı ölçüde kendi de yalnız kalıyor. Her üç filmin ortak trajedisi taşra gericiliğine karşı yenilmek değil, peşinen yalnız kalmayı kabul etmelerinden kaynaklanıyor.
Bu filmlerde taşranın türlü çıkarcılığı ve yavşaklığından beslenen, ırkçılık, homofobi, kadın-doğa düşmanlığı vb kötülükleri; linç şölenleriyle köpürtülerek beslenen iktidar mahfillerine karabasan gibi çöken atmosferi başarılı bir şekilde işlenmiş. Günümüzün bunaltan siyasal-sosyal-kültürel atmosferine güçlü göndermeler var filmlerde. Aslında bu yeni değil… Ermenilere yapılan muamele, Dersim’de yaşananlar, Gezi olayları ve devamında yaşananlar … tüm bu cinayetler karşısında büyük bir yarılma ve sessizliğin pençesindeyiz toplum ve tarih olarak. Anadolu konuşmamanın, görmemenin kahrolası irfanıyla belki bin yıldır çiğnenmekte.
Evet, kamuoyunu etkileyen isimler genellikle belirli bir dengeyi korumak zorunda hissederler. Popülerlik ve sevilme, genellikle geniş kitleleri memnun etmek ve onları rahatsız etmeyecek şekilde konuşmakla ilişkilendirilir. Ancak, bu durum zaman zaman derin ve riskli konuları ele almalarını ya da cesurca fikir beyan etmelerini engelleyebilir.
Bu “gönülleri hoş etme” stratejisi, bazen hakiki ve etkileyici bir değişimi engelleyebilir. Gerçek değişim için cesur adımlar atmak, bazen konfor alanını terk etmeyi ve büyük kitlelerin rahatına karşın daha zorlu tartışmaları başlatmayı gerektirebilir. Kamusal entelektüel figürler, bu dengeyi sürdürmekle beraber toplumun daha derin sorunlarını da ele almalı ve tartışmalara yol açmalıdır.
Üstelik okumuş-kentli-aydın kesimin bu sessiz yavşaklığı delme olasılığı hem filmlerde hem de yönetmelerde mevcut değildir. Toplumuzun aydınlarına güvenilir isimler olarak baktığınızda bunu görürsünüz. Bu isimler genellikle toplumun genel eğilimlerini yansıtır ve çatlaşın üzerine gitmezler. Ancak, gerçek değişimi hedefleyen ve cesurca düşüncelerini paylaşan entelektüeller de aydınlarda bu potansiyeller vardır. Onlar da suskunluk kuyusuna çoktan atılmışlardır.
Özetle Türkiye siyasal tarihinin yüz elli yıllık gerilimi-şizofrenisi ve trajedisi olan modern(gitar) -geleneksel (bağlama) çelişkisi ve yavşak sessizliği her üç filme de damgasını vuran ortak moment denebilir. Özellikle son yirmi yılda daha da derinleşmiş bu çelişkide AKP rejimi bu filmlerin ortak senaristi hâline gelmiştir. Memurun yavşaklığı, aydının şizofrenisi ve mevzu bahis filmlerdeki yönetmenlerin yılgınlığı baş roldedir adeta.
Gazeteci Nuh Köklü kartopu oynarken öldürüldü!
Nuh Köklü'nün Son Sözleri: 'Ne Olur Bu Bir Rüya Olsun'
Gelelim filmimize… Film, Doğu Anadolu’nun ücra bir beldesinde zorunlu hizmetini yapmakta olan ve İstanbul’a atanmayı ümit eden bir resim öğretmeni olan Samet’in hikayesini anlatıyor. Samet, bir öğrencisini taciz etmekle suçlanır ve gerilim başlar. Öncesi ise okulun iç politik düzeni ve öğretmenin toplumla kurduğu politik ilişkiyi göstermekte. Bu açıdan tam bi öğretmen filmi diyebiliriz. Ancak filmin merkezinde manipülatif karakteri ki Nuray’a diz çöktürüyor, Samet öğretmen yer almaktadır: NBC onun (Samet) şahsında insanın karanlığının tüm tonlarını gösterme amacındadır. Samet’e alaycı, aşağılayıcı bir toplum ve doğa gözlemcisi, hayal kırıklığına uğramış ve huzursuz ama yine de kendi yolundan dönmeyen yalnız adam rolü verilmiş.
Diğer karanlık rol Sevim’de, ayartıcı ve muhtaç rolü. Hareketleri öğretmeni ayartıcı ama bir o kadar da çocuk ve masum. Bu ‘masum öteki’nin zihninden geçenler Samet’in arzusu.
Film idealist bir kentli olan Samet öğretmenin kırsal ve zorlu bir bölgedeki davetsiz misafire dönüşmesinin hikayesidir bi nevi. Karla kaplı içinde çöl taşıyan bu mekanda hırslar sönüyor, idealler hayal kırıklıklarına dönüşüyor ve önyargılar dışlanmışlık hissini artırıyor. Böyle bir konu, ülkemizde her zaman ikilemler oluşturan iyi ve kötü, bireycilik ve kolektivizm, aşk ve nefret gibi temel kavramlar üzerinde düşünmeye bizi davet ediyor.
“Kuru otlar” hem toplumun baskıcı çarkında yeşil kalamayan insanların metaforik anlamını verirken diğer yandan Samet’in yaşadığı içsel çatışmanın çölünü ifade ediyor. Film, toplumun ahlaki değerlerini ve muhafazakarlık ile ilerlemeyi eleştiren etkileyici bir yapım gibi görünüyor. Filmde öğrencisini istismar ettiği düşünülen Samet’in bir taşlanma korkusu vardır ama o taşlayacak insanlar hiç gösterilmez. Yönetmen tam tersine muhafazakâr olarak öğretmen arkadaşlarını göstermektedir bence. Onların açmazları zaten Samet için alt edilmesi gerekendir. Onlar ahlakçı ve Samet’in yaşamsal tercihlerinin ve egosunun düşmanıdır.
Film, ahlak bekçiliği yapan toplumun içindeki ahlaki çürümüşlüğü ve çeşitli komploları ve dolapları ortaya koyarak, özellikle erkek aydın kesiminin muhafazakarlığını eleştiriyor gibi görünüyor. Evet biraz acımasız ama NBC köydeki herkesi ve toplumumuzun okumuş kesimini de dahil ederek kısacık yaz mevsiminde kuruyup gidecek otlara benzetiyor.
Toplumda ilerici gözüken muhafazakar kesim ağır bir eleştiriye tabi tutulurken, aynı zamanda kendilerini ilerici olarak görenlerin içinde bulundukları çatışma da vurgulanıyor. Film, basit ve sınırlı insan ilişkilerini anlamaya çalışan muhafazakar bir zihniyetin günümüzün karmaşık insan ilişkilerine yabancı olduğunu gösterirken, aynı zamanda ilerlemeyi savunan bakış açısının tek boyutlu ve yüzeysel olduğunu da yansıtıyor gibi görünüyor.
Görüntü, kadraj seçimi, kamera konumlandırma ve renkler her zamanki gibi çok güzeldi. Bu kez diyaloglar ağır basıyordu yeni filmde, belki de bu nedenle uzun bir filmdi. Sıkıldın mı diye soracaksanız, asla… Adeta koltuğa çakıldım, göz kırpmadan izledim. Bu film, toplumun değerlerini ve insanların farklı bakış açılarını sorgulayan bir şekilde ele alarak uzun ama sıkmayan diyaloglarla izleyicilere düşünce provokasyonu sunuyor adeta. İzlemiş olduğum bu film, muhafazakarlık ile ilerlemeyi, ahlaki kavramları ve insan ilişkilerini sorgulamak için güçlü bir araç. Başka açıdan Film yadırgatma yöntemini de kullanarak keskin diyaloglarla “sosyal medya nihilizmi” dozunu doğrudan vermiş.
İnsan Doğası… (İnsan olduğu için) Film düşünceye dayalı, antropolojik bir belge niteliğindedir: Veteriner karakteri, iki danasını iyileştirdiği bir çiftçiden bahseder, çiftçi hemen sonra gelip veterinerin köpeğini vurup öldürmüştür. Samet “Neden” diye sorunca da “E, insan olduğu için” der. Samet sorusunu tekrarlar, Veteriner’in yanıtı değişmez. “İnsan olduğu için.”
Ama iyi şeyler de yapmıyor mu insan? Filmin en güzel yan hikâyeciklerinden birini hatırlayalım. Samet’in ismini bilmediğimiz kız öğrencisi yardım kolisinden kendisine ayrılan bir hediye seçer, bu bir bottur. Samet bakar, “O sana küçük değil mi?” diye sorar. “Değil hocam” der kız. Sonra filmde bu ânı unuttuğumuz bir anda Samet karlı patikayı tırmanan kızı görür, ayağında o bot yoktur, çarık gibi bir şey vardır, hemen sonra arkasındaki kardeşini görürüz, işte o küçük bot kardeşinin ayaklarındadır. Hikaye şöyle der bize; Samet kirli egosunu doyurabilmek için etrafındaki çoluk çocuk herkese zarar vermeyi göze alıyorsa “İnsan olduğu için” alıyor; Nuray, İstanbul’a dönebilecekken doğudaki çocuklara bir şeyler öğretebilmek için bu uzak Anadolu kasabasında kalıyorsa “İnsan olduğu için” kalıyor ve o öğrenci kız, kendi hakkını kardeşine verdiyse “İnsan olduğu için” veriyor.
Eleştirisi: Anladığım kadarıyla filmdeki Samet ile Nuray’ın yemek sahnesi özellikle Nuray’ın sözleri ve bu sahnenin didaktik bir yaklaşımı eleştirebiliriz. Ayrıca, bu sahnenin Türk aydınlarının düşünsel ufku hakkında olumsuz bir portre çizdiğini ve gerici bir bakış açısını öne çıkardığını düşünebiliriz. Ayrıca, bu tür bakış açısının Marksist bir yaklaşımı teşvik ettiğini ve çağdaş araştırma, yenilik ve yaratıcılığa kapalı olduğunu iddia edebiliriz.
Türk sinemasının ve aydınlarının bazen dogmatik veya geçmişe sıkı sıkıya bağlı göründüğünü vurguluyor gibi görünüyor. Aynı zamanda bu eleştiriler, Türk entelektüelinin cehaleti ve yeni bakış açılarına direnç gösterme eksikliğine odaklanıyor gibi görünüyor. Bu eleştiriler, tartışmalı bir konuyu gündeme getiriyor ve aydınların, sanatın ve düşüncenin yenilik ve sorgulama ile canlı tutulması gerektiği konusunda bir çağrı niteliği taşıyor. Merve Dizdar’ın bu filmden ödül alması bu açıdan şaşılacak bir durum değil. Bence ödül oyunculuk açısından gereksiz.
Film sosyal medya tartışmaları seviyesinde ahlaki tartışmaları resmetmiş. Elbette, herkesin bu tür sahneleri ve filmleri farklı şekillerde yorumlayabileceğini unutmamak önemlidir, ancak bu eleştirilerde sanatın ve düşüncenin özgürlüğüne ve açıklığına vurgu yapıldığı açıkça görülüyor.
Filmin ele almasıyla cesurca kabul edilen konusu olan pedofili konusu muğlaklık hatta filmin sonunda aklanmayla bitmektedir. Anlaması, yorumlaması zor bir konu biliyorum. Filmde konu başlarda o kadar muğlak anlatılıyor ki sonu düşünmüyoruz. Ama filmin sonunda Samet’in pozisyonu halkalaştırılıyor gibi geldi.
Filmin dönemi ve karakterleri dondurarak onları izleyiciye sunmasının gerçekçilikten uzak olduğunu, çünkü gerçeklik ve insan karakterinin sürekli bir akış ve gelişme içinde olduğunu ifade edebiliriz. Ayrıca, karakterlerin basitleştirilmiş ve tek boyutlu olduğunu ve bu yaklaşımın gerçek dünyadaki karmaşıklığı yansıtmadığını söyleyebiliriz. Kameranın dondurmasına rağmen senaryo, sunduğu devasa felsefi diyalog ve tartışmalardan olacak filmi belirgin bir şekilde anlaşılmaz kılmaktadır. Filmin sonunda ki müzikli seslendirmede ifade edilen gevezelik ve sözde derinlik bataklığına çekmiş filmi. Üstelik Samet’in pedofilisi aklanmış gibidir böylesi kaygan bir sonla bitiyor film.
Bunların yanında fiziksel gerçekliğe uymayan bir diğer husus oda içi ışık kullanımları. O kadar yoklukta süslü lambaların varlığı bence abartılı bir durum. Bir de yöre halkından olduğu anlaşılan Sevim’in şivesinin düzgün olması da büyük bir hata.
Bu eleştiriler, filmin karakter gelişimi, toplumsal ilişkiler ve insan doğası hakkındaki yaklaşımını sorguluyor ve bu konuların daha nüanslı bir şekilde ele alınması gerektiğini belirtiyor. Filmin insan doğasının ve toplumun karmaşıklığını daha derinlemesine keşfetme fırsatını kaçırdığını ve daha derinlemesine bir inceleme yapmak yerine belirli ideolojik veya dramatik öğeleri vurguladığını ifade ediyor gibi görünüyor. Bu açıdan toplumsal gerçeklik denemesi de diyebiliriz filme.